26 Şubat 2015 Perşembe

İngilizce Ders 38

Eslfast Audio Listening
College Life
Registering For A Class

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Registering for a class
(Derse kaydolma/kayıt yaptırma)

1
A: Hello, I need to register for a class.
(Merhaba, ders kaydı yaptırmak istiyorum/yaptıracaktım.)
B: What class are you trying to take?
(Hangi dersi almak istiyorsunuz?)
A: I want to take a Psychology class.
(Psikoloji dersini almak istiyorum.)
B: Well, there are only two classes open.
(Açık/müsait olan sadece/yalnızca iki sınıf var/bulunuyor.)
A: Can you tell me what days the classes are on?
(Sınıfların hangi günler açık olduğunu/açıldığını söyleyebilir misiniz?)
B: One class is on Tuesday and Thursday from 2:00 to 4:00 p.m.
(Sınıfın bir tanesi Salı ve Perşembe günleri saat 2'den 4'e açık.)
(Biri Salı-Perşembe 2-4 sınıfı)
A: And the other class?
(Ya diğer/öbür sınıf?)
B: That class is from ten to twelve on Monday and Wednesday.
(O da Pazartesi-Çarşamba, 10-12 sınıfı.)
A: Are you sure these are the only open classes?
(Açık/müsait sınıfların sadece bunlar olduğuna eminsiniz değil mi?)
B: Yes, I am sure.
(Evet eminim.)
A: Okay, sign me up for the class on Monday and Wednesday.
(Tamam, beni Pazartesi-Çarşamba sınıfına kaydedin/yazın.)
B: Very well then.
(Tamam/pekala.)

2
A: I would like to register for a class today.
(Bir ders kaydı yaptırmak istiyorum.)
B: No problem, what class would you like to take?
(sorun değil/Hay hay, hangi dersi almak istiyorsunuz?)
A: I would very much enjoy taking a Psychology class. Because I'm crazy.
(Psikoloji dersi almak çok hoşuma giderdi. Çünkü çılgının/delinin biriyim.)
B: There are two classes that are still open.
(Hala açık/müsait olan iki sınıf var/bulunuyor.)
A: Which days are these classes on?
(Bu sınıflar hangi günler açılıyor/açık?)
B: The first class is a Tuesday and Thursday class from two to three.
(İlk sınıf Salı-Perşembe saat 2-3 sınıfı.)
A: What about the other class?
(Peki ya öbür/diğer sınıf?)
B: The other class is on Monday and Wednesday from 10:00 until noon.
(Diğer sınıf Pazartesi-Çarşamba, 10-12 sınıfı/ günleri saat 10'dan öğlene kadar.)
A: Are you sure there are no more open classes?
(Başka açık/müsait sınıfın olmadığından emin misiniz?)
B: I'm positive.
(Eminim/kesinlikle başka yok.)
A: Sign me up for Monday and Wednesday.
(Pazartesi-Çarşamba sınıfına kaydımı yapın.)
B: Okay, I'll sign you up.
(Pekala, kaydınızı yapacağım/yapıyorum.)

3
A: Could you help me to register for a class?
(Ders kaydı için yardımcı olabilir misiniz?)
B: Do you know what class you want to take?
(Almak istediğiniz dersi belirlediniz mi?)
A: Are there any Psych classes available?
(Müsait/açık olan hiç psikoloji sınıfı var mı?)
B: I believe there are still two Psychology classes open.
(Zannedersem/sanırım hala açık/müsait olan iki psikoloji sınıfı var/bulunuyor/olacaktı.)
A: On what days are the classes?
(Sınıflar/dersler hangi günlerde oluyor?)
B: There is one class on Tuesday and Thursday from 2 to 4.
(Salı-Perşembe günleri 2'den 4'e/2-4 arası bir sınıf var.)
A: Can you tell me about the other class?
(Diğer sınıftan bahsedebilir misiniz?)
B: It's from 10-12 on Monday and Wednesday.
(Pazartesi-Çarşamba günleri 10-12 arası.)
A: You're positive that these are the only classes left?
(Kalan sınıfların tek/sadece bunlar olduğuna emin misiniz?)
B: These two are the only ones.
(Sadece bu ikisi.)
A: The class on Monday and Wednesday will be fine.
(Pazartesi-Çarşamba sınıfı olsun.)
B: Very good.
(Tamam/pekala/olur.)

25 Şubat 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 85

English Expressions & Phrases


run into someone

= to meet/encounter someone unexpectedly/accidentally
    come across, bump into, run across
    to meet by chance
 
= bir kimseyle tesadüfen karşılaşmak
    bir kimseye rastlamak, denk gelmek, rast gelmek
 


* I often run into her at the supermarket.
  (Onunla süpermarkette sık sık karşılaşıyorum/karşılaşıyoruz/ona markette sık sık rastlıyorum.)

* I ran into Emma on my way home.
  (Eve giderken Emma'yla karşılaştım/Emma'ya rastladım.)

* Guess who I ran into at Taksim today?
  (Bil bakalım/tahmin et bugün Taksim’de kime rastladım?)

* I ran into my boss at the cinema.
  (Sinemada patronuma rastladım/patronumla karşılaştık/patronumu gördüm.)

* Didn’t we run into each other at the meeting last week?
  (Geçen haftaki/geçen hafta toplantıda karşılaşmamış mıydık?)

* I ran into Jerry this morning. He was on his way to the dentist.
  (Bu sabah Jerry ile karşılaştım/Jerry'e rastladım. Dişçiye gidiyordu.)

* I ran into an old friend yesterday.
  (Dün eski bir arkadaşa rastladım/arkadaşla karşılaştım.)

* We ran into some old friends at the bar.
  (Barda bir kaç eski arkadaşa rastladık/arkadaşla karşılaştık.)

* Graham ran into someone he used to know at school the other day.
  (Graham geçen gün/geçenlerde/birkaç gün önce okulda önceden/daha önce tanıdığı biriyle karşılaştı/karşılaşmış/birine rastladı/rastlamış.)

* I was hoping I wouldn't run into Tom.
  (Tom'la karşılaşmamayı/Tom'a rastlamamayı/Tom'u görmemeyi umuyordum.)
  (Umarım/inşallah Tom'a rastlamam/denk gelmem/Tom karşıma çıkmaz diyordum.)
  (Umarım/inşallah Tom'u görmem diyordum.)


* I hardly ever run into him.
  (Onunla neredeyse/hemen hemen hiç karşılaşmıyorum/karşılaşmıyoruz.)
  (Onunla çok nadir/kırk yılda bir karşılaşıyorum/karşılaşıyoruz/ona çok nadir rastlıyorum.)


* I happened to run into Mervyn Johns in the hallway.
  (Koridorda Mervyn Johns ile karşılaştım/John'a rastladım.)

* If you run into Mr. Long, don't forget to ask him about how his wife is doing.
  (Eğer Bay Long'a rastlarsan/Long'la karşılaşırsan, ona karısının nasıl olduğunu sormayı unutma.)

* The students ran into their history teacher on the bridge yesterday.
  (Öğrenciler dün köprüde tarih öğretmenlerine rastladılar/öğretmenleriyle karşılaştılar.)

* Do you know who I run into yesterday? Larry Mason.
  (Dün kimle karşılaştım biliyor musun? Larry Mason'la.)

* My mother was always running into people she knew whenever we went out shopping.
  (Ne zaman alışverişe çıksak/gitsek/Alışverişe her çıkışımızda/gidişimizde annem hep tanıdığı insanlarla karşılaşıyordu/karşılaşırdı/insanlara rastlıyordu/rastlardı.)

* Jenny! I can't believe I ran into you here.
  (Jenny! Burada karşılaştığımıza inanamıyorum.)

* John ran into an old friend from home while traveling in Italy.
  (John İtalya'da seyahat ederken memleketten/hemşerisi eski bir arkadaşa rastladı/arkadaşla karşılaştı.)

* Imagine running into you here, of all places!
  (Seninle burada karşılaşacağım/sana burada rastlayacağım aklımın ucuna gelmezdi.)

* I ran into an old friend of mine on the train the other day. It was a real surprise. We hadn't seen each other since high school.
  (Geçenlerde trende eski bir arkadaşımla karşılaştım/arkadaşıma rastladım. Büyük sürpriz oldu/gerçekten de hiç beklemezdim. Liseden beri birbirimizi görmemiştik.)

* I ran into Fred at the airport. I was arriving from Seoul, and he was on his way to Chicago.
  (Havaalanında Fred'le karşılaştım/Fred'e rastladım. Ben Seoul'den dönüyordum, o da Chicago'ya gidiyordu.)

* Sometimes I run into Mary at the bank. We both go on Mondays.
  (Bazen/arasıra bankada Mary ile karşılaşıyorum. İkimiz de Pazartesi günleri gidiyoruz/orada oluyoruz.)

