31 Ocak 2015 Cumartesi

İngilizce Ders 25

Youtube Video Watching & Listening
Trust
 Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Maria: What time is it?
(Saat kaç?)
Matthew: 5:03.
(Not: Teleffuza dikkat: dakika direkt üç diye söylenmiyor. önce sıfır sonra üç söyleniyor: five oh three= It's 3 past 5)
Maria: Did you mean it? Would you marry me?
(Benimle evlenir misin derken ciddi miydin/yürekten mi söyledin?)
Matthew: Yes.
Maria: Why?
(Niye-bana evlenme teklif ettin-?)
Matthew: Because I want to.
(-seninle evlenmek-istiyorum çünkü)
Maria: Not because you love me or anything like that, huh?
(sevdiğin/aşık olduğun için falan değil yani ha?)
Matthew: I respect and admire you.
(sana saygı ve hayranlık duyuyorum/sana saygı duyuyorum ve seni çok beğeniyorum.)
Maria: Isn’t that love?
(aşk değil mi yani?)
Matthew: No, that is respect and admiration. I think that is better than love.
(hayır -aşk değil-, saygı ve hayranlık. Bence aşktan daha iyi/güzel birşey.)
Maria: How?
(Nasıl yani-daha iyi birşey-?)
Matthew: When people are in love they do all sorts of crazy things.
(İnsanlar aşık olduklarında bir sürü çılgınlık/çılgınca şey yaparlar/yapıyorlar.) 
They get jealous. They lie. They cheat. They kill themselves. They kill each other.
(Kıskanırlar. Yalan söylerler. Aldatırlar. İntihar ederler/kendi canlarına kıyarlar. Birbirlerini öldürürler.)
Maria: It doesn’t have to be that way.
(Öyle/o şekilde olmak zorunda değil ki/öyle olması gerekmiyor ki.)
Matthew: Maybe.
(Belki de/bilmiyorum.)
Maria: You’d be the father of a child you know isn’t yours.
(Senden olmadığını bildiğin bir çocuğun babası olursun/olacaksın.)
Matthew: Kids are kids. What does it matter?
(Çocuk çocuktur. Ne önemi var ki/Ne olur ki/ne farkeder ki?)
Maria: Do you trust me?
(Bana güveniyor musun?)
Matthew: Do you trust me first?
(Asıl sen bana güveniyor musun?)
Maria: I trust you.
(Sana güveniyorum.)
Matthew: Sure?
(Emin misin?)
Maria: Yes.
Matthew: Then marry me.
(O halde/öyleyse evlen benimle.)
Maria: I will marry you if you admit that respect, trust and admiration equal love.
(Eğer saygı, güven ve hayranlığın aşk ile aynı şey olduğunu itiraf/kabul edersen, seninle evlenirim.)
(Saygı, güven ve hayranlığın eşittir aşk olduğunu kabul edersen evlenirim seninle.)
Matthew: Ok. They equal love.
(Peki. Aşkla aynı şeyler.)
***
Maria: Good! I trust you. Now it’s your turn.
(Afferin/güzel! İşte/bak sana güveniyorum. Şimdi sıra sende.)
Matthew: What?
(ne/anlamadım/pardon?)
Maria: Go on up.
(Çık yukarı.)
Matthew: Maria, that is pretty high.
(Maria, orası çok yüksek bir yer.)
Maria: Don’t you trust me?
(Bana güvenmiyor musun/bana güvenin yok mu?)
Matthew: Of course I do.
(Tabi ki sana güveniyorum.)
Maria: Go on up.
(Çık yukarı- o zaman-.)
Matthew: Maria,I am twice your size.
(Maria, senin iki katınım.)
Matthew: If I fall on you from that height, I will kill you.
(O yükseklikten senin üzerine düşersem, ölürsün.)
Maria: Trust me.
(Güven bana.)
Matthew: This isn’t a matter of trust.
(bunun güvenmekle ne alakası var/bunun güvenmekle bir ilgisi yok.)
Maria: Matthew, Go up. I will break your fall. I promise.
(Matthew yukarı çık. Söz, düşüşünü hafifleteceğim/yumuşatacağım.) 

İngilizce Deyimler ve İfadeler 70

English Expressions & Phrases


in my book

= according to my view of things
    in my personal/own judgment or opinion
    it's ok with me
    used to give your suggestion/idea
    that is true according to my morals, principles and beliefs
    in my opinion; according to my views/beliefs
    I mean from my perspective
 
= bana göre, bence
    benim için, bana kalırsa
    şahsen, kendi adıma
    benim düşünceme/değerlendirmeme göre
    benim bakış açıma göre



* She deserves credit, in my book, for much of the company's recent success.
  (Bence/şahsen şirketin son zamanlardaki başarısının büyük bir kısmı için takdiri/övgüyü o hak ediyor.)
  (Bana göre şirketin son başarılarında en büyük katkı/pay onun.)


* The greatest manager there has ever been, or ever will be in my book, is retiring.
  (Benim düşünceme/bana göre bugüne kadarki gelmiş geçmiş ve bundan sonra gelecek olan yöneticilerin en başarılısı/iyisi emekli oluyor/emekliye ayrılıyor.)

* She's never lied to me, and in my book that counts for a lot.
  (Bana asla yalan söylemedi/konuşmadı, ki bu benim için/bana göre çok önemli/çok değerli bir şey.)

* In my book, you should apologize to her for what you have done.
  (Bence/şahsen bana kalırsa yaptığın şey için/yaptığından ötürü ondan özür dilemelisin.)

* In my book, he's not to be trusted.
  (Şahsen/benim düşünceme göre o güvenilir/güvenilecek biri değil.)

* In my book, he's a wonderful father.
  (Bence/bana göre o harika/çok iyi bir baba.)

* He isn't even a good boss, at least not in my book.
  (O iyi bir patron bile/dahi değil, en azından bana göre değil.)

* You’re a hero in my book.
  (Benim için/benim gözümde bir kahramansın.)

* In my book, you're telling a lie.
  (Bence yalan söylüyorsun/atıyorsun.)

* In my book, pizza is the best food on earth!
  (Pizza bence dünyadaki en güzel yiyecek/yemek!)

* In my book, not being dressed smartly for work was a major misdemeanour.
  (Bence/bana göre iş için şık giyinilmemesi büyük/önemli bir hataydı/kusurdu.)

* In my book, your behaviour was perfectly justified.
  (Bana göre öyle davranmakta yüzde yüz/tamamen haklıydın.)

* John: Is Fred okay for the job, do you think?
  (Fred işe uygun mu, ne dersin/sence?)
  Mary: No, not in my book.
  (hayır bence değil/bana kalırsa değil.)

* Sue: My meal is great! Is yours good, too?
  (Yemeğim nefis! Seninki de güzel mi?)
  Bob: Not in my book.
  (bence değil/bana göre değil.)

* In his book the function of television was to edify, not to entertain.
  (Ona göre/onun düşüncesine göre televizyonun fonksiyonu/işlevi öğretmekti, eğlendirmek değil.)

29 Ocak 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 69

English Expressions & Phrases


have (got) one's back

= to be prepared or ready to support or vouch for someone, as in a crisis;
    to protect or defend someone
    to look out for one's interests or well-being.
    When someone has your back, they are there to support you unconditionally.
    It means that they are watching out for you and if anything goes wrong they will be there to help.
    It means they'll always be there for you, looking out for you, helping you out if you're in trouble.
    A person saying they have your back means they are there to help you out, they will watch out and take care of the things you're likely to miss, that they are a second set of eyes and hands for you.

= arkasında/yanında olmak
    desteklemek, destek vermek, yardım etmek
    kollayıp gözetmek
    korumak, kollamak



* As your sister, I’ll always have your back no matter what.
  (Kızkardeşin olarak her ne durumda olursa olsun senin yanında olacağım her zaman.)

* It’s good to have friends who have your back in all situations.
  (Bütün durumlarda/her türlü durumda seni kollayan/senin yanında olan arkadaşlara sahip olmak iyi/güzel bir şeydir.)

* Parents usually have their kids’ backs. They want what is best for their children.
  (Anne babalar çoğu zaman/ekseriyetle çocuklarının arkalarında dururlar/olurlar/çocuklarını kollayıp desteklerler. Onlar çocukları için en iyisini isterler/arzularlar.)

* You have some big obstacles to go through, but remember I've got your back.
  (Atlatman gereken bazı büyük sıkıntıların var/zor bir dönemden geçiyorsun, ama unutma arkandayım/yanındayım/sana desteğe/yardıma hazırım.)

* I have to know that you've got my back.
  (Arkamda olduğunu/beni desteklediğini/bana yardım edeceğini bilmem lazım.)

* If you ever need help, just ask. You know I have your back.
  (Bir yardıma ihtiyacın olursa, söylemen yeter. Biliyorsun, yanındayım/arkandayım.)

* Knowing he has my back allow me to relax.
  (Onun benim arkamda olduğunu bilmem beni rahatlatıyor.)

* Girl, I promise that I will always have your back.
  (Kızım, söz veriyorum, her zaman yanında olacağım/seni koruyup kollayacağım.)

* Nobody has my back.
  (Arkamda/yanımda kimsem yok. Kimse arkamda değil/beni destekleyen/bana yardımcı olan/beni kollayan kimsem yok.)

* We’ve got your back when it comes to protecting your account from fraud.
  (Hesabınızın dolandırıcılığa karşı korunması konusunda/noktasında arkanızdayız.)

* A: I am scared of that man.
  (O adamdan/heriften korkuyorum.)
  B: Don't worry. I've got your back.
  (Endişelenme/korkma. Ben arkandayım/yanındayım senin.)