İngilizce Ders 37

Eslfast Audio Listening
Leave-taking


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Leave-taking
(Ayrılma/vedalaşma)

1
A: Well, it was nice talking to you.
(Pekala, seninle konuşmak/sohbet etmek güzeldi.)
B: It was nice talking to you too.
(Seninle de konuşmak/sohbet etmek güzeldi.)
A: We should really hang out again.
(Gene beraber bir şeyler yapalım/beraber takılalım.)
B: That would be fun.
(Güzel olur/iyi olur.)
A: Where do you want to go?
(Nereye gitmek istersin/isterdin/nereye gidelim dersin?)
B: I think we should go out to eat.
(Bence/bana kalırsa dışarıya/bir yerlere yemek yemeğe gidelim/yemeğe çıkalım.)
A: That sounds good.
(Güzel fikir/güzel olur/iyi olur/bana uyar.)
B: All right, so I'll see you then.
(Pekala, öyleyse/o halde sonra görüşürüz.)
A: I'll call you later.
(Seni sonra ararım/daha sonra konuşuruz.)
B: Okay, I'll talk to you later then.
(Tamam, öyleyse sonra konuşuruz.)
A: See you later.
(görüşmek üzere/görüşürüz/daha sonra görüşürüz)
B: Bye.
(Hoşçakal)


2
A: I enjoyed talking to you.
(seninle konuşmak/sohbet etmek güzeldi.)
B: I enjoyed talking to you too.
(Seninle de konuşmak/sohbet etmek güzeldi.)
A: We should hang out some time.
(Bir ara beraber bir şeyler yapalım/takılalım.)
B: I think that would be nice.
(Bence güzel olur/iyi olur/güzel fikir.)
A: Is there anything you would like to do next time?
(Bir dahaki sefere yapmak istediğin bir şey var mı?)
B: Do you want to go out to eat?
(Yemeğe çıkmak ister misin/çıkmaya ne dersin?)
A: I'd like that.
(İsterim/iyi olur/güzel olur.)
B: So I'll see you next time.
(Öyleyse bir dahaki sefere görüşürüz.)
A: I'm going to call you soon.
(Bir iki güne arayacağım seni/Yakında ararım seni.) 
B: I'll talk to you later.
(Sonra konuşuruz.)
A: See you soon.
(görüşürüz/görüşmek üzere)
B: Goodbye.
(Hoşçakal)


3
A: I had fun talking to you.
(seninle konuşmak/sohbet etmek güzeldi.)
B: It was really nice talking to you also.
(Gerçekten seninle konuşmak da/sohbet etmek de güzeldi.)
A: I think we should really do something sometime.
(Bence bir ara beraber/birlikte bir şeyler yapalım.)
B: That should be loads of fun.
(Çok güzel olur/çok iyi olur.)
A: What do you want to do next time?
(Bir dahaki sefere/bir dahakine ne yapmak istersin/yapalım dersin?)
B: Would you like to go to dinner or something?
(Yemeğe falan çıkmak/gitmek ister misin/ister miydin?)
A: Yeah, let's do that.
(evet/tamam, öyle yapalım/tamam bana uyar, tamam kabul)
B: Okay, until next time then.
(Pekala, öyleyse/o halde sonra görüşürüz.)
A: I'll call you so we can set that up.
(Ayarlamak/programı yapmak için seni ararım/Seni ararım, ayarlarız/programı yaparız.)
B: Talk to you then.
(görüşmek üzere öyleyse)
A: All right, see you.
(Tamam, görüşürüz)
B: See you.
(Görüşürüz/hoşça kal)

24 Şubat 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 84

English Expressions & Phrases


long may it last

= use this to say that we want a good situation to continue for a long time
    long may it continue

= umarım/inşallah daha böyle devam eder/sürer
    umarım/inşallah böyle de devam eder/sürer gider
    Allah bozmasın
    uzun sürse bari, böyle devam etse bari
    hemen/çabucak bitmese bari, hemen/çabucak bitmez umarım/inşallah



* The weather has been amazing lately and long may it last!
  (Hava son günlerde muhteşem/harika ve böyle de devam eder umarım/inşallah.)

* The sales figures are most impressive, long may it last.
  (Satış rakamlarımız son derece etkileyici/fevkalade, Allah bozmasın/inşallah böyle de devam eder.)

* I've won the last five games of poker. Long may it last! I'll be rich!
  (Son beş poker oyununu kazandım. Umarım daha böyle devam eder. Zengin olacağım/oluyorum.)

* These days I spend most of my time writing and I’m very happy doing so. Long may it last!
  (Bu günlerde zamanımın/vaktimin çoğunu yazmakla geçiriyorum ve bundan da çok memnunum/hiç şikayetçi değilim. İnşallah böyle de devam eder.)

* So summer has finally arrived in Ireland. Long may it last.
  (Nihayet/sonunda İrlanda'ya yaz geldi. Uzun sürse bari/böyle devam etse bari/hemen/çabucak bitmese bari/kısa sürmez inşallah/umarım.)

* So far I'm happy with my new car, and long may it last.
  (Şu ana kadar arabamdan memnunum/arabamla ilgili bir sıkıntım yok/olmadı, böyle de devam eder inşallah/umarım.)

* A: The weather has been great, hasn't it?
  (Hava çok güzel/harika, değil mi?)
  B: Yeah, it has, and long may it last.
  (Evet öyle, böyle de devam eder inşallah/umarım/böyle devam etse bari.)

* I'm learning so much in my English lessons and long may it last.
  (İngilizce derslerimden çok şey öğreniyorum/çok faydalanıyorum, umarım/inşallah böyle de devam eder.)

23 Şubat 2015 Pazartesi

İngilizce Ders 36

Eslfast Audio Listening
Ending a conversation


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Ending a conversation
(Konuşmayı/görüşmeyi/sohbeti sonlandırma)

1
A: It was nice talking to you.
(Seninle konuşmak güzeldi.)
B: Why are you trying to rush me off the phone?
(Niye telefonu kapatayım diye acele ettiriyorsun/niye sıkboğaz ediyorsun?)
A: I really have to go.
(Gerçekten kapatmam lazım.)
B: Why? I still wanted to talk to you.
(Neden? Ben seninle daha konuşmak istiyordum.)
A: I have things to do.
(Yapacak işlerim var.)
B: Like what?
(Ne gibi/mesela ne?)
A: Don't be nosey.
(Meraklı biri olma/amma da meraklısın.)
B: I'm not. I just want to know.
(Meraklı biri değilim/merak ettiğim yok. Sadece bilmek/öğrenmek istiyorum.)
A: Well, it's really none of your business.
(Ne işim olduğu seni ilgilendirmez.)
B: That's harsh.
(Çok kırıcısın/kabasın/bu ağır oldu/kırıcı oluyorsun/kabalık ediyorsun.)
A: I'm sorry, but I have to go.
(Kusura bakma, ama kapatmam gerekiyor.)
B: Fine.
(Pekala/tamam.)

2
A: I've enjoyed conversing with you.
(Seninle konuşmak güzeldi.)
B: Is there a reason why you're trying to get off the phone so fast?
(Niye telefonu bu kadar çabuk kapatmaya çalışıyorsun?)
A: I've got to go.
(Kapatmam gerekiyor.)
B: I wasn't done talking to you.
(seninle konuşmam bitmedi/konuşmamı bitirmedim. Seninle daha konuşacaklarım var.)
A: I have to do some things, and besides, it's not polite to be nosey.
(Yapmam gereken bazı işlerim var, hem/ve ayrıca, meraklı biri olman/başkasının işine burnunu sokman hiç hoş değil/olmuyor.)
B: I'm not being nosey. I'm just asking.
(Merak ettiğim yok. Sadece soruyorum/sordum.)
A: I really don't think it's any of your business.
(Seni ilgilendirdiğini hiç sanmıyorum/bence seni hiç ilgilendirmez.)
B: That's not nice.
(Hiç hoş olmadı bu/biraz kibar olabilirsin.)
A: I apologize, but I'm getting off the phone now.
(Özür dilerim/kusura bakma, ama artık telefonu kapatıyorum/kapatacağım.)
B: Okay.
(Tamam/pekala.)

3
A: I'll talk to you later.
(-Daha- sonra konuşuruz.)
B: What's the rush?
(Bu acele niye/acelen ne/arkandan kovalayan mı var/niye sıkboğaz ediyorsun?)
A: I have to get off the phone now.
(Artık/şuan telefonu kapatmam lazım.)
B: I'm not ready to get off the phone with you.
(Ben telefonu kapatmak istemiyorum.)
A: There are other things I need to take care of.
(İlgilenmem/bakmam/yapmam gereken başka şeyler/işler var.)
B: What is it that you need to do?
(Yapman gereken şey/iş ne ki?)
A: Please don't be nosey.
(Lütfen meraklı biri olma/meraklı Melahat olma.)
B: I'm not being nosey, it's just a question.
(merak ettiğim yok, basit/yalnızca bir soruydu.)
A: You don't need to worry about that.
(merak/dert etmene gerek yok/merak/dert edecek bir şey yok.)
B: That was mean to say.
(Bu hiç hoş olmadı/bu ağır oldu/kabalık ettin/kırıcı oldun/biraz kibar olabilirsin.)
A: I am very sorry, but I must go.
(Çok üzgünüm ama kapatmam lazım.)
B: I guess.
(Tahmin edebiliyorum/tabi tabi/öyledir tabi)

22 Şubat 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 83

English Expressions & Phrases


I'd better get going/moving

= say this when you need to leave
    I have to go now

= kalksam/gitsem/yola koyulsam iyi olur/olacak
    ben gideyim/kalkayım en iyisi
    gitmeliyim/kalkmalıyım



* I'd better get going. I have a meeting now.
  (Gitsem iyi olacak. Şimdi bir toplantım var.)