İngilizce Ders 24

Youtube Video Watching & Listening
I Love The Ocean
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.



DERSİN ÇÖZÜMÜ

Patty - That was fun! I love the ocean.
(Eğlenceliydi/güzeldi/iyi/güzel eğlendik. Okyanusa/denize bayılıyorum.)
Roger - Me, too. Swimming is fun.
(ben de. Yüzmek eğlenceli/güzel oluyor.)
Daisy - I like swimming in a pool better, though.
(Ben yine de-okyanusa rağmen/karşın//okyanustansa/denizdense- havuzda yüzmeyi tercih ederim/daha çok seviyorum/severim.)
The water is cleaner, and it doesn't have salt in it.
(Su temiz oluyor, tuzlu da olmuyor hem.)
Roger - Well, you don't have to drink the ocean water.
(Okyanus/deniz suyunu içmen gerekmiyor ki/içmek zorunda değilsin ki.)
Daisy - I didn't try to drink it. You splashed me.
(Suyu içmeye çalışmadım ki. Sen yüzüme sıçrattın/attın.)
The water went into my mouth.
(Su ağzıma girdi/kaçtı.)
Roger - I'm sorry.
(özür dilerim/üzgünüm.)
Daisy - No, you're not.
(Hiç de üzgün değilsin.)
Roger - You're right.
(Haklısın/evet doğru söylüyorsun/evet bildin.)
***
Patty - There aren't very many people in the ocean today.
(Bugün denizde çok/pek kimse yok.)
Roger - Maybe Chinese people don't like to swim.
(Belki Çinliler yüzmeyi sevmiyordur/Çinliler yüzmeyi sevmiyor olabilir.)
Daisy - No, you're wrong.
(Hayır/yok, yanlışın var/yanılıyorsun.
I see Chinese people at the pool all the time.
(Ben Çinlileri sürekli havuzda görüyorum.)
Some of them are great swimmers.
(Kimileri/bazıları çok iyi yüzüyor/yüzücüler.)
Roger - Oh. Well, maybe they are not here to swim.
(Buraya yüzmeye gelmiyor olabilirler.)
Maybe they just come to the beach to have fun.
(Belki de plaja sadece eğlenmek için geliyorlardır.)
Dayse - That's why we're here!
(Biz de o yüzden geldik ya/buradayız ya!)
***
Patty - Hey, guys, let's go for a walk along the beach!
(Hey çocuklar/arkadaşlar/millet! Haydi sahil boyunda yürüyüş yapalım/yürüyüşe çıkalım/gidelim.)
Roger - OK.
(tamam/olur.)
Dayse - I'm going to lie here on my towel a little longer. I want a tan.
(Ben burada havlumun üzerinde biraz daha uzanacağım/yatacağım. Bronzloşmak istiyorum.)
Roger - Come on! You can go with us and get a tan at the same time.
(Hadi! Bize eşlik ederken aynı zamanda bronzlaşabilirsin de.)
Dayse - Oh, all right.
(Pekala/tamam.)
Patty - But first, you both really need to put on some suntan lotion!
(Ama önce, ikinizin de biraz güneş kremi sürmesi lazım/ikiniz de biraz güneş kremi sürmelisiniz.)

28 Ocak 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 68

English Expressions & Phrases


when it comes to sth/doing sth

= as for something; speaking about something
    when the subject being discussed is a particular thing
    When this is the topic, when we talk about this
    with regard to

= konu .... olduğunda
    .... konusunda/hususunda
    ...'ya gelince
    ... denince/denilince
    ... söz konusu olduğunda/olunca
    iş ....'ya geldiğinde/gelince/vardığında
    sıra ....'ya geldiğinde/gelince
    ... bakımından



* When it comes to tech, simplicity sells.
  (Söz konusu teknoloji olduğunda, basit ürünler iyi/çok satar.)

* When it comes to the economy, the rival parties speak with one voice.
  (Rakip partiler söz konusu ekonomi olunca/konu ekonomi olduğunda/sıra ekonomiye gelince tek bir ağızdan konuşuyorlar.)

* Bigger not necessarily better, when it comes to brains.
  (Söz konusu beyin olduğunda, daha büyük daha iyi demek değildir/anlamına gelmez.)

* He is very generous to everybody but when it comes to his wife he doesn't give her a cent.
  (Herkese karşı çok cömerttir ama karısına gelince bir kuruş vermez.)

* When it comes to natural footballing ability, Messi is exceptional.
  (Doğal futbol yetenekleri bakımından/söz konusu olduğunda Messi olağanüstüdür.)

* Despite their clouded past, when it comes to music the countries vote for each other.
  (Sorunlu/problemli geçmişlerine rağmen, müzik söz konusu gelince ülkeler birbirlerine oy veriyorlar.)

* Tim doesn't lift a finger when it comes to housework.
  (Sıra ev işlerine geldiğinde, Tim kılını kıpırdatmaz.)

* Scottish is very strict when it comes to discipline.
  (İskoçlar disiplin hususunda/konusunda/konu disiplin olduğunda çok katıdırlar.)

* Politically they are our enemies, but when it comes to trade I think we speak the same language.
  (Siyaseten düşmanımızlar ama iş ticarete gelince onlarla aynı dili konuştuğumuzu düşünüyorum/sanırım onlarla aynı dili konuşuyoruz.)

* When it comes to manpower, Pakistan tops that list with 10,629 people allocated around the world.
  (İnsan gücü söz konusu olduğunda, Pakistan tüm dünyadaki 10 bin 629 insanıyla ilk sırada yer alıyor.)

* Loser is not in my dictionary when it comes to fights.
  (Konu dövüşmek olunca benim kitabımda kaybetmek yoktur.)

* Some citizens are simply indifferent when it comes to political affairs.
  (Bazı vatandaşlar iş siyasete gelince oldukça umarsızlar.)

* It is important to be careful and be strong when it comes to matters such as this.
  (İş bu gibi konulara gelince, dikkatli ve güçlü olmak mühimdir/önemlidir.)

* She is an excellent advisor when it comes to romance.
  (Romantizm/aşk söz konusu olduğunda, o çok iyi bir akıl hocasıdır/tam danışılacak/akıl alınacak birisidir.)

* We try to make our engineers feel that the sky's the limit when it comes to what they can design.
  (Konu tasarlayabilecekleri şeylere gelince mühendislerimizin sınırsız olduklarını hissetmesini sağlamaya gayret ediyoruz/çalışıyoruz.)

* People in these parts tend to be way behind the times when it comes to issues such as women's rights.
  (Bu taraflardaki/bölgedeki insanlar kadın hakları gibi konularda genel itibariyle çağın gerisindedirler/gerisinde kalmışlardır.)

* According to a WTTC report, Romania currently ranks 162th, out of 170 countries, when it comes to tourism.
  (WTTC'nin bir raporuna göre, Romanya turizm alanında 170 ülke arasında şu anda 162. sırada yer alıyor.)

* But much more will need to be done in order to align Greece with the rest of the EU when it comes to this serious health issue.
  (Fakat iş ciddi sağlık sorununa gelince Yunanistan'ı AB'nin geri kalanıyla aynı seviyeye getirmek için daha yapılması gereken çok iş var.)

* When it comes to the privatisation of INA, as soon as state ownership is relinquished, the stock value is expected to climb.
  (INA'nın özelleştirmesine gelince, kuruluş kamu malı olmaktan çıktığında hisse değerinin tırmanması bekleniyor.)

* When it comes to guarding those Academy Award winners, the accounting firm of Price Waterhouse has shown itself to be adept.
  (Akademi Ödüllerinin kazananlarına sahip çıkma işine gelince Price Waterhouse'ın muhasebe şirketi maharetini gösterdi.)

* Serbia should not be granted favours or rewards when it comes to Kosovo.
  (Sırbistan Kosova konusunda kayırılmamalı ve ödüllendirilmemelidir.)

* Croatians are enjoying an unprecedented level of choice when it comes to information.
  (Hırvatlar, söz konusu bilgi olduğunda görülmemiş düzeyde seçme şansına sahipler.)

* Fuzzy is also very talented when it comes to playing the banjo.
  (Fuzzy banjo çalma konusunda da çok yeteneklidir.)

* When it comes to food, you can find anything you want in Stockholm.
  (Stockholm’de lezzet anlamında aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.)

* When it comes to negotiations, we fear no one.
  (Müzakereler/görüşmeler konusunda kimseden korkmuyoruz/çekinmiyoruz/bir korkumuz/çekincemiz yok.)

* She seems to have nothing but bad luck when it comes to men.
  (Erkekler konusunda/söz konusu olduğunda şansı hiç yaver gitmiyor gibi sanki.

* Experts are divided when it comes to the prognosis.
  (Tahminlere gelince, uzmanlar farklı farklı görüşteler/farklı görüşleri savunuyorlar.)

* San Diego has a lot to offer when it comes to food.
  (Yemek konusunda/söz konusu olduğunda, San Diago'da bir çok seçenek bulunuyor/San Diego’nun sunacağı çok şey vardır.)

* When it comes to shopping, Phoenix never disappoints.
  (Alışverişe gelince/alışveriş söz konusu olduğunda, Phoenix asla sizi hayal kırıklığına uğratmaz/Phoenix'de aradığınızı mutlaka bulursunuz.)

* Immigrants often get a raw deal when it comes to pay.
  (İş ödeme yapmaya gelindiğinde, göçmenler çoğu kez/genellikle haksızlığa uğramaktadır.)

* When it comes to fishing, John is an expert.
  (Balık tutma konusunda/denince, John ustadır/çok iyidir/o işten çok iyi anlar.)

* When it comes to politics, we completely agree.
  (Konu siyaset/politika olduğunda/siyaset konusunda, görüşlerimiz birebir/tamamen aynıdır.)

* These factors are of great importance when it comes to the human behavior.
  (İnsan davranışları söz konusu olduğunda bu faktörlerin önemi çok büyüktür.)

* When it comes to getting organized, you don't need to start from scratch.
  (Düzenlemeye başlama konusuna gelince, sıfırdan/en baştan başlamanıza gerek yoktur.)

* We’ve got your back when it comes to protecting your account from fraud.
  (Hesabınızı dolandırıcılığa karşı koruma söz konusu olduğunda arkanızdayız.)

* When it comes to trouble, Mary really knows how to cause it.
  (Problem/bela denince, Mary mesele çıkarmayı çok iyi bilir.)

* When it comes to renting or buying, you'll spend about the same amount.
  (Kiralama ya da satın almaya gelince, size yaklaşık/hemen hemen aynı miktara mal olur/oluyor.)

* When it comes to that, we can lend you the fare.
  (İş o raddeye/noktaya geldiğinde/gelirse, sana yol parası borç veririz.)

* When it comes to holidays, I prefer something lazy.
  (Tatil konusunda, miskinliği daha çok seviyorum/gezip dolaşmadan tatil yapmayı tercih ediyorum.)

* When it comes to writing letters, she’s hopeless.
  (Mektup yazma konusunda tam bir umutsuz vaka, kesinlikle adam olmaz/bir cacık olmaz.)

* I love to read, but I have trouble when it comes to studying science.
  (Okumayı seviyorum ama fen dersi çalışma konusunda sıkıntı yaşıyorum/sıkıntılarım var.)

* I am really very enthusiastic when it comes to teaching English.
  (Konu İngilizce öğretimi olduğunda/İngilizce öğretme hususunda çok istekliyimdir/şevkliyimdir.)

* I'm not very picky when it comes to food/music.
  (Yemek/müzik konusunda fazla seçici değilimdir/hemen hemen her yemeği yerim/her müziği dinlerim.)

* I am good when it comes to dogs.
  (Köpekler konusunda iyiyimdir/köpeklerden iyi anlarım.)

* When it comes to music I have no ear for it.
  (Müzik konusunda iyi bir kulağa sahip değilimdir.)

* When it comes to the kids, John, we got to stay on the same page!
  (Çocuklar konusunda John ikimizin de aynı şekilde hareket etmesi gerekiyor.)

* When it comes to the law, there is absolutely nothing I can do.
  (Konu kanunlar olduğunda yapabileceğim hiç birşey yok/elimden hiçbir şey gelmez.)

* And remember, he has no equal when it comes to card games.
  (Ve unutma, kağıt oyunları söz konusu olunca/denilince ondan iyisi yoktur.)

* I'm not too picky when it comes to men.
  (Erkekler konusunda/söz konusu olduğunda fazla seçici/titiz değilimdir.)

* Domestic animals are far cry from wild animals when it comes to feeding them at home.
  (Konu hayvanları evde besleme olduğunda, evcil hayvanlarla vahşi hayvanlar arasında dağlar kadar fark vardır.)

* When it comes to driving, he's the best.
  (Araba kullanmada çok iyidir/ on numara araba kullanır/şoförlüğü on numaradır.)

* When it comes to cars, I like GM. I would buy a Chev or a Pontiac.
  (Arabalara gelince, ben GM seviyorum. Şavrole ya da Pontiac almak isterdim/isterim.)

* When it comes to grammar, I am very bad.
  (İş gramere gelince, çok kötüyümdür.)

* I like summer but when it comes to winter, I can't say the same thing.
  (Yaz mevsimini severim, ama kışa gelince, aynı şeyi söyleyemem.)

* Everybody has a thing to say when it comes to talking about politics.
  (Siyaset konuşmak söz konusu olduğunda/olunca herkesin söyleyecek birşeyleri oluyor/herkes konuşuyor.)

* Nachos calories are high when it comes to carbs and fats.
  (Nachos'un karbonhidrat ve yağ bakımından kalorisi yüksek.)

* I remember years ago
  (Hatırlıyorum, yıllar önce)
  Someone told me I should take caution
  (Biri bana dikkatli olmamı söylemişti)
  When it comes to love
  (Aşk konusunda)
  I did
  (Ben de öyle yaptım.)

27 Ocak 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 67

English Expressions & Phrases


to not take no for an answer

= to not accept a refusal/a negative reply
    to not understand that "no" means "no"
    to be persistent in demanding something
    to continue asking for something although their request has already been refused
    to not allow someone to refuse what you have offered
    polite way of being insistent
    used for saying that someone is very determined that you should do what they want, especially that you should accept their offer or invitation

= hayır cevabını kabul etmemek
    hayırı cevap olarak kabul etmemek
    olumsuz bir cevabı kabul etmemek
    reddedilmeyi kabul etmemek
    hayırdan anlamamak
    itiraz kabul etmemek
    hayır cevabına/olumsuz cevaba rağmen vazgeçmemek
    ısrarcı olmak, ölümü öp demek



* You can never take no for an answer if you want to succeed in business.
  (İş dünyasında/aleminde başarılı olmak/başarıya ulaşmak istiyorsan, hayırı asla cevap olarak kabul etmeyeceksin/ısrarcı olacaksın.)

* I want you to show me the statements and I won't take no for an answer.
  (Bana hesap özetlerini göstermeni istiyorum, itiraz da istemiyorum/hayırı kabul etmiyorum.)

* I told him that I didn't want to go out with him, but he wouldn't take no for an answer.
  (Onunla çıkmak istemediğimi ona söyledim ancak hayır cevabını kabul etmiyor/hayırdan anlamıyor.)

* I've told her again and again that you're too busy to see her, but she won't take no for an answer.
  (Ona çok meşgul olduğunuzu ve onu kabul edemeyeceğinizi/görüşmeye hiç vaktinizin olmadığını defalarca söyledim ama hayırdan anlamıyor/yine de ısrarcı oluyor.)

* I've told Steve I'm not interested, but he keeps asking me out - he won't take no for an answer.
  (Told'a ilgilenmediğimi/istemediğimi söyledim ama bana çıkma teklif etmeye devam ediyor. Hayırdan anlamayan biri.)

* You're coming to the wedding. I won't take no for an answer.
  (Düğüne geliyorsun/geleceksin. İtiraz kabul etmiyorum.)

* They were so keen for me to join their party, they just wouldn't take no for an answer.
  (Partilerine gelmem/katılmam için çok istekliydiler, hayır cevabını kabul etmiyorlar/ille de geleceksin diyorlar.)

* Don't take no for an answer, never submit to failure.
  (Hayır cevabı/olumsuz cevap alsan da vazgeçme/ısrarcı ol, asla başarısızlığa boyun eğme/teslim olma/razı gelme/başarısızlığı kabullenme.)

* Don't take no for an answer. No doesn’t really mean no.  It just means “I am not comfortable enough to say yes now".
  (Hayır cevabını kabul etme. Hayır tam anlamıyla hayır demek değildir. Sadece şu an kendimi evet diyecek kadar iyi hissetmiyorum.)

* Whoever did this wasn't taking no for an answer.
  (Bunu her kim yaptıysa " hayır" dan anlamayan biriymiş.)

* Obviously, I'm the sort that doesn't take no for an answer.
  (Bariz bir şey/belli ki, ben " hayır" ı cevap oIarak kabuI etmeyen tipIerdenim.)

* You tell him I won't take no for an answer!
  (Ona, hayır cevabını kabul etmeyeceğimi söyle!)

* You don't strike me as the kind of woman who'd take no for an answer.
  (Bana hayırdan anlayacak/hayır cevabını kabul edecek bir kadınmışsın gibi gelmiyorsun.)

* You Turkish people like to eat a lot. It is a big part of your lives, and you won't take no for an answer if I say that I'm not hungry.
  (Siz Türk insanları/Türkler yemeyi çok seviyorsunuz. Yemek hayatınızın önemli bir kısmını işgal ediyor ve aç değilim desem de -yemem için- ısrarcı oluyorsunuz.)

* When it comes to going after what you love in life, don't take no for an answer.
  (Hayatta sevdiğin şeyi elde etmek söz konusu olduğunda, hayır cevabını kabul etme/ısrarcı ol/olumsuz bir cevapla vazgeçme.)