* I'd better get going, or I'll be late.
  (Kalksam/gitsem/yola koyulsam iyi olur/olacak, yoksa/aksi takdirde geç kalacağım.)

* It's late. I'd better get going. But thank you for a very nice dinner.
  (Geç olmuş. Ben kalkayım/gideyim en iyisi. Ama bu harika yemek için teşekkürler.)

* It's getting late, so I'd better get going.
  (Geç oluyor, bu yüzden kalksam/yola koyulsam/gitsem iyi olur.)

* Look at the time! I'd better get going!
  (Saata bak/saat kaç olmuş! Ben gideyim/kalkayım en iyisi.)

* I'd better get going. My father is really strict.
  (Kalksam iyi olacak. Babam çok katı/sert birisidir.)

* I'd better get going in case I miss the bus.
  (Ben kalkayım en iyisi, otobüsü kaçırırım neme lazım/ne olur ne olmaz.)

* I'd better get going or I'll miss my flight.
  (Kalksam/gitsem/yola koyulsam iyi olur/olacak, yoksa/aksi takdirde uçağımı kaçıracağım.)

* I'd better get going before it starts to rain.
  (Yağmur yağmaya başlamadan önce ben kalkayım/gideyim en iyisi/kalksam/gitsem/yola koyulsam iyi olacak.)

* I'd better get going, I don't wanna miss the last train.
  (Ben gideyim/kalkayım en iyisi/iyisi mi, son treni kaçırmak istemem/istemiyorum.)

* I'd better get going now. I have a lot to do at home.
  (Ben artık kalkayım en iyisi/iyisi mi, evde yapacak bir sürü işim var/yapılacak bir sürü iş evde beni bekliyor.)

* A: Would you like another coffee?
  (Bir kahve daha alır mıydın-ız-?)
  B: Actually, I'd better get going now.
  (Aslına bakarsan/aslında/doğrusu ben artık kalksam iyi olur/olacak.)

20 Şubat 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 82

English Expressions & Phrases


hold (someone) to (something)

= to make (someone) keep (a promise), follow a decision
    to demand that someone act on a promise or agreement
    to make someone adhere to an agreement
    to make someone do what they have promised or decided

= sözünü/yeminini vb tutmasını beklemek/istemek
    sözünü/yeminini vb hatırlatmak
    anlaşmaya/karara vb riayet etmesini/uymasını istemek/beklemek




* I'll hold you to your word.
  (Sözünü tutmanı bekliyorum/sözünü hatırlatırım sana/sözünü unutma, sözünü tutmamazlık yapma, sözünde dur, sözünü tut.)

* You had better not promise anything rash, because you know I will hold you to it!
  (Düşünmeden/tartmadan bir şeye söz vermesen iyi edersin, biliyorsun, sözünü hatırlatırım sana/sözünü tutmanı beklerim.)

* They’re holding him to the exact terms of the contract.
  (Ondan anlaşma şartlarının tamamına riayet etmesini bekliyorlar/uymasını istiyorlar.)

* You promised me that you would buy six of them, and I'm going to hold you to your promise.
  (Ondan altı tane alacağına bana söz vermiştin, senden sözünü tutmanı bekliyorum/sana verdiğin sözü hatırlatıyorum.)

* It was difficult, but he held himself to the terms of the contract.
  (Zor/ağır olmasına rağmen anlaşma şartlarına uydu/riayet etti/şartlarını bozmadı.)

* I'm going to hold her to her promise.
  (Onun verdiği sözü tutmasını bekliyorum.)

* You made a promise and I'm going to hold you to it.
  (Söz vermiştin, sözünü tutmanı/yerine getirmeni bekliyorum/sana verdiğin sözü hatırlatıyorum.)

* A: I'll ask him tomorrow.
  (Ona yarın soracağım/sorarım.)
  B: OK, but I'm going to hold you to that.
  (Ama unutma bu sözünü/soracağım dedin bak unutma.)

* A: Come and stay with us one weekend.
  (Gel bir hafta sonu yanımızda kal/misafirimiz ol.)
  B: I'll hold you to that!
  (Bu sözünü hatırlatırım bak!)

İngilizce Ders 35

Eslfast Audio Listening
Declining an invitation to a party (2)

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Declining an invitation to a party (2)
(Parti davetini kabul etmeme/reddetme/geri çevirme)

1
A: What's up?
(naber/nasılsın/ne var ne yok?)
B: Nothing much, what's going on?
(ne olsun/aynı işte/bildiğin gibi, sen nasılsın/sende ne var ne yok?)
A: I'm having a party this Friday.
(Bu Cuma bir parti veriyorum/düzenliyorum.)
B: Oh, really? That's nice.
(Öyle mi? Ne güzel.)
A: I wanted to see if you wanted to come.
(Bir bakayım dedim gelmek ister misin/Gelmek ister miydin diye soracaktım.)
B: This Friday? Sorry, I already have plans.
(Bu Cuma mı? Üzgünüm/kusura bakma, başka planlarım/bir planım var/plan yapmıştım/başka bir programım var.)
A: Doing what?
(Ne yapacaksın ki/ne işin/planın var ki?)
B: I'm going to dinner with my family.
(Ailemle yemeğe çıkacağım/gideceğim/ailecek yemeğe çıkacağız/gideceğiz.)
A: I really wanted you to come, but I understand.
(Gelmeni gerçekten/çok isterdim ama anlıyorum seni/mazeretini kabul ediyorum.)
B: Yeah, maybe next time.
(Evet, belki bir dahaki/gelecek sefere/belki başka zaman/belki daha sonra)
A: I'll hold you to that.
(Hatırlatacağım/unutturmam sana bunu/bu sözünü/unutma bu sözünü.)
B: Sounds like a plan.
(öyle olsun, tamam öyle yapıyoruz, bana uyar, benim için sorun yok)

2
A: Hey, what's good with you?
(Selam/merhaba, nasılsın/ne var ne yok?)
B: Not a lot. What about you?
(ne olsun/aynı işte/bildiğin gibi, senden naber/sen nasılsın/sende ne var ne yok?)
A: I'm throwing a party on Friday.
(Cuma günü bir parti veriyorum/düzenliyorum.)
B: That sounds like fun.
(Kulağa hoş geliyor/ne güzel!)
A: Do you think you can come?
(Ne dersin gelebilir misin?)
B: I'm sorry. I'm already doing something this Friday.
(Kusura bakma. Bu Cuma başka bir şey yapacağım/başka bir programım var.)
A: What are you going to be doing?
(Ne yapacaksın ki/ne işin var ki?)
B: My family and I are going to dinner.
(Ailecek yemeğe gideceğiz/çıkacağız.)
A: I was hoping you would come.
(Gelirsin diye umuyordum/ummuştum.)
B: I'll definitely try to make it the next time.
(Bir dahaki sefere mutlaka gelmeye çalışacağım/gayret edeceğim.)
A: I'd better see you there.
(seni orada görmek istiyorum/Gel mutlaka)
B: All right. I'll see you next time.
(Mutlaka. Bir dahaki sefere görüşürüz.)

3
A: What's going on?
(Nasıl gidiyor/nasılsın/ne var ne yok?)
B: Nothing really. How about you?
(ne olsun/aynı işte/bildiğin gibi, senden naber/sen nasılsın/sende ne var ne yok?)
A: A lot, like the party I'm having on Friday.
(Yoğunum/bir sürü hengame/koşturmaca, Cuma günü vereceğim parti mesela)
B: Well, that's cool.
(ne güzel/güzelmiş.)
A: Will you be able to make it?
(Gelebilecek misin/gelebilir misin?)
B: I'm busy this Friday. I'm sorry.
(Bu Cuma işim var/meşgulüm, kusura bakma.)
A: What do you have to do?
(Ne yapmak zorundasın ki/ne işin var ki/ne yapacaksın ki?)
B: I'm having dinner with my family.
(Ailemle yemek yiyeceğim/ailecek yemek yiyeceğiz.)
A: Maybe you can come next time.
(Belki bir dahaki sefere gelirsin.)
B: I'll make sure and come to your next party.
(Bir dahaki partine mutlaka geleceğim.)
A: I'll look for you at my next party.
(Sonraki partime bekliyorum seni.)
B: I'll be there.
(Geleceğim/orada olacağım.)