26 Ocak 2015 Pazartesi

İngilizce Ders 23

Youtube Video Watching & Listening
Beach
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Patty - I'm sorry we didn't find your watch, Derek.
(Saatini bulamadık, üzgünüm/üzüldüm Derek.)
Derek - I'll look for it again after we eat.
(Yemekten sonra tekrar/bir daha arayacağım.)
Roger -We'll help you, too.
(Biz de sana yardım ederiz.)
Derek - Thanks.
(Teşekkürler.)
Daisy - Mmm. This sandwich is so good!
(Bu sandviç çok güzel/lezzetli.)
Roger - Yes, it is.
(Evet öyle.)
Patty - Daisy, I'm so glad you could come down from Taipei this weekend.
(Daisy, bu haftasonu Taipei'den gelebilmene çok sevindim.)
Daisy - Me, too. I've had a lot of fun today.
(Ben de. Bugün çok eğlendim/güzel vakit geçirdim/çok eğlenceliydi.)
Roger - And, Derek, thanks for joining our picnic.
(Ve Derek, sana da pikniğe katıldığın için teşekkürler.)
Derek - Thanks for inviting me.
(Davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.)
Patty - Do we have any more ice? My drink is warm.
(Biraz daha buz/buzumuz var mı? İçeceğim ılıdı/ılımış.)
Roger - No, sorry.
(Hayır/kalmamış, üzgünüm.)
Derek - I'll go to the store and get some for you. Patty.
(Markete gidip sana/senin için biraz alırım/alayım Patty.)
Patty - Oh! Well, I'll go with you.
(Ben de geleyim seninle.)
That girl is pretty. Daisy would like her tan.
(Çok güzel/hoş bir kız. Daisy teninin rengine bayılır/teninin rengi tam da Daisy'nin istediği gibi.)
Derek - Hey! Her watch looks like mine.
(Baksana/bakın! Saati benimkine/benim saatime benziyor.)
Daisy - Really? Maybe it is yours!
(Gerçekten mi? Belki senin saatindir/senin saatin olmasın sakın!)
Derek - I don't know.
(Bilmiyorum/bir şey diyemiyorum.)
Patty - Let's find out. Come on.
(Haydi öğrenelim/anlayalım. Gel. hadi!)
Patty - Excuse me. What time is it?
(Afedersiniz, saatiniz kaç?)
- It's 5:00 o'clock.
(Saat beş.)
Patty - Thanks. That's a very nice watch. May I see it?
(Teşekkürler. Çok güzel bir saatmiş/saatiniz çok güzelmiş. Bakabilir miyim?)
- Uh, OK.
(Olur.)
Derec - Patty, what are you doing?
(Patty, ne yapıyorsun?)
Patty - Just trust me.
(bana güven/sen bırak bana/karışma sen.)
Do you wear your watch very often?
(Saatinizi her zaman/çok sık takıyor musunuz/takar mısınız?)
- I wear it all the time.
(Her zaman takıyorum.)
Patty - Even today? Outside, in the sun?
(Bugün de mi? Dışarıda, güneşte/güneşin altında bile mi?)
- Yes.
(Evet)
Patty - So your skin is probably white where the watch would be?
(O halde saatin olduğu yerde cildin büyük olasılıkla beyaz olurdu değil mi?)
- Uh, just give me my watch back!
(Saatimi geri ver/versene!)
 Patty - No. This isn't your watch.
(hayır, bu senin saatin değil/bu saat senin değil.) 

İngilizce Deyimler ve İfadeler 66

English Expressions & Phrases


strike someone as (being) something

= (for a thought or behavior) to affect someone a certain way
    (for a person) to impress someone as something or a particular type of person
    to give someone a particular impression
    to make someone have a particular opinion or feeling
    to appear to someone as something

= ... gibi gelmek/görünmek
    ... bulmak
    ... izlenimi/intibaı/fikrini uyandırmak
    ... etkisi bırakmak
    ... gözüne çarpmak/dikkatini çekmek



* John's rude behavior struck me as surprising.
  (John'un kaba davranışı/hareketi beni çok şaşırttı/çok garibime/tuhafıma gitti.)

* Mary's attitude struck me as childish.
  (Marry'nin davranışı bana çocuksu geldi.)

* His reaction struck me as odd.
  (Tepkisi bana garip/tuhaf geldi/garibime/tuhafıma gitti.)

* The new secretary doesn't strike me as efficient.
  (Yeni sekreter gözüme yetenekli biri olarak gelmedi.)
  (Yeni sekreter bende yetenekli biriymiş izlenimi/intibaı bırakmadı.)


* The comments of my teacher often strike me as funny.
  (Öğretmenimin açıklamaları/izahatları çoğu kez komiğime gidiyor/beni güldürüyor.)

* It struck me as a confession.
  (Bu bana bir itirafmış gibi geldi.)

* At first Luna struck me as very strange, but now we get along really well.
  (İlk başta/başlarda/ilk zamanlar Luna bana garip/tuhaf biri gibi gelmişti, ama şimdi çok iyi anlaşıyoruz/gül gibi geçiniyoruz.)

* I hate to be blunt, Frankie, but she just didn't strike me as being very ladylike.
  (Böyle açık açık konuştuğum için üzgünüm/böyle direkt söylemek istemezdim/hoşuma gitmiyor, ama o benim gözüme çok hanımefendi biri gibi gelmedi.)

* Joe didn't strike me as exceptional when I first met him.
  (Onunla ilk tanıştığımızda Joe bana çok iyi biri gibi gelmemişti.)

* A: Did I say you could sit?
  (Oturabilirsiniz dedim mi ben size?)
  B: No, but you strike me as a man who wouldn't want to waste his chair.
  (Hayır-demediniz- ama siz gözüme koltuğunun ziyan olmasını isteyecek/olmasına razı olacak biri gibi gelmediniz.)

* She didn't strike me as the type who would want to become a teacher.
  (Öğretmen olmak isteyecek biri gibi gelmedi gözüme.)
  (Öğretmen olmak isteyecek biri izlenimi bırakmadı bende.)


* You strike me as someone I wouldn't enjoy but others might.
  (Bana, benim değil ama başkalarının eğlenceli bulabileceği biri gibi göründün.)

* Officer Taylor always struck me as such a nice young man.
  (Memur Taylor bende her zaman nazik genç bir adam etkisi bırakmıştı.)

* You strike me as thoughtful.
  (Bende düşünceli/saygılı biri olduğun izlenimi bıraktın.)
  (Senden düşünceli/saygılı biri olduğun izlenimini edindim.)


* She strikes me as a very efficient person.
  (O bende çok becerikli biriymiş izlenimi bıraktı.)

* Most of Australia strikes Europeans as a dry inhospitable country.
  (Avustralya'nın büyük bölümü Avrupalıların gözünde yaşanması zor olan kurak bir ülkedir/topraklardır.)

* You don't strike me as the type of person to do something like that.
  (Böyle şeyler yapacak biri gibi gelmiyorsun bana/durmuyorsun hiç.)

* No offense, you don't strike me as a nice person.
  (Sakın alınma/darılma/gücenmek yok/kusura bakma, bana iyi biriymişsin gibi gelmiyorsun.)

* 'You don't strike me as a religious man,' I said frankly.
  (Açık açık "gözüme inançlı/dindar biriymişsin gibi gelmiyorsun" dedim.

* You don't strike me as the kind of woman who'd take no for an answer.
  (Bana hayırdan anlayacak/hayır cevabını kabul edecek bir kadınmışsın gibi gelmiyorsun.)

* You strike me as the kind of man who never does anything he doesn't want to do.
  (Bana istemediği bir şeyi asla yapmayacak biriymiş gibi geldin.)

* A: What was he like? Did anything strike you as odd about his behaviour?
  (Nasıl biriydi? Sana garip/tuhaf gelen bir davranışı oldu mu/gözüne garip/tuhaf bir davranışı çarptı mı/tuhaf/garip bir davranışı dikkatini çekti mi/dikkatini çeken garip/tuhaf bir davranışı oldu mu/var mıydı?)
  B: No, nothing unusual. Just an ordinary sort of fellow.
  (Hayır, anormal bir davranışı yoktu. Bildiğin sıradan biri.)

* You know how there are those people who open up to you a little late. They strike you as a little cold at first, but as you get to know them, a strong, deeply rooted friendship emerges with a bond never to be broken.
  (Hani bazı insanlar vardır kendini size biraz geç açar. Başta çok sıcak değil gibi gelir fakat tanıdıkça ve zaman geçtikçe hiç bozulmamak üzere çok güçlü ve köklü bir dostluk çıkar ortaya.)

* At the point where the mountains in the background fade from views, Algiers will strike you as a city of two colors, blue and green.
  (Arkadaki dağların gözden kayboldukları o noktada Cezayir size iki rengin şehriymiş gibi gelecek/gelir, mavi ile yeşil.)

* Such opportunities might strike you as impossible, but Anatolia offers them all.
  (Bu tür imkanlar size olanaksız gibi görünse/gelse de, Anadolu hepsini sunuyor.)

* Did his answer strike you as out of touch with reality?
  (Cevabı/verdiği cevap sende onun gerçeklerden uzak biri olduğu fikrini uyandırdı mı?)

24 Ocak 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 65

English Expressions & Phrases


to be out of touch with someone/something

= knowing no news of someone or something
    to not see, speak to, or write to someone any longer
    to no longer have recent knowledge or information about something
    not keeping informed of the developments relating to someone or something
    to no longer communicate with someone
    no longer maintaining contact or communications
    no longer conversant with facts; not aware or realistic
    to not understand something because you lack up-to-date knowledge/information
 
= ile ilişkisi/iletişimi/teması kesilmiş olmak
    ile irtibatı kaybetmek/kesilmek
    gelişmelerden/dünyadan habersiz olmak
    ...dan haberi olmamak/uzak olmak
    ... hakkında bilgisi olmamak
    anlamamak


* I've lost touch with all my cousins. We've been out of touch with each other for years.
  (Kuzenlerimin hepsiyle iletişimimi/irtibatımı kaybettim. Yıllardır birbirimizle irtibatımız yok/görüşemiyoruz.)

* I've been out of touch with Willner for a long time and don't even know where he lives now.
  (Willner ile irtibatımız uzun zamandır yok, şu an nerede yaşadığını/oturduğunu bile bilmiyorum.)

* I've been out of touch with my brother for many years.
  (Kardeşimle uzun yıllardır irtibatımız yok/görüşemiyoruz.)

* We've been out of touch for a couple of years.
  (Birkaç yıldır iletişimimiz/irtibatımız kesik/yok.)

* I don't know if he still lives there. We've been out of touch for some time.
  (Onun hala orada yaşayıp yaşamadığını/oturup oturmadığını/hala orada oturuyor mu oturmuyor mu bilmiyorum. Bir süredir irtibatımızı kaybettik/haberleşemiyoruz/görüşemiyoruz.)

* I had been out of touch with my old friend for a long time when she called.
  (Aradığı sırada/esnada eski dostumla uzun süredir iletişimim yoktu.)
  (Aradığında eski dostumla uzun bir süreden sonra iletişimim/irtibatım olmuş oldu/temas kurmuş oldum.)


* To be frank with you, I’ve been out of touch with most of my old friends. Only one or two still keep me posted about what they are doing.
  (Sana açık konuşayım/doğrusunu söylemem gerekirse, eski arkadaşlarımın çoğuyla iletişimimi kaybettim. Sadece bir yada ikisinin hala neler yaptığından haberim oluyor.)

* I couldn't go back into mechanics because I've been out of touch for too long.
  (Tamirciliğe geri dönemem/tekrar başlayamam, çünkü çok uzun zamandır tamircilikten uzak kaldım/tamirciliğin dışında kaldım.)

* If they really believe this then they must be completely out of touch.
  (Buna gerçekten inanıyorlarsa/inanmışlarsa, demek ki olaydan/durumdan tamamen bihaberler/olay/durum hakkında bir bok bildikleri yok.)

* Washington politicians are out of touch with the American people.
  (Washington'daki politikacılar Amerikan halkından uzaklar/halkının düşüncelerinden/isteklerinden bihaberler/halkını anlamıyorlar.)

* That speech showed he's out of touch with his constituency.
  (Konuşması şunu gösterdi ki, seçmeninden uzak/seçmenini anlamıyor/seçmeninin isteklerini/düşüncelerini bilmiyor/istek düşüncelerinden habersiz.)

* The politicians arrogant speech just shows that he's out of touch with the voters.
  (Siyasilerin kendini beğenmiş konuşmaları sadece seçmenlerden uzak/seçmenlerle iletişimlerinin kopuk olduğunu gösterir/ortaya koyar.)

* Did his answer strike you as out of touch with reality?
  (Cevabı/verdiği cevap sende onun gerçeklerden uzak biri olduğu fikrini uyandırdı mı?)

* The report shows that the committee is out of touch with recent developments in space technology.
  (Rapor şunu gösteriyor ki/ortaya koyuyor ki, komitenin uzay teknolojiyle ilgili son gelişmelerden bir haberleri yok.)

* He seems out of touch with recent economic thinking.
  (Son ekonomik düşüncelerden/görüşlerden habersizmiş gibi duruyor/görünüyor.)

* Some people are wholly out of touch with the topical subjects of the day.
  (Bazı insanların/insanların bazılarının ne yazık ki gündemden haberleri yok.)

* I am completely out of touch with what's going on in the world.
  (Dünyada olup bitenler hakkında/dünyadaki gelişmelerden hiçbir haberim/bilgim yok.)

* Unfortunately, the people making the decisions are out of touch with the real world.
  (Ne yazık ki insanlar gerçek dünyadan/dünya gerçeklerinden uzak/habersiz kararlar alıyor.)

* I'm out of touch with modern medicine.
  (Modern tıbba uzağım/modern tıp alanındaki gelişmelerden haberim yok.)

* I've been out of the country for nearly a year, so I'm out of touch with everything here.
  (Yaklaşık bir yıldır yurt dışındaydım, bu yüzden buradaki gelişmelerden bihaberim/burada olup bitenlerden/yaşananlardan/gelişmelerden bir haberim yok.)

* I'm out of touch with the latest political developments.
  (Son siyasi gelişmelerden/olaylardan bir haberim yok/son siyasi olaylar hakkında bir bilgim yok.)

* He is woefully out of touch with public opinion.
  (Ne yazık ki kamuoyu hakkında bir bilgisi yok/kamuoyundan uzak/kamuoyunu anlamıyor/kamuoyunun isteklerini/ne düşündüğünü bilmiyor.)

* He is out of touch with the younger generation.
  (Genç nesile uzak biri/genç nesli anlamayan biri.)

22 Ocak 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 64

English Expressions & Phrases


zonk out

= to fall asleep quickly because of exhaustion
    to fall asleep fast, as when one is extremely tired
    to become unconscious 

= yorgunluktan uyuyakalmak
    küt diye uyumak, hemen uykuya dalmak
    bitkin/yorgun düşüp sızmak, sızıp kalmak



* I was very tired last night. I zonked out on the sofa.
  (Dün akşam çok yorgundum. Kanepede uyuyakalmışım.)

* I zonked out during the film and missed most of it.
  (Filmde sızıp kalmışım, filmin çoğunu kaçırdım/izleyemedim.)

* I was so tired that I zonked out without even taking off my shoes.
  (Öyle yorulmuştum/yorgundum ki daha ayakkabılarımı çıkaramadan küt diye uyudum.)

* I went home after the trip and just zonked out.
  (Yolculuktan sonra eve gidip anında/hemen uykuya daldım.)

* After the long drive, we zonked out and slept for 10 hours.
  (Uzun bir yolun/araba yolculuğunun ardından yorgunluktan sızıp on saat uyumuşuz.)

* My boss zonked out at his desk last week.
  (Patronum geçen hafta masasında sızıp kaldı.)

* Do you zonk out on the train?
  (Trende uyur musun/sızıp uyuyakalır mısın?)

* The teacher was very boring. I almost zonked out during the class.
  (Hoca çok sıkıcıydı/çok sıkıcı ders anlattı. Derste az kalsın uyuyakalacaktım.)

* A: Can I talk to Joe?
  (Joe'yla konuşabilir/görüşebilir miyim?)
  B: Call back tomorrow, he zonked out.
  (Yarın tekrar/bir daha ara, uyuyakalmış.)

* Did you ever zonk out at work?
  (İşte hiç sızıp kaldın mı/sızıp kaldığın oldu mu?)

* Jill was so exhausted after taking the TOEFL test that she zonked out before dinner.
  (Jill, TOEFL sınavına girdikten sonra o kadar bitkin/yorgun düşmüştü ki, akşam yemeğinden önce uyuyakaldı.)

* I intended to go shopping after work, but I was so tired that I zonked out as soon as I got home.
  (İşten sonra/işten çıkınca alışverişe gitme niyetim vardı/gideyim diyordum, ama o kadar çok yorgundum ki eve gittiğim gibi uyuyakaldım.)

* As he had been working for nine hours, he zonked out as soon as he went to bed.
  (Dokuz saattir çalıştığı için/çalışmaktan dolayı yatağa yattığı/başını yastığa koyduğu gibi/yatağa yatar yatmaz hemen uykuya daldı.)

İngilizce Ders 22

Youtube Video Watching & Listening
My Cell Phone
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

 Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



My Cell Phone

Betty - So what's wrong with my cell phone, Simon?
Simon, cep telefonumun nesi var/ sorunu ne?
Simon - I'm not sure, Betty. I looked at the battery and it's fine.
Birşey diyemiyorum Betty. Piline baktım, sorun yok.
But you know, this phone is pretty old.
Ama bildiğin gibi/sen de biliyorsun ki bu oldukça/baya eski bir telefon.
Betty - It's not old. I only bought it three years ago.
Eski bir telefon değil. Onu/bu telefonu daha üç sene önce aldım/Alalı şunun şurasında/daha üç sene oldu.
Simon - Then it's really old. Technology changes every few months!
Bunun için/bu yüzden çok eski. Teknoloji bir kaç ayda bir/her bir kaç ayda değişiyor.
Why don't you get a new phone?
Niye yeni bir telefon almıyorsun/yeni bir telefon alsana?
Betty - What kind should I get?
Nasıl bir şey almalıyım/alayım/nasıl birşey almamı tavsiye edersin?
Simon - What kind do you want?
Nasıl bir şey istiyorsun?
Betty - I have no idea!
Bilmiyorum/hiç bir fikrim yok.
I don't know anything about new cell phones.
Yeni cep telefonları hakkında hiç bilgim yok.
Simon - New cell phones can do a lot of things.
Yeni cep telefonları birçok şey yapabiliyor.
Here, look at mine. It can take pictures. Smile!
İşte/buyur, benimkine bak. Fotoğraf çekebiliyor. Gülümse!
Betty - That's fun!
Eğlenceliymiş/güzelmiş.
How do I decide which phone to get?
Hangi telefonu alacağıma nasıl karar vereceğim?
Simon - Well, decide what features you want, and how much you want to spend.
İstediğin özelliklere karar ver, bir de ne kadar harcamak istediğine.
İstediğin özellikleri ve bütçeni belirle.
Betty - Well, I want to make phone calls.
Telefon görüşmesi yapmak istiyorum/telefonla arama yapmak istiyorum.
Simon - Betty, all cell phones do that! What else?
Betty, bütün telefonlar bunu yapıyor/bunu bütün telefonlarla yapabilirsin! Başka?/başka birşey söyle?
Betty - I don't know! What other features are there?
Bilmiyorum ki! Başka ne özellikler var?
Simon - There are lots! You can go on the Internet, read magazines, watch movies...
Bir sürü/sürüsüne bereket! İnternete girebilirsin, dergi okuyabilirsin, film izleyebilirsin...
Betty - Really! On a cell phone?
Gerçekten mi! Bir cep telefonuyla?
Simon - Yes! So ask people what they like about their cell phone.
Evet. İnsanlara cep telefonlarında neyi sevdiklerini/beğendiklerini sor.
Read reviews online, too. Then decide.
İnternetten değerlendirmeleri/görüşleri/yorumları da oku. Sonra karar ver.
Betty - I think I know a better way.
Ben daha iyi bir yolunu biliyorum.
Simon - What's that?
Neymiş o?
Betty - You just tell me which one to get!
Hangisini alacağımı sen söyleyeceksin, olacak bitecek.