19 Şubat 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 81

English Expressions & Phrases


can't stand

= dislike, hate, to not like
    not able to suffer, cannot endure

= sevmemek, hoşlanmamak, hoşuna gitmemek, hazzetmemek
    dayanamamak, katlanamamak, tahammül edememek, çekememek, kaldıramamak
    gıcık olmak/etmek, uyuz olmak/etmek



* I can't stand the heat, we should buy an air-conditioner.
  (Sıcağa dayanamıyorum, klima alsak iyi olur/almamız gerekiyor.)

* I can't stand losing.
  (Kaybetmeye tahammülüm yoktur/kaybetmeyi hiç sevmem/kaybetmekten nefret ederim.)

* I hope that noise stops soon - I don't think I can stand it much longer!
  (Umarım bu gürültü yakında sona erer, daha fazla dayanabileceğimi/kaldırabileceğimi hiç sanmıyorum.)

* I can’t stand his lies any more.
  (Yalanlarına artık/daha fazla dayanamıyorum/katlanamıyorum.)

* He can't stand love songs. He thinks the words are silly.
  (Aşk şarkılarını sevmiyor/sevmez. Sözlerini aptalca/saçma sapan buluyor/sözleri ona saçmalık olarak/saçma sapan geliyor.)

* She can't stand doing housework.
  (Ev işi yapmayı sevmez/yapmaktan hoşlanmaz/nefret eder.)

* I can't stand selfish people.
  (Bencil/sadece kendini düşünen insanlara dayanamıyorum.)
  (Bencil/sadece kendini düşünen insanları hiç sevmem.)


* I know he can't stand the sight of me.
  (Onun beni görmekten hoşlanmadığını biliyorum/hoşlanmadığının farkındayım.)

* I can't stand people smoking around me when I'm eating.
  (Yemek yerken insanların çevremde/yakınımda sigara içmelerine dayanamıyorum/gıcık oluyorum/içmelerinden hiç hoşlanmıyorum.)

* My wife can't stand sleeping in a room with all of the windows closed.
  (Karım bütün pencereleri/pencerelerin hepsi kapalı/kapalı olan bir odada uyumayı hiç sevmez.)

* I can’t stand your coming late.
  (Geç gelmene katlanamıyorum/Geç gelmen hiç hoşuma gitmiyor.)

* My sister can't stand watching a match on TV.
  (Kız kardeşim televizyonda maç izlemekten nefret eder/izlemeyi hiç sevmez.)

* Nancy can't stand working the late shift.
  (Nancy geç vardiya çalışmaktan nefret eder/çalışmayı hiç sevmez.)

* I can't stand people who make racist jokes.
  (Irkçı şakalar/espriler yapan/fıkralar anlatan insanlara uyuz olurum/insanları hiç sevmem.)

* I can’t stand going to parties where I don’t know anyone.
  (Kimseyi tanımadığım/tanıdıklarımın olmadığı partilere gitmeyi sevmem.)

* I can’t stand Tom’s speaking German.
  (Tom’un Almanca konuşmasına tahammül edemiyorum/dayanamıyorum/konuşması beni gıcık ediyor.)

* None of us can stand this place.
  (Bu yeri hiç birimiz sevmiyoruz/bu yer hiç birimizin hoşuna gitmiyor.)

* I can't stand people who smoke in public places.
  (Halka açık yerlerde sigara içen insanları hiç sevmem/insanlara uyuz/gıcık olurum.)

* She can’t stand taking the dog for a walk.
  (Köpeği yürüyüşe çıkarmaktan hiç hoşlanmıyor/çıkarmayı hiç sevmiyor.)

* The psychologist still couldn’t understand the exact reason why the patient can’t stand seeing his family members.
  (Psikologlar hastanın aile üyelerini görmeye dayanamamasının tam/kesin nedenini hala anlayabilmiş/bulabilmiş değiller.)

* I can't stand being insulted!
  (Onurumun kırılmasına/aşağılanmaya dayanamam/tahammül edemem/onurumun kırılmasını/aşağılanmayı kaldıramam.)

* A: I can’t stand cleaning my house, it takes so long!
  (Evimi temizlemeyi hiç sevmiyorum, çok uzun sürüyor/bitmiyor bir türlü!)
  B: I know! It’s not fun. I can’t stand cleaning either!
  (Aynen! Sıkıcı bir şey/iş. Ben de temizlemekten hoşlanmıyorum.)

* Mum: What’s wrong David?
  (Neyin var David/canın neye sıkılıyor/sıkkın David?)
  David: I don’t want to go to the doctor! I can’t stand injections!
  (Doktora gitmek istemiyorum. İğneye dayanamıyorum/iğne olmayı hiç sevmiyorum.)

* I can tolerate the heat, but what I can't stand is this humidity!
  (Sıcak bir yere kadar da/neyse de, ama bu ne dayanılmaz/tahammül edilmez bir nem!)

İngilizce Ders 34

Eslfast Audio Listening
Declining an invitation to a party (1)

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Declining an invitation to a party (1)
(Parti davetini kabul etmeme/geri çevirme/reddetme)

1
A: What's going on?
(Naber/nasıl gidiyor?)
B: Nothing really, you?
(Aynı/bildiğin gibi, senden naber?)
A: I'm throwing a party next Saturday.
(Önümüzdeki/gelecek Cumartesi bir parti veriyorum/düzenliyorum.)
B: Is that right?
(Öyle mi?)
A: Yeah, are you going to come?
(Evet, gelecek misin/gelir misin?)
B: I'm sorry, I can't.
(Özür dilerim, gelemem.)
A: Why not?
(Neden gelemiyorsun?)
B: I don't really want to.
(Gerçekten istemiyorum/gidesim yok.)
A: Well, why don't you?
(Neden istemiyorsun ki?)
B: I hate going to parties.
(Partilere gitmeyi sevmiyorum.)
A: Well, that's okay.
(Sorun değil/sen bilirsin.)
B: Yeah, sorry.
(Evet, üzgünüm/kusura bakma.)

2
A: What's up?
(Naber/nasılsın?)
B: Nothing, how about you?
(Aynı/bildiğin gibi, senden naber?)
A: Next Saturday, I'm going to have a party.
(Önümüzdeki/gelecek Cumartesi bir parti vereceğim.)
B: Oh, really?
(öyle mi?)
A: You are coming?
(geliyor musun/gelir misin?)
B: Probably not.
(Muhtemelen/büyük ihtimalle hayır.)
A: Why is that?
(Neden/niye ki-niye gelmiyorsun ki?)
B: I don't feel like going.
(Canım gitmek istemiyor/Gitmek istemiyorum/Gidesim yok.)
A: Why not?
(Neden ki/niye istemiyorsun ki?)
B: I really can't stand going to parties.
(Partilere gitmeyi hiç sevmiyorum/gitmek hiç hoşuma gtmiyor.)
A: I understand, I guess.
(Sanırım ne demek istediğini/seni anladım.)
B: Sorry about that.
(Üzgünüm/kusura bakma)

3
A: What's happening?
(naber/nasıl gidiyor/neler yapıyorsun?)
B: Not a lot, what about you?
(aynı işte/bildiğin gibi, senden naber?)
A: I'm having a party next Saturday.
(Önümüzdeki Cumartesi bir parti veriyorum.)
B: That's nice.
(ne güzel!)
A: Are you going to be there?
(Orada olacak mısın/gelecek misin/gelir misin?)
B: I don't think so.
(Geleceğimi sanmıyorum.)
A: Is there a reason why?
(Bir nedeni var mı/niye ki?)
B: I just really don't want to go.
(Sadece gitmeyi gerçekten de istemiyorum.)
A: How come?
(Neden?)
B: I don't really like parties.
(Partileri hiç sevmiyorum.)
A: I wish you would go, but that's okay.
(Gelmeni isterdim/keşke gelseydin, ama sorun değil.)
B: I'm sorry.
(üzgünüm/kusura bakma.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 80

English Expressions & Phrases


gasbag

= a person who talks too much
    someone given to empty or boastful talk
    to talk in a voluble way, esp about unimportant matters
    metaphorically, a person who is overly garrulous or prone to making empty, unsupportable statements
    a boring person who talks a great deal about uninteresting topics 
    windbag

= geveze, lafebesi, çok konuşan kişi, çenesi düşük kimse
    boş konuşan kimse, boşboğaz
    palavracı, atıcı



* He's an old gasbag, you can't believe a word he says.
  (Yaşlı palavracının/atıcının biridir/tekidir/eski palavracılardandır o, söylediklerinin bir/tek kelimesine bile inanılmaz/söylediği hiçbir şeye inanılmaz.)

* What a gasbag that Mrs Jenkins is -- I've been stuck with her for over an hour.
  (Şu Bayan Jenkins ne kadar da geveze biri, bir saatten fazladır yapıştı kaldı-gitmek bilmiyor-.)

* People call me a gasbag because I like to talk.
  (Konuşmayı sevdiğim/konuşkan biri olduğum için insanlar bana geveze der/diyor.)