------ ---------
* What's wrong with someone/something?
= ...in nesi var/sorunu/derdi ne?
  ... ile sorunun/derdin ne/ne sorunun/derdin/problemin var?
  ....da ne var ki, ...in nesi yanlış?
- I don't know what's wrong with her.
  (Ne sorunu/neyi var/derdi/sorunu ne, bilmiyorum.)
- What's wrong with you?
  (Senin derdin/sorunun ne?/ne sorunun/derdin var senin?/neyin var?)
- What's wrong with it?
  (Nesi var/neyini beğenmiyorsun?)
- What's wrong with your face?
  (Yüzüne ne oldu?)
- What's wrong with my outfit?
  (Kıyafetimin/elbisemin nesi var-mış?)
- What's wrong with my accent?
  (Aksanımın nesi varmış/ne olmuş aksanıma?)
- What's wrong with Marry? She seems a little preoccupied.
  (Marry'nin nesi var? Biraz dalgın/endişeli gibi duruyor/gözüküyor/görünüyor.)
- A: What's wrong with her?
  (Onun nesi var-mış?)
  B: She has nothing wrong with her; she's in great health.
  (Hiçbir şeyi yok, turp gibi/sağlığı çok iyi.)
- What's wrong with that/this place?
  (Nesi varmış buranın/oranın/bu/o yerin?/suyu mu çıktı?)
- A man goes to the doctor and says, "Doctor, wherever I touch, it hurts."
  (Bir adam doktora gider ve der ki: "Doktor, nereye dokunsam acıtıyor/acı veriyor.)
  The doctor asks, "What do you mean?"
  (doktor sorar: "Nasıl yani/ne demek istiyorsun)
  The man says, "When I touch my shoulder, it really hurts. If I touch my knee - OUCH! When I touch my forehead, it  hurts so much"
  (Adam der ki: "Omzuma dokunduğumda çok acıtıyor. Dizime dokunsam, ahh, alnıma dokunduğumda çok acıtıyor/acı veriyor.)
  The doctor says, "I know what's wrong with you - you've broken your finger!"
  (Doktor der ki: "Senin neyin var, anladım. Parmağını kırmışsın sen."
- A: What’s wrong with Jeremy?
  (Jeremiy'nin nesi var?)
  B: He is shaking.
  (Titriyor.)
  A: He may be cold. He has just been swimming.
  (Üşüyordur belki. Daha az evvel yüzüyordu.)
- A: How much will it cost?
  (Ne kadar tutar/ne kadara mal olur/olacak?)
  B: That depends on what’s wrong with it.
  (Arızasına/sorununa bağlı/göre değişir.)
- What's wrong with having a little fun?
  (Biraz eğlenmekte ne var ki/biraz eğlenmenin nesi yanlış/biraz eğlensek ne olacak?)
-------- ------------
* only
= daha, şunun şurasında
- I read that article only yesterday.
  (Bu makaleyi daha dün okudum/Bu makaleyi okuyalı daha bir gün oldu.)
- He called me only last month.
  (Daha geçen ay aradı beni/görüştü benimle.)
- I met him for the first time only last week.
  (Onunla daha heçen hafta tanıştık. Onunla tanışanı daha/şunun şurasında bir hafta oldu.)
---------- ------------
* Why don't you
= öneri/tavsiye kalıbı..
- Why don’t you learn French?
  (Niye Fransızca öğrenmiyorsun?/Fransızca öğrensene!)
- Why don't you put different pictures?
  (Niye farklı/değişik resimler koymuyorsun?/farklı resimler koysana.)
- Why don’t you help me?
  (Bana yardım etsene!)
- Why don't you take a seat?
  (Otursana/niye ayakta duruyorsun!)
- Why don't you stay for dinner?
  (Yemeğe kalsana!)
- why don't you have a plum!
  (bir erik alsana, buyur bir erik al!)
- It's late! Why don't you go home?
  (Geç olmuş. Eve gitsene!)
- why don't you talk about that?
  (bize bundan bahsetsene, bununla ilgili birşeyler anlatsana/söylesene.)

20 Ocak 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 63

English Expressions & Phrases


What's this charge for?

= ask this when you don't understand an amount on your bill/receipt
    What is this amount for?
    What’s this for?

= Bu neyin ücreti?
    Bu ücret/fiyat/rakam nereden çıktı?



* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti?)
  B: It's for the coffee you ordered from room service.
  (Bu oda servisine sipariş ettiğiniz/odanıza istettiğiniz kahvenin ücreti/bedeli.)

* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti?)
  B: It's for international calls you’ve made in your room.
  (Odanızdan yaptığınız uluslararası telefon görüşmelerinin ücreti/bedeli.)

* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti?)
  B: That’s 15% service charge.
  (Yüzde 15 servis ücreti/hizmet bedeli)

* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti/bedeli?)
  B: Sir, we found a toiletry bottle broken in your room and that’s chargeable.
  (Efendim/bayım, odanızdaki tuvalet malzemeleri şişeleri kırık/eksik çıktı, bu da ücrete tabidir.)

* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti/bu ücret nereden çıktı?)
  B: Peanuts.
  (Fıstık/çerez)
  A: But we didn't order any peanuts.
  (Ama biz hiç fıstık sipariş etmedik/ söylemedik/istemedik ki/bizim siparişimizde fıstık yoktu.)

* A: What's this charge for?
  (Bu neyin ücreti/bu rakam nereden çıktı?)
  B: That's the shipping charge.
  (Nakliye bedeli ücreti.)

* A: Excuse me. What's this charge for on my receipt?
  (Afedersiniz/bakar mısınız, faturamdaki bu rakam neyin ücreti?)
  B: It's the tax.
  (Vergi o.)

19 Ocak 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 62

English Expressions & Phrases


don't count your chickens (before they hatch/are hatched)

= don’t make future plans based on something that has not happened yet
    don't think that because you have 12 eggs, you are going to get 12 chicks!
    don't assume that something will happen the way you expect
    don't make plans based on your assumptions
    don't be hasty in evaluating one's assets
    said to emphasize that you cannot depend on something happening before it has happened
    don't count on things if you don't have them yet
    you should not count on something before it happens
    you should not expect all of your hopes to be fulfilled
    don't spend your money before you win the lottery
    don't feel victorious before you undertake the challenge
    don't rely on something you are unsure about
    making plans based on assumptions can lead to disappointment
    it’s better to wait and see the actual results before getting excited and making plans, to avoid being disappointed

= planlarını beklentilerin üzerine yapma/kurma
    bir şey olmadan/olana kadar oldu zannetme/kabul etme
    yumurtalar çatlayıp civcivler çıkmadan tavuklarını sayma/şu kadar tavuğum var deme
    kuluçkadan çıkmamış tavukları sayma
    dereyi görmeden paçayı sıvama
    doğmamış çocuğa don biçilmez
    çocuk doğmadan adını koymaya kalkışma



* You might be able to get a loan from the bank, but don't count your chickens.
  (Bankadan belki kredi alabilirsin/banka belki sana kredi verebilir, ama dereyi görmeden paçayı sıvama/krediyi almadan harekete geçme.)

* Louis was already planning his winning celebration before the race started, but he counted his chickens before they hatched as he ended up receiving last place.
  (Louis daha/henüz yarış başlamadan galibiyet/zafer kutlamasını düşünüyordu, ama Louis yarışı son sırada bitirerek dereyi görmeden paçalarını sıvamış oldu.)

* Don`t count your chickens before they`re hatched - remember you haven`t passed your exams yet and may not get the job you expect.
  (Dereyi görmeden paçayı sıvama. Unutma ki sınavları henüz geçemedin ve belki de beklediğin/umduğun işe giremezsin.)

* A: I think I'll get a promotion at work this year, so I'm going buy a new car.
  (Sanırım bu sene terfi alacağım/maaşım yükselecek, bu yüzden gidip yeni bir araba alacağım.)
  B: Don't count your chickens. First wait until you get the promotion and then spend your money.
  (Bir şey gerçekleşmeden gerçekleşmiş kabul etme. Önce terfi alana kadar bekle, sonra paranı harca.)

* A: When I finish university, I'm going to work as a journalist in a big company.
  (Üniversiteyi bitirdiğimde/üniversiteden mezun olduğumda, büyük bir kurumda gazetecei olarak çalışacağım.)
  B: Ok, but don't count your chickens before they hatch. You have to finish university first.
  (Tamam ama dereyi görmeden paçalarını sıvama. Önce üniversiteyi bitirmelisin.)

* I am not 100/ sure that I will pass the exam. I'm not counting my chickens yet.
  (Sınavı geçtiğime yüzde yüz emin değilim/sınavı yüzde yüz geçtim diyemem. Çocuk doğmadan adını koymayacağım.)

* I wouldn't count my chickens if I were you. Wait until you know for sure before you make a decision.
  (Senin yerinde olsaydım dereyi görmeden paçalarımı sıvamazdım. Karar almadan önce tam emin olana kadar bekle.)

* Teenager: I’m going to go to Harvard and do an Undergraduate degree. Then I’m going to study Law, and become a successful and rich lawyer. After that, I’m going to go into politics and maybe become the President.
  (Genç: Harvard'a gidip lisans yapacağım. Sonra da hukuk okuyup başarılı ve zengin bir avukat olacağım. Daha sonra da politikaya/siyasete atılıp belki de Devlet Başkanı olacağım.)
  Dad: Okay son, but don’t count your chickens before they’ve hatched. Focus on getting into Harvard first, and then make your decisions.
  (Baba: Tamam evladım, ama dereyi görmeden paçayı sıvama. Önce Harvard'a girmeye odaklan/bak sonra diğer kararlarını verirsin/alırsın.)

İngilizce Ders 21

Eslfast Audio Listening
Sports

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Sports

1
A: Did you go to the basketball game on Friday?
Cuma günkü basketbol maçına gittin mi?
B: No, I couldn't make it.
Hayır gidemedim.
A: You missed a really good game.
Harika bir maçı kaçırdın.
B: Oh, really? Who won?
Oh gerçekten mi/hadi be? Kim kazandı?
A: Our school did. They played really well.
Bizim okul (takımı) kazandı. Çok iyi oynadılar.
B: Too bad I was busy. I really wanted to go.
Ne yazık ki/maalesef meşguldüm/işlerim vardı. Gitmeyi gerçekten/çok isterdim.
A: Yeah, you should have. It was really exciting.
Evet, gitsen iyi olurdu/yapardın. Çok heyecanlıydı/heyecanlı bir maçtı.
B: So what was the score?
Kaç kaç bitti?
A: The score was 101-98.
101-98 bitti.
B: Man, that was a really close game.
Dostum/adamım, kafa kafaya/çok çekişmeli bir maç olmuş/maç kafa kafaya geçmiş.
A: That's what made it so great.
Maç da zaten bu yüzden harikaydı/harika geçti.
B: I'll make sure and make it to the next one.
Bir dahaki maça mutlaka gitmeye çalışacağım.
Bir dahakini/bir dahaki maçı kaçırmamaya bakacağım.

2
A: Were you able to attend Friday night's basketball game?
Cuma geceki basketbol maçına gidebildin mi?
B: I was unable to make it.
Gidemedim/gitme imkanım olmadı.
A: You should have been there. It was intense.
Orada/maçta olmalıydın. Sıkı/gergin bir maçtı.
B: Is that right. Who ended up winning?
Öyle mi/hadi ya. Kim kazandı/galip bitirdi?
A: Our team was victorious.
Bizim takım kazandı/salondan zaferle ayrıldı.
B: I wish I was free that night. I'm kind of mad that I didn't go.
Keşke o gece müsait olsaydım/o gece müsait olmayı isterdim. Gidemediğim için biraz sinirliyim/canım sıkkın.
A: It was a great game.
Harika/çok güzel bir maçtı.
B: What was the score at the end of the game?
Maç kaç kaç sonuçlandı/bitti?
A: Our team won 101-98.
Bizim takım 101-98 kazandı.
B: Sounds like it was a close game.
Kafa kafaya/çok çekişmeli bir maçmış/maç olmuş gibi geliyor/duruyor.
A: That's the reason it was such a great game.
Bu yüzden zaten maç harikaydı/harika geçti.
B: The next game, I will definitely be there.
Bir dahaki maç kesinlikle oradayım/bir dahaki maçı kesinlikle /hayatta kaçırmam.

3
A: I was meaning to ask you if you saw the basketball game on Friday.
Cuma günkü basketbol maçını izleyip izlemediğini sormak istiyorum/merak ediyorum.
B: I wanted to go, but I couldn't.
Gitmek istiyordum ama gidemedim.
A: It was a great game.
Harika/çok güzel bir maçtı.
B: It's too bad that I couldn't make it. Who won?
Ne yazık ki/maalesef gidemedim. Kim kazandı?
A: Our team played hard and won.
Bizim takım güzel oynayıp/güzel bir oyunla kazandı.
B: I really wish I went to the game.
Maça gitmeyi/maçta olmayı çok isterdim.
A: It was the best game ever.
Gelmiş geçmiş en güzel/iyi maçımızdı/şu ana kadarki en güzel/iyi oynadığımız maçtı
B: So tell me the final score.
Maçın skorunu söylesene.
A: The other team lost by three points, 101-98.
Diğer takım üç sayıyla kaybetti, 101-98
B: It must've been a close game.
Desene kafaya kafaya bir maçtı/maç olmuş.
A: It really was. You should've gone.
Gerçekten öyleydi. Maça gidecektin/maçta olacaktın.
B: Hopefully, I'll make it to the next one.
İnşallah bir dahakine/bir dahaki maça gideceğim.

İngilizce Deyimler ve İfadeler 61

English Expressions & Phrases


put yourself in one's shoes (place/position)

= try to understand one's situation/feelings
    to empathise
    imagine what it is like to be in their position
    see the situation through someone’s eyes
    stand in the other person's place and look at the situation through their eyes
    imagine how someone else feels in a difficult situation
    to see how it feels when you put yourself in smoeone's place
    the phrase implies one should show empathy
    walk/stand in one's shoes

= kendini başkasının yerine koymak
    kendini benim/onun yerine koy
    empati yap ve beni/onu anlamaya çalış
    durumu başkasının gözüyle görebilmek/değerlendirebilmek



* Try to put yourself in my shoes. How would you react?
  (Kendini benim yerime koymaya çalış. Nasıl bir tepki verirdin/tepkin nasıl olurdu?)

* Put yourself in my place - what else could I have done?
  (Kendini benim yerime koy. Başka ne yapabilirdim ki?)

* Try to put yourself in my shoes and don't be so hard on me.
  (Kendini benim yerime koymaya çalış/koymayı dene, ve bana bu kadar çok yüklenme/üstüme gelme.)

* What was I suppose to do? Try to put yourself in my place.
  (Ne yapmalıydım? Kendini benim yerime koymayı dene.)

* It's easy to be understanding if you always put yourself in the other person's place.
  (Kendini her zaman başkalarının yerine koyarsan, anlayışlı olman/halden anlaman kolay olur/kolaylaşır.)

* If you put yourself in my place, you would understand why I did that.
  (Eğer kendini benim yerime koyarsan, bunu niye yaptığımı anlayacaksın/anlarsın.)

* Well what would you do? Just put yourself in my shoes.
  (Sen ne yapardın? Bir kendini benim yerime koy.)

* What could I have done to solve the problem? Just put yourself in my shoes.
  (Sorunu çözmek/halletmek için ne yapabilirdim ki? Bir kendini benim yerime koy.)

* I put myself in Tom's shoes and realized that I would have made exactly the same choice.
  (Kendimi Tom'un yerine koydum ve anladım ki benim de kesinlikle tercihim aynı olurdu.)

* Put yourself in other people's shoes when you are communicating.
  (İletişim sırasında kendinizi başkalarının yerine koyun.)

* Don't be angry with her. Just try to put yourself in her shoes. Don't you know how she feels?
  (Ona kızma. Sadece kendini onun yerine koy/empati yapıp onu anlamaya çalış. Neler hissettiğini anlamıyor musun?)

* You should put yourself in her shoes.
  (Kendini onun yerine koymalısın.)

* A: You know I didn't mean to hurt you, but I had no choice.
  (Seni kırmak/üzmek istememiştim, biliyorsun, ama başka çarem yoktu/elimden başka birşey gelmiyordu.)
  B: That's no excuse for what you did to me.
  (Senin bana bu yaptığının özrü/bahanesi yok/olamaz.)
  A: Try to put yourself in my place. What would you have done?
  (Kendini benim yerime koymaya çalış. Sen ne yapardın?)
  B: I see your point.
  (ne demek istediğini anladım/anlıyorum/seni anlıyorum)

* Put yourself in customer's shoes when you are picking out your tags.
  (Etiketleri/arama etiketlerini seçerken/belirlerken kendinizi müşteri yerine koyun/müşteri gözüyle bakmaya/değerlendirmeye çalışın.)

* If you could just put yourself in his shoes for a moment, perhaps you would understand why it is not as easy as you seem to think.
  (Kendini biraz/bir anlığına onun yerine koyarsan, belki de niye sandığın kadar kolay olmadığını anlayacaksın/anlarsın.)

* You are a good translator but you need to have more confidence and not be afraid to put yourself in an English speakers shoes.
  (İyi bir çevirmensin/çevirilerin iyi ama kendine daha fazla güvenip kendini İngilizce konuşanların yerine koymaktan çekinmemen/korkmaman gerekiyor.)

* I know you think Matt is a jerk, but put yourself in his shoes. He knows he made a mistake and he is doing his best to make things better.
  (Biliyorum, Matt'i kaba saba biri olarak görüyorsun/Matt senin gözünde kaba saba/görgüsüzün biri ama kendini onun yerine koy. Hata yaptığının farkında ve durumu düzeltmek için elinden geleni yapıyor/çabalıyor.)

* ... Finally, put yourself in the employer's shoes, or pretend that you are the employer, and decide if you would hire the candidate who wrote the letter.
  (... Son olarak da kendini işverenin yerine koy, yani sanki işveren senmişsin gibi hareket et, böylece mektupu/CV'yi yazan adayı işe alır mıydın karar ver.)

* Advertising used to be simple. Put an ad in the paper – the phone rings and people walk through your door.
  But put yourself in today’s consumer shoes for a second – when was the last time you picked up a phone book or flipped through a newspaper to find a local business?
  (Reklam işi/verme olayı önceden/eskiden basitti. Gazeteye reklam ver, telefonun çalsın ya da insanlar kapından içeri girsin.
  Fakat kendinizi bir anlığına/süreliğine günümüz müşterilerinin/tüketicilerinin yerine koyun. En son ne zaman yerel bir işletmeyi bulmak için telefon rehberinize bakmıştınız ya da gazeteye göz gezdirmiştiniz?)

18 Ocak 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 60

English Expressions & Phrases


there is something left

= used when we talk about something that has not been used completely
    something is remaining

= kalmak, geriye kalmak
    durmak


* We run out of paper yesterday. There's no paper left.
  (Dün kağıdı bitirdik/dün son kağıdı kullandık. Hiç kağıt kalmadı.)