* Are you sure we should invite Betty? She's such a gasbag that no one else will have a chance to say anything.
  (Betty'i davet etmemiz/çağırmamız gerektiğine emin misin? Tam bir gevezenin biri, öyle ki başka kimsenin bir şey söylemeye/konuşmaya fırsatı kalmayacak/kalmıyor.)

* My wife's friend Gillian is such a gasbag. I swear, from the moment she arrives until the moment she leaves, she talks non-stop.
  (Karımın arkadaşı Gillian tam bir geveze/gevezenin önde gideni. Yemin ederim ki/inanın bana, geldiği andan gidene kadar hiç durmadan konuşuyor.)

* Jane and I are having a gasbag. Jane and I are gasbagging.
  (Jane ile havadan sudan muhabbet/sohbet ediyoruz. Jane'le öyle boş bol laflıyoruz.)

18 Şubat 2015 Çarşamba

İngilizce Ders 33

Eslfast Audio Listening
Accepting an invitation for a party


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Accepting an invitation for a party
(Parti davetini kabul etme)

1
A: Hey, what's up?
(Selam/merhaba, naber/nasılsın/ne var ne yok/nasıl gidiyor?)
B: Nothing really.
(önemli bir şey yok, aynı işte.)
A: I'm throwing a party on Friday.
(Cuma günü parti düzenliyorum/veriyorum.)
B: I didn't realize that.
(bilmiyordum/haberim yoktu.)
A: You didn't?
(Bilmiyor muydun/haberin yok muydu?)
B: Nobody has told me anything about your party.
(Kimse bana partinden bahsetmedi/partin hakkında bir şey demedi.)
A: Did you want to go?
(Gitmek/Gelmek ister miydin?)
B: When does it start?
(Ne zaman/kaçta başlıyor?)
A: At 8:00 p.m.
(Akşam saat sekizde.)
B: I'll be there.
(Orada olacağım/geleceğim/geliyorum.)
A: I'd better see you there.
(Seni orada görmek istiyorum/gel mutlaka.)
B: Of course.
(elbette/tabi ki/mutlaka geleceğim.)

2
A: What's going on with you?
(Naber/nasıl gidiyor?)
B: Fine. What's going on with you?
(iyiyim. Sen nasılsın/neler yapıyorsun?)
A: I'm having a party this Friday.
(Bu Cuma bir parti veriyorum/düzenliyorum.)
B: I had no idea.
(Bilmiyordum/haberim yoktu.)
A: Is that right?
(Öyle mi/gerçekten mi?)
B: I didn't hear anything about it.
(Partiyle ilgili bir şey duymadım.)
A: Can you go?
(Gelir misin?)
B: What time?
(Ne zaman/kaçta?)
A: It starts at 8 o'clock.
(Saat sekizde başlıyor.)
B: I'll go.
(Gelirim.)
A: I hope that I'll see you there.
(Umarım orada görüşürüz.)
B: No doubt.
(mutlaka -geleceğim-.)

3
A: What's going on?
(Naber/nasıl gidiyor?)
B: Not much.
(aynı işte, ne olsun, bildiğin gibi)
A: This Friday, I'm throwing a party.
(Bu Cuma, bir parti veriyorum/düzenliyorum.)
B: Oh really? I didn't know that.
(Öyle mi? Bilmiyordum/haberim yoktu.)
A: Are you serious?
(Ciddi misin/gerçekten mi?)
B: I haven't heard anything about it.
(Partiyle ilgili hiçbir şey duymadım.)
A: Can you make it?
(Gelebilir misin?)
B: What time does it start?
(ne zaman/kaçta başlıyor?)
A: The party starts at 8.
(Parti sekizde başlıyor.)
B: Yeah, I think I'll go.
(Eveti sanırım gelirim/geleceğim.)
A: Am I going to see you there?
(Seni orada görecek miyim?Gelecek misin?)
B: You will.
(Göreceksin/geleceğim.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 79

English Expressions & Phrases


in case (something happens)

= because something might happen
    because of a possibility of something happening, being needed, etc.

= eğer diye, ne olur ne olmaz diye
    lazım olur/gerekir diye
    ... ihtimaline karşı, ..ya önlem olarak
    olur da/bakarsın/belli mi olur diye



* I always carry my jack in the car in case I have a flat tyre.
  (Ne olur ne olmaz/bakarsın/belli mi olur tekerim patlar diye krikomu daima/her zaman arabada taşırım.)

* Don't come near to the bulldog in case it bites.
  (Isırma ihtimaline karşı/bakarsın/belli olmaz ısırır, bulldog köpeğine yaklaşma.)

* You'd better make a cake, too, in case the children drop in for the weekend.
  (Kek de/bir de kek yapsan iyi olur/edersin, bakarsın hafta sonu çocuklar uğrarlar/ziyaretimize gelirler.)

* My mom is cooking plenty of food in case some guests come for dinner.
  (Annem akşam yemeğine belki bir kaç misafir gelebilir diye yemeği fazla fazla yapıyor.)

* You should go early in case there is a traffic jam on the road.
  (Yolda trafik sıkışıklığı ihtimaline karşı erken çıksan iyi olur/edersin.)

* They will come with you in case you have problems.
  (Ne olur ne olmaz sorun yaşayabilirsin diye seninle gelecekler/sana eşlik edecekler.)

* I always put some money aside in case I need it urgently.
  (Acil ihtiyaç duyabilirim/ihtiyacım olabilir diye genellikle kenara biraz para koyarım.)

* I got his address in case I should have oportunity to visit him.
  (Bakarsın onu ziyaret etme fırsatım olur diye adresini aldım.)

* I will cook now in case he comes home early.
  (Bakarsın/olur da eve erken gelir diye yemeği şimdi/hemen yapacağım/pişireceğim.)

* I took a book with me during the journey in case I got bored.
  (Bakarsın/olur da sıkılırım/belki sıkılabilirim diye/canımın sıkılması ihtimaline karşı yolculukta yanıma bir kitap aldım.)

* I will go to my mother's tomorrow in case she needs help for my brother's wedding preparations.
  (Kardeşimin düğün hazırlıkları için yardıma ihtiyaç duyabilir/ihtiyacı olabilir diye yarın annemlere gideceğim.)

* In case I can need something, I took the phone number of Turkish Consulate in Germany before going there.
  (Bir şeye ihtiyacım olabilir/ihtiyaç duyabilirim diye, gitmeden önce Almanya'daki Türk Konsolosluğunun numarasını aldım/öğrendim.)

* We are going to ensure the shipment in case the goods get damaged in transit.
  (Malların taşınırken/taşımada zarar görmesi ihtimaline karşı nakliyatı/sevkiyatı/yüklenen malı sigortalatacağız.)

* I have taken my dictionary in case I can need it.
  (İhtiyacım/lazım olabilir/gerekebilir diye sözlüğümü aldım/getirdim.)

* I telephone home everyday just before I leave the office in case my wife wants something.
  (Karım belki bir şeyler isteyebilir/bakarsın bir şeyler ister diye her gün ofisten hemen çıkmadan/ayrılmadan önce evi ararım/eve telefon ederim/açarım.)

* I will take something to eat in case I get hungry during the journey.
  (Yolculukta/yolda acıkırsam diye/ne olur ne olmaz acıkırım diye yanına yemek için/yiyecek bir şeyler alacağım.)

* I have bought an extra ticket for you in case you decide to come with us.
  (Olur da bizimle gelmeye karar verirsin diye senin için fazladan bir bilet aldım.)

* I’m not spending my whole money which I earned in case I need it.
  (İhtiyacım olabilir/ihtiyaç duyabilirim diye kazandığım bütün paramı/paramın hepsini harcamıyorum.)

* I always keep candles in the house in case there is a power cut.
  (Olur da/bakarsın/belli mi olur elektrikler kesilir diye evde her zaman mum bulundururum.)
  (Elektrik kesilmesi ihtimaline karşı evde her zaman mum bulundururum.)


* Take a map with you in case you get lost.
  (Kaybolma ihtimaline karşı yanına bir harita al.)
  (Ne olur ne olmaz/bakarsın/belli mi olur kaybolursun, yanına bir harita al.)


* I sent him a second letter in case he hadn't received the first one.
  (Bakarsın/belki ilk yolladığım mektup ulaşmamıştır diye ona ikinci bir mektup yolladım/gönderdim.)
  (İlk yolladığım mektubun ulaşmamış olabileceği ihtimaline karşı ona ikinci bir mektup yolladım/gönderdim.)


* I drive my car slowly in case I make an accident when the road gets wet.
  (Yol/yollar ıslak olduğunda, kaza yapabilirim diye arabamı yavaş kullanırım/sürerim.)

* I had a glass of water by my bed in case I got thirsty.
  (Susarsam/belki susarım/susayabilirim diye yatağımın yanına bir bardak su almıştım/koymuştum.)

* I'll buy some more wine in case this bottle is not enough.
  (Bakarsın bu şişe yeterli olmaz/yetmez diye biraz daha şarap alacağım.)

* I will close the window in case the rain could come in.
  (Yağmurun içeriye girme ihtimaline karşı/yağmur içeri girerse diye pencereyi kapatacağım.)

* I took some cash in case they didn't accept credit cards.
  (Kredi kartını kabul etmezlerse diye biraz/bir miktar nakit para aldım.)

* The party is going to be outdoors, so we'll need to organize somewhere as a backup in case it rains.
  (Parti dışarıda/açık havada olacak, bu nedenle yağmur yağma ihtimaline karşı/yağabilir diye alternatif bir yer ayarlamamız lazım.)

* I locked the door in case someone tried to get in.
  (Birisinin içeriye girme ihtimaline karşı/birisi içeri girmeye çalışırsa/kalkarsa diye kapıyı kilitledim.)

* A: Do you think it will rain?
  (Sence/ne dersin yağmur yağacak mı/yağar mı?)
  B: Maybe. I'll bring an umbrella in case it rains.
  (Belki/kesin bir şey diyemem. Bir şemsiye alayım/getireyim, ne olur ne olmaz yağmur yağar/belli mi olur yağmur yağar/bakarsın yağmur yağar.)

* A: Don't forget to buy eggs.
  (Yumurta almayı unutma.)
  B: I'd better write it down in case I forget.
  (İyisi mi/en iyisi ben onu yazayım/not alayım, ne olur ne olmaz unuturum munuturum.)

* A: Why are you putting a smoke alarm on the wall?
  (Duvara niye duman alarmı/detektörü koyuyorsun?)
  B: In case there's a fire.
  (Yangın ihtimaline karşı/ne olur ne olmaz yangın mangın çıkar diye.)

16 Şubat 2015 Pazartesi

İngilizce Ders 32

Eslfast Audio Listening
Waiting for an invitation


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Waiting for an invitation
(davet/çağrılmayı bekleme)

1
A: Hey, did you hear about Jessica's party this weekend?
(Hey, Jessica'nın bu haftasonu partisini duydun mu/partisinden haberin var mı?)
B: Yeah, but I'm still waiting for my invitation.
(Evet -duydum/haberim var- ama hala davet bekliyorum/henüz çağrılmadım/davet edilmedim.)
A: Oh really? She gave me mine earlier today.
(Öyle mi/gerçekten mi/ciddi misin? Benimkini/benim davetiyemi bu sabah verdi/iletti/beni bu sabah davet etti.)
B: Well, she'll probably just give me my invitation later on today.
(Muhtemelen beni bugün gün sonuna/akşama doğru/ilerleyen saatlerde davet edecektir/eder.)
A: Yeah, so are you planning on going?
(Gitmeyi düşünüyor musun/gidecek misin?)
B: I think so. It sounds like it's going to be a lot of fun.
(Gitmeyi düşünüyorum. Çok eğlenceli geçecek/olacak gibi duruyor/gözüküyor.)
A: It really does, I can't wait.
(Gerçekten de öyle olur/olacak, sabırsızlanıyorum/sabırsızlıkla/dört gözle bekliyorum.)
B: What time does the party start?
(Parti kaçta başlıyor?)
A: It starts at 8 o'clock.
(Saat sekizde başlıyor.)
B: Oh, well, how many people has she given invites to so far?
(Şu ana kadar kaç kişiyi davet etmiş?)
A: I'm not sure, but I don't think she's given out that many.
(Tam bilmiyorum, ama o kadar çok kimseye söylediğini/kimseyi çağırdığını sanmam/sanmıyorum.)
B: Well, hopefully she'll give me my invite later on today.
(İnşallah bugün ilerleyen saatlerde beni davet eder.)

2
A: Have you heard about Jessica's party on Saturday?
(Jessica'nın Cumartesi günkü partisini duydun mu/partisinden haberin var mı?)
B: I've heard about it, but I'm still waiting for my invitation.
(Duydum/haberim var, ama hala davet bekliyorum/henüz çağrılmadım/davet edilmedim.)
A: Really? I got mine from her this morning.
(Öyle mi/gerçekten mi? Beni bu sabah davet etti.)
B: I'm guessing that she's going to give me my invite today or tomorrow.
(Tahmin ediyorum ki/sanırım/muhtemelen beni bugün ya da yarın davet edecek/eder.)
A: You're probably right, do you intend on going to the party?
(Belki de/muhtemelen/büyük ihtimalle haklısın, partiye gitmeyi düşünüyor musun/gidecek misin?)
B: I want to. I heard it's going to be really fun.
(İstiyorum. Çok eğlenceli olacağını/geçeceğini duydum.)
A: I know, it does sound pretty awesome.
(Aynen/bence de, kulağa müthiş geliyor/çok harika olacak/geçecek gibi gözüküyor.)
B: Well, when does the party start?
(Parti ne zaman/saat kaçta başlıyor?)
A: It's supposed to start at about eight.
(Saat sekizde başlaması bekleniyor.)
B: How many invitations has she given out?
(Kaç kişiye söylemiş/kaç kişiyi davet etmiş?)
A: I really don't know, but I don't think she gave out that many yet.
(Gerçekten bilmiyorum, ama henüz o kadar çok kimseye söylediğini/kimseyi davet ettiğini sanmam/sanmıyorum.)
B: I really want to go, so I hope that she gives me my invite soon.
(Gitmeyi çok istiyorum, bu yüzden umarım/inşallah kısa zamanda beni davet eder.)

3
A: Has anyone told you about Jessica's party coming up?
(Kimse sana Jessica'nın yaklaşan partisiyle ilgili bir şeyler söyledi mi?)
B: I was told about it already. I'm just waiting for my invitation.
(Bana daha önce bahsetmişlerdi/söylemişlerdi/Haberim var/duydum. Davet edilmeyi/çağrılmayı bekliyorum sadece.)
A: Is that right? I already got my invitation from her earlier.
(Öyle mi/doğru mu? Beni daha önce/önceden davet etti.)
B: I believe that she will give me the invitation today.
(Bugün beni davet edeceğine inanıyorum/edeceğini düşünüyorum.)
A: Are you even going to go?
(Gidecek misin?)
B: Yeah, it sounds like it's going to be the best party of the year.
(Evet, yılın en iyi partisi olacağa benziyor.)
A: Exactly, it seems like it's going to be loads of fun.
(Aynen/bence de, çok eğlenceli geçecekmiş/olacakmış gibi gözüküyor/öyle görünüyor ki/geliyor ki, çok eğlenceli olacak/geçecek.)
B: When exactly does the party start?
(Parti tam olarak kaçta/ne zaman başlıyor?)
A: The invitation says it starts at 8:00 p.m.
(Davetiyede saat sekizde başlayacağı yazıyor/Davetiyeye göre saat sekizde başlıyor.)
B: Has she given out a lot of invitations yet?
(Çok davetiye dağıtmış mı/çok kimseyi çağırmış mı/davet etmiş mi?)
A: I have no idea, she hasn't given out many though.
(Hiç bilmiyorum, gerçi çok kimseye söylemedi/söylememiştir/kimseyi davet etmemiştir.)
B: I'm planning on going, but I really need her to give me my invitation.
(Gitmeyi düşünüyorum, ama gerçekten de beni davet etmesi lazım.)

15 Şubat 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 78

English Expressions & Phrases

x caused y / y was caused by x

= x made y happen / y happened because of x
    When one thing (Event A) causes another thing (Event B), you can say "(Event B) was caused by (Event A)".

= ...ya yol açmak/neden olmak, sebep olmak
    ...dan kaynaklanmak/ileri gelmek



* A: Maybe a broken pipe caused the problem.
  (Patlak/kırık bir boru arızaya yol açmış/neden olmuş olabilir.)
  B: That's right. The problem was caused by a broken pipe.
  (Doğru/haklısın. Arıza patlak/kırık bir borudan kaynaklanmış.)

* A: What caused the delay?
  (Gecikmeye ne yol açtı/neden oldu/gecikme neyden kaynaklandı?)
  B: Heavy rain caused the delay.
  (Aşırı yağmur/yağış gecikmeye neden oldu/yol açtı/gecikmeye aşırı yağmur yol açtı/neden oldu.)
  (Gecikme aşırı yağıştan kaynaklandı.)


* A: The goods are damaged!
  (Mallar zarar görmüş/hasar almış.)
  B: The damage was caused by the shipping department.
  (Zarar/hasar nakliye departmanından kaynaklanıyor/zarara/hasara nakliye departmanı yol açtı/neden oldu.)

*  Who caused this mess?
  (Bu karışıklığa/karmaşaya kim sebep oldu/Bu karışıklık/karmaşa kimden kaynaklanıyor?)

* The collision between the ships was caused by fog.
  (Gemilerin çarpışmasına sis yol açtı/neden oldu.)
  (Gemilerin çarpışması sis yüzünden oldu/gerçekleşti/meydana geldi.)