* There is a lot of milk left in your glass.
  (Bardağında daha bir sürü süt duruyor.)

* There is only 2 months left for the exam. When do you plan to start studying?
  (Sınava sadece iki ay kaldı. Çalışmaya başlamayı ne zaman düşünüyorsun?)

* There isn't any tea left, I'm afraid. Won't you have some coffee instead?
  (Maalesef/ne yazık ki hiç çayım-ız kalmadı/çayım-ız bitti. Onun yerine kahve ister misin/alır mıydın/getireyim mi?)

* Is there any of that lemon cake left?
  (Limonlu kekinizden/pastanızdan hiç kaldı mı/var mı?)

* There was hardly any food left by the time we got there.
  (Vardığımızda çok çok az yemek kalmıştı/yemek neredeyse bitmek üzereydi.)

* There isn't any tissue left in the bathroom.
  (Tuvalette hiç tuvalet kağıdı kalmamış/tuvaletteki tüm tuvalet kağıtları bitmiş.)

* There isn't much space left in my office. I need a bigger one.
  (Ofisimde fazla yer kalmadı. Daha büyük bir ofise ihtiyacım var.)

* If you're going anywhere near the market, do get me some onions. There aren't any onions left in the house.
  (Marketin/bakkalın yakınında bir yere gidiyorsan, bana biraz soğan al. Evde hiç soğan kalmamış/evdeki tüm soğanlar bitmiş.)

* There isn't any salt left in the house.
  (Evde hiç tuz kalmamış/ evdeki bütün tuz bitmiş.)

* There is no sugar left in the pot.
  (Kavanozda hiç şeker kalmamış.)

* I'm afraid there isn't any coffee left.
  Maalesef/ne yazık ki hiç kahvem-iz kalmadı/kahvem-iz bitti.)

* There‘s almost no coffee left in the pot.
  (Kavanozda kahve yok denecek kadar kalmış/kavanozdaki kahve bitmiş sayılır.)

* Please boil some more water. There isn't any water left in the kettle.
  (Lütfen biraz daha su kaynat. Su ısıtıcısında hiç su kalmamış/ısıtıcıdaki su bitmiş.)

* There isn’t much food left in our cellar.
  (Kilerimizde fazla yiyeceğimiz kalmadı.)
  (Kilerimizdeki yiyecekler bitmek üzere.)

* There is no free seat left.
  (Hiç boş yer/koltuk kalmamış/bütün koltuklar dolu.)

* Are there any places left for tonight's concert?
  (Bu geceki konser için yeriniz kaldı mı/boş yeriniz var mı?)

* There isn't a single biscuit left in the packet.
  (Pakette bir tane bile bisküvi kalmamış/paketteki tüm bisküviler bitmiş.)

* There's only one chocolate left in the box.
  (Kutuda sadece/tek bir tane çikolata kalmış.)

* There isn't much time left. Please hurry.
  (Fazla vakit kalmadı. Lütfen acele et/çabuk ol.)

* She would like to make an apple-pie, but there aren't any apples left.
  (Elmalı turta yapmak istiyor ama hiç elma kalmamış.)

* I always sweeten my coffee, but there isn't any sugar left.
  (Kahveme her zaman şeker katarım ama hiç şeker kalmamış.)
  (Kahvemi her zaman/hep şekerli yaparım ama hiç şekerim kalmamış.)

* There is no work left for me here today.
  (Bugün burada bana hiç iş bırakmamışsınız.)
  (Bugün buradaki bütün işleri bitirmişsiniz.)

* There aren't many tickets left for the match.
  (Maç için fazla bilet kalmadı.)
  (Maç biletlerinin çoğu tükendi.)

* There's not a dime left in my account.
  (Hesabımda bir kuruş kalmadı.)

* There isn't any milk left!
  (Hiç süt kalmamış/sütü bitirmişiz.)

* There is nothing left between us.
  (Aramızda hiç birşey kalmadı/aramızdaki herşey bitti.)

* A: We can't make a fire!
  (Ateş yakamıyoruz.)
  B: I am not surprised, there aren't any matches left!
  (Hiç şaşırmadım/şaşmamak lazım, hiç kibritimiz kalmamış.)

* A: Is there any pizza left?
  (Hiç pizza kaldı mı?)
  B: Yes, there are two slices left.
  (Evet, iki dilim kaldı/duruyor.)

* A: Can I have some more, please?
  (Biraz daha alabilir miyim/verebilir misiniz lütfen?
  B: Oh, what a pity! There isn't any spaghetti left!
  (Ah ne yazık/üzücü/can sıkıcı bir durum/çok üzgünüm. Hiç spagatti/makarna kalmadı/kalmamış.)

* A: The porter is waiting for a tip!
  (Kapıcı bahşiş için bekliyor.)
  B: I see, but there isn't any money left!
  (Biliyorum ama hiç param kalmadı.)

* A: Can I wash my hands?
  (Ellerimi yıkayabilir miyim?)
  B: No, you can't, there isn't any soap left!
  (Hayır yıkayamazsınız, hiç sabun kalmadı.)

* A: We need a nice cup of tea!
  (Güzel bir çay ne iyi giderdi/gelirdi bize/şöyle güzel bir çay olsa da içsek!)
  B: Well, there isn't any tea left!
  (Hiç çay kalmadı/kalmamış/çayımız bitmiş.)

* A: The boot is full! Look!
  (Bagaj tıka basa doldu, baksana/görmüyor musun?)
  B: Don't worry, there isn't any luggage left!
  (Merak etme/rahat ol, hiç bagaj kalmadı.)

* A: Will you make an omelette?
  (Omlet yapacak mısın?)
  B: I'd like to, but there aren't any eggs left.
  (İstiyordum ama hiç yumurta kalmamış.)

* There's nothing left.
  (Hiç birşey kalmadı.)

* There's not a drop left.
  (Bir damla bile kalmadı.)

* There's two weeks left in school.
  (Okulun bitmesine iki hafta kaldı.)

17 Ocak 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 59

English Expressions & Phrases


it's for you (him/her/me)

= (phone) the caller wants to speak to you/him/her/me

= sizi/seni arıyorlar
    arayan sizinle/seninle konuşmak istiyor
    telefon sana, telefonun var



* Could you ask Chris to come to the phone? It's for him. It's his mother.
  (Chris'e telefona bakmasını söyler misin? Onu arıyorlar. Annesi arıyor/Annesi arıyor/arayan annesiymiş.)

* A: The phone is ringing.
  (Telefon çalıyor.)
  B: I'll get it. I think it's for me.
  (Ben bakarım/bakıyorum. Sanırım beni arıyorlar.)

* Hellen: Hello.
  (Alo/buyrun)
  Jerry: Hi, Hellen. May I speak to Jane, please?
  (Merhaba Hellen. Jane ile konuşabilir miyim lütfen?)
  Hellen: Who’s this?
  (Arayan kimdi/kim arıyordu/kimsiniz?)
  Jerry: It’s Jerry.
  (Ben Jerry/Jerry ben.)
  Hellen: Oh, hey there. Hold on a sec, I’ll get Jane for you.
  (Oh merhaba. bir saniye bekleyin, sizi Jane'e bağlıyorum/aktarıyorum.)
  Hellen: Jane, it’s for you!
  (Jane, seni arıyorlar/telefon sana/telefonun var.)
  Jane: I’ll be right there!
  (hemen geliyorum.)
 

İngilizce Deyimler ve İfadeler 58

English Expressions & Phrases


(it) doesn't hurt/never hurts to ask

= a phrase said when one asks a question, even when the answer is known to be no
    to ask does not offend, there's no offence in asking
    It isn't a sin to ask

= sormaktan zarar gelmez
    sormak ayıp/günah değil ya
    sormakla birşey kaybetmezsin
    sormamaktansa sormak iyidir/daha iyidir
    biliyordum hayır diyeceğini ama yine de bir sorayım/şansımı bir deneyeyim dedim
    sordum da bir yerim eksilmedi ya
    İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara



* If you don't ask, the answer is already "no." If you ask, there's a chance you'll get a "yes." It doesn't hurt to ask.
  (Eğer sormazsan, cevap zaten hayırdır. Eğer sorarsan, eveti almak/duymak için bir şansın olur. Sormakla birşey kaybetmezsin/sormamaktansa sormak iyidir.)

* It never hurts to ask. The worst thing that can happen is you don’t get the answer you were hoping for, right?
  (Sormaktan zarar gelmez. Olabilecek/yaşanabilecek en kötü şey, umduğun/beklediğin cevabı/yanıtı alamamak olur, öyle değil mi?)

* Today, however, I was reminded of why it never hurts to ask ... again.
  (Bugün sormaktan niye zarar gelmezmiş, bir kez daha anladım.)

* It’s true what they say: It never hurts to ask.
  (Ne kadar/çok doğru söylemişler/demişler: Sormaktan zarar gelmez/sormakla bir şey kaybetmezsin.)

* Sue: Can I have two of these?
  (Bunlardan ikisini/iki tanesini alabilir miyim/alayım mı?)
  Sally: Certainly not!
  (Kesinlikle/hayatta olmaz.)
  Sue: Well, it never hurts to ask.
  (Pekala, isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara/biliyordum hayır diyeceğini ama yine de bir sorayım dedim.)

* John: Can I take some of these papers home with me?
  (Bu evraklardan/belgelerden bir kısmını eve götürebilir miyim?)
  Jane: No, you can't. You know that.
  (Hayır götüremezsin. Biliyorsun bunu-ne diye soruyorsun-)
  John: Well, it doesn't hurt to ask.
  (Sormaktan zarar gelmez/sormak ayıp değil ya.)