* You caused this.
  (Buna sen sebep oldun/bunun sorumlusu sensin/bu senin başından çıktı.)

* What caused the breach between the two brothers?
  (İki kardeşin arasının bozulmasına/açılması ne neden oldu/yol açtı?)
  (İki kardeşin arasını ne bozdu/açtı/iki kardeşin arası neden bozuldu/açıldı?)


* The fire caused a panic in the theater.
  (Yangın tiyatroda paniğe neden/sebep oldu/yol açtı.)
  (Yangın sebebiyle/yangından ötürü tiyatroda panik meydana geldi/yaşandı.)


* Heavy snowfall caused traffic chaos.
  (Ağır/yoğun kar yağışı trafik kargaşasına sebep oldu/trafikte karmaşaya yol açtı/neden oldu.)
  (Yoğun kar yağışı yüzünden/sebebiyle trafikte kargaşa meydana geldi/yaşandı.)


* The drop in productivity was caused by inefficient work practices.
  (Üretimdeki düşüşe verimsiz çalışma uygulamaları sebep oldu.)
  (Üretimdeki düşüş verimsiz çalışma uygulamalarından kaynaklanıyor/dolayı meydana geldi.)


* Many accidents are caused by careless driving.
  (Bir çok/çoğu kazaya dikkatsiz araba kullanmak neden oluyor.)
  (Bir çok/çoğu kaza dikkatsiz araba kullanmaktan dolayı/ötürü meydana geliyor/yaşanıyor.)
  (Çoğu kazanın sebebi/nedeni dikkatsiz araba kullanımıdır.)


* Many of his physical problems were really caused by a poor diet when he was a child.
  (Fiziksel problemlerinin çoğu/büyük bölümü çocukken yetersiz beslenmesinden kaynaklanıyor/ileri geliyor.)
  (Fiziksel problemlerinin çoğuna çocukken yetersiz beslenmesi neden olmuş/yol açmış.)


* Police believe that the fire was caused by a break in the gas line.
  (Polis yangına gaz hattındaki bir çatlağın sebep olduğuna/yol açtığına inanıyor.)
  (Polis yangının gaz hattındaki bir çatlaktan kaynaklandığına inanıyor.)


* Authorities are investigating what caused the crash.
  (Yetkililer kazaya/çarpışmaya neyin neden olduğunu/yol açtığını araştırıyorlar.)
  (Yetkililer kazanın neden yaşandığını/neyden kaynaklandığını araştırıyorlar.)


* Climate change is real and it's caused by humans.
  (İklim değişikliği gerçektir/bir hakikattir ve bu insanlardan kaynaklanmaktadır.)
  (İklim değişikliği gerçektir ve buna insanlar neden olmaktadır/yol açmaktadır.)
  (İklim değişikliği gerçektir/bir hakikattir ve bunun müsebbibi/sorumlusu insanlardır.)


* Toil and worry caused his health to break down.
  (Çok çalışmak ve endişe onun sağlığının bozulmasına neden oldu/yol açtı.)

* Famine caused great distress among the people.
  (Kıtlık insanlar arasında büyük sıkıntıya yol açtı/neden oldu.)

* The heavy rains caused the river to flood.
  (Aşırı yağmurlar/yağışlar nehrin taşmasına yol açtı/neden oldu.)

* Some diseases are caused by a defective gene.
  (Bazı/bir takım hastalıkların sebebi/nedeni kusurlu/bozuk/sorunlu gendir.)
  (Bazı/bir takım hastalıklar kusurlu/bozuk genden kaynaklanmaktadır/kaynaklanır/ileri gelmektedir/ileri gelir.)


* That disease is caused by bacteria.
  (Bu hastalık bakterilerden kaynaklanmaktadır.)
  (Bu hastalığa bakteriler sebep/neden olmaktadır/yol açmaktadır.)


* It is a complete mystery what caused the accident.
  (Kazaya neyin yol açtığı/sebep olduğu/kazanın neyden kaynaklandığı tam bir sır/muamma.)

* The earthquake caused widespread damage.
  (Deprem geniş çapta bir hasara yol açtı/neden oldu.)
  (Deprem nedeniyle geniş çapta bir hasar meydana geldi.)


* The recession caused many businesses to close.
  (Resesyon/durgunluk çok sayıda işletmenin/işyerinin kapanmasına neden oldu.)
  (Resesyon/durgunluk sebebiyle bir çok işletme/işyeri kapandı.)


* The power outage was caused by a squirrel.
  (Elektrik kesintisine bir sincap neden oldu.)

* What was it that caused you to change your mind?
  (Fikrini değiştirmene sebep olan neydi/ne neden oldu?)
  (Neyden dolayı fikrini değiştirdin?)


* The snow caused me to miss the train.
  (Kar yüzünden treni kaçırdım.)

* It transpired that fire was caused by a careless smoker.
  (Yangına dikkatsiz/ihmalkar/düşüncesiz/sorumsuz bir sigara içicisinin sebep/neden olduğu ortaya çıktı.)

14 Şubat 2015 Cumartesi

İngilizce Ders 31

Eslfast Audio Listening
Receiving visitors


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Receiving visitors
(misafir kabul etme/alma)

1
A: Thanks for coming to see me today.
(Bugün beni görmeye/ziyaretime geldiğin için teşekkürler.)
B: It's no problem. I was really missing you anyway.
(Bir şey değil/rica ederim. Seni zaten çok özlemiştim/göresim gelmişti.)
A: I missed you too.
(Ben de seni özlemiştim.)
B: Why haven't you tried to come see me then?
(Öyleyse beni görmeye/ziyaretime niye gelmedin?)
A: I've been really busy.
(Çok meşguldüm/yoğundum.)
B: Doing what?
(ne yapıyordun ki/ne oldu ki/ne işin vardı ki?)
A: Working.
(çalışıyordum.)
B: I would've come to see you sooner, but I've been busy too.
(Seni görmeye/ziyaretine daha erken/önce gelmek istedim/istiyordum ama ben de yoğundum/meşguldüm.)
A: What have you been doing?
(Ne yapıyordun ki?)
B: I've been working too.
(Ben de çalışıyordum.)
A: Well regardless, I'm very happy that you came to see me.
(Aman her neyse, ziyaretime/beni görmeye gelmene çok sevindim/mutlu oldum.)
B: I am too.
(aynı şekilde ben de.)

2
A: I'm really glad that you came to see me.
(Beni görmeye/ziyaretime gelmene çok memnun oldum.)
B: I had to. I was missing you a lot.
(Ben de. Seni çok özlemiştim/özlemişim.)
A: I was missing you too.
(ben de seni özlemiştim/özlemişim.)
B: So, why haven't you visited me?
(Öyleyse neden beni görmeye/ziyaretime gelmedin?)
A: I've actually been busy lately.
(Son günlerde/zamanlarda gerçekten çok yoğundum/meşguldüm.)
B: What have you been doing?
(Ne yapıyordun ki/işin vardı ki?)
A: I've just been working really hard.
(Çok yoğun çalışıyordum/işlerim çok yoğundu.)
B: I've also been busy.
(ben de keza yoğundum.)
A: Tell me what you've been doing.
(Söyle bakalım ne yapıyordun/işin vardı.)
B: Basically, I've been working too.
(kısaca/uzun lafın kısası/basitçe söylemek gerekirse, ben de çalışıyordum.)
A: Well whatever, I'm glad you came.
(Aman her neyse, gelmene sevindim.)
B: So am I.
(Ben de aynı şekilde.)

3
A: I'm really happy that you came to visit me.
(Beni görmeye/ziyaretime gelmene çok sevindim.)
B: I really missed you a lot.
(Seni gerçekten çok özlemiştim.)
A: I've been missing you like crazy.
(Seni acayip/çok ama çok/deli gibi özledim.)
B: I don't understand why you haven't come to visit me.
(Niye beni görmeye/ziyaretime gelmedin anlamıyorum.)
A: Lately, I've been quite busy.
(Son zamanlarda/günlerde oldukça yoğundum/meşguldüm.)
B: Tell me what you've been up to.
(Anlat/söyle bakalım neler yaptın?)
A: I've really been working a lot lately.
(Son günlerde gerçekten çok çalışıyordum/işim vardı.)
B: I've been pretty busy myself.
(Ben de çok yoğundum.)
A: So what have you been up to?
(Ee sen ne/neler yaptın?)
B: I've just been working a lot.
(Yoğun çalışıyordum/çok işim vardı.)
A: Whatever the reason may be, I'm glad you visited me.
(her neyse, beni ziyaret etmene çok sevindim.)
B: I'm glad I did too.
(ben de sevindim.)

12 Şubat 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 77

English Expressions & Phrases


I'm positive

= I'm sure %100
    without any question, sure
    I’m a hundred percent certain
= Yüzde yüz eminim
    kesinlikle, hiç şüphem yok



* I'm positive we will reach there on time.
  (Oraya vaktinde/zamanında varacağımıza/ulaşacağımıza eminim.)
  (Oraya zamanında/vaktinde ulaşacağımızdan hiç/zerre kadar şüphem/kuşkum yok.)


* I'm positive I have seen you here before.
  (Seni daha önce gördüğüme kesinlikle eminim.)

* I’m positive he’s right.
  (Kesinlikle o haklı/Onun haklı olduğuna kesinlikle eminim.)

* Nobody's said hello yet, but I'm positive I have the right number.
  (Henüz kimse telefona cevap vermedi/bakmadı/telefona henüz bakan olmadı ama doğru numarayı aradığımdan eminim.)

* I am positive that he will come soon.
  (Birazdan burada olacağından yüzde yüz eminim.)

* I know that you can't, and I'm positive that you won't.
  (Biliyorum ki yapamazsın ve yapmayacağından da yüzde yüzde eminim.)

* I’m positive that this almost derelict building will immediately bring a zealous energy into the cultural and artistic life of the city, thanks to its central location in Beyoğlu and the synergy thousands of members would create.
  (Binlerce üye acentenin de katacağı sinerji ile bugüne kadar neredeyse metruk duran bu binanın İstanbul’un ve Beyoğlu’nun en merkezi noktasında bulunmasının getireceği avantajlarla hemen kentin kültür, sanat ve turizm yaşamına en aktif şekilde gireceğinden eminim.)

* A: There's a mouse in the corner!
  (Köşede bir fare var!)
  B: Are you sure?
  (Emin misin?)
  A: I'm positive!
  (Kesinlikle!)

* A: Under the new regulations, you don’t have to get a tax number.
  (Yeni yönetmeliğe/kurallara/düzenlemelere göre, vergi numarası almanız/alınması zorunlu değil.)
  B: Are you sure? Because this form I have to fill out has a slot where I have to write my tax number.
  (Emin misin-iz? Çünkü doldurmak zorunda olduğum bu formda vergi numaramı yazmam gereken bir bölüm/alan var.)
  A: I’m positive. Your tax number is the same as your citizenship number.
  (Kesinlikle eminim. Vergi numaranız vatandaşlık numaranız ile aynı/vatandaşlık numaranız vergi numaranız yerine geçiyor.)

* A: I can't find the key.
  (Anahtarı bulamıyorum.)
  B: Are you sure you left it on the table?
  (Masaya koyduğuna/bıraktığına emin misin?)
  A: I'm positive. I remember putting it there.
  (Yüzde yüz eminim. Oraya koyduğumu hatırlıyorum.)

* A: Mr. Jackson still hasn't received my letter.
  (Mektubum hala Bay Jackson'a ulaşmamış.)
  B: Are you sure you sent it?
  (Gönderdiğine emin misin?)
  A: I'm not positive, but I think so.
  (Yüzde yüz emin değilim, ama gönderdim sanıyorum.)

İngilizce Ders 30

Eslfast Audio Listening
Changing the subject

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



 Changing the subject
(Konuyu değiştirme)
 
1
A: Did you go to school today?
(Bugün okula gittin mi?)
B: Of course. Did you?
(Tabi ki. Sen -gittin mi-?)
A: I didn't want to, so I didn't.
(-gitme- isteğim yoktu/gitmek istemiyordum, ben de gitmedim.)
(Canım hiç gitmek istemiyordu, gitmedim ben de.)
B: That's sad, but have you gone to the movies recently?
(Üzücü bir durum/üzüldüm, her neyse son günlerde/zamanlarda sinemaya gittin mi?)
A: That's a switch.
(Konuyu değiştiriyorsun.)
B: I'm serious, have you?
(Ciddiyim/ciddi soruyorum, gittin mi?)
A: No, I haven't. Why?
(Hayır gitmedim. Niye sordun ki?)
B: I really want to go to the movies this weekend.
(Bu hafta sonu sinemaya gitmeyi çok istiyorum.)
A: So go then.
(Git öyleyse/git o zaman.)
B: I really don't want to go by myself.
(Kendi başıma/tek gitmeyi hiç istemiyorum.)
A: Well anyway, do you plan on going to school tomorrow?
(her neyse, yarın okula gitmeyi düşünüyor musun/gidecek misin?)
B: No, I think I'm going to go to the movies.
(hayır, sanırım sinemaya gideceğim/sinemaya gitmeyi düşünüyorum.)
 
2
A: Did you make it to school today?
(Bugün okula gittin mi/okulda mıydın?)
B: I always do. Did you go to school today?
(Hep giderim/hiç kaçırmam. Sen bugün okula gittin mi/okulda mıydın?)
A: No, I didn't.
(Hayır gitmedim.)
B: You should have, but have you seen any movies lately?
(Gitmelisin, neyse son günlerde/zamanlarda hiç film izledin mi/sinemaya gittin mi?)
A: That was an odd change of subject.
(Konuyu acayip değiştirdin haa.)
B: Maybe it was, but answer the question.
(Olabilir, neyse soruya/soruma cevap ver sen.)
A: No, not recently.
(hayır, son zamanlarda izlemedim/gitmedim.)
B: I want to go to see a movie this weekend.
(Bu hafta sonu bir film izlemeye gitmek istiyorum/izleyeyim diyorum.)
A: What's stopping you then?
(Seni durduran/tutan ne öyleyse/neden bekliyorsun ki?)
(Seni tutan yok ki!)
B: I don't want to go alone.
(Yalnız/kendi başıma gitmek istemiyorum.)
A: So, will you be at school tomorrow?
(Yarın okulda olacak mısın/okula gidecek misin?)
B: No, I want to go to the movies instead.
(Hayır, onun yerine sinemaya gitmek istiyorum.)
 
3
A: Did you even bother to go to school today?
(Zahmet edip de bugün okula gittin mi? Bugün okula gitme zahmetinde bulundun mu?)
B: Yeah, I went. Did you go?
(Evet gittim. Sen gittin mi?)
A: No, I didn't feel like it.
(Hayır, gitmek istemedim/canım gitmek istemedi/hiç gidesim yoktu/hiç canım istemedi.)
B: That's nice, have you been to the movies lately?
(iyiymiş/iyi valla, son zamanlarda/günlerde sinemaya gittin mi?)
A: No, but that was a random change of subject.
(hayır, konuyu rastgele/gelişigüzel değiştirdin haa.)
B: It may have been random, but have you?
(Gelişigüzel olabilir, neyse gittin mi?)
A: I haven't lately.
(Son zamanlarda gitmedim.)
B: I would love to catch a movie this weekend.
(Bu hafta sonu sinemaya gitmek istiyorum.)
A: So then, why don't you just go?
(Git öyleyse, niye gitmiyorsun ki?)
B: I don't want to see a movie by myself.
(Kendi/tek başıma film izlemek istemiyorum.)
A: Okay, so are you going to school tomorrow?
(Anladım ee yarın okula gidecek misin/gidiyor musun?)
B: I think I might just go to the movies.
(Sanırım sinemaya gidebilirim/sinemaya giderim belki.)

11 Şubat 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 76

English Expressions & Phrases
do up (2)


= close or fasten clothes, etc.

= düğmelerini vb iliklemek
    önünü/fermuarını kapatmak/kapamak
    bağlamak, kopçasını vb takmak



* You don’t need to do up the top button.
  (En üsteki düğmeyi iliklemene/iliklemenize gerek yok/iliklemen/iliklemeniz gerekmiyor.)

* Jack! Do up your jacket before you go out. It's absolutely freezing today.
  (Jack! Dışarı çıkmadan önce ceketinin/montunun önünü kapa. Hava bugün aşırı soğuk/kelimenin tam anlamıyla buz gibi.)

* When it's cold, I do up all my coat buttons to keep warm.
  (Hava soğukken sıcak tutması için/sıcak tutsun diye paltomun/kabanımın bütün düğmelerini iliklerim/ilikliyorum.)

* Don't forget to do up your fly after you go to the toilet.
  (Tuvalete gittikten sonra/tuvaletten çıktıktan sonra pantolonunun fermuarlarını kapamayı unutma.)

* I can't do up my shirt. The button is missing.
  (Gömleğimi-n önünü- kapatamıyorum/-düğmelerini- ilikleyemiyorum. Düğme atlıyorum/kaydırıyorum.)

* My four year old son learnt how to do up his shoelaces.
  (Dört yaşındaki oğlum ayakkabılarını bağlamayı öğrendi.)

* Do your shoes/laces up before you trip over them.
  (Takılıp düşmeden önce ayakkabılarını/bağcıklarını bağla.)

* Do up your shoelaces or you might fall.
  (Bağcıklarını bağla, yoksa düşebilirsin.)

* Before you go out, make sure you do up your fly.
  (Evden/Dışarı çıkmadan önce pantolonunun fermuarını çektiğinden/kapadığından/dükkanlarını kapadığından emin ol.)
  (Evden/Dışarı çıkmadan önce pantolonunun fermuarının/dükkanlarının kapalı olup olmadığını kontrol et.)

* Dave, do up your zip, your fly is open.
  (Dave, fermuarını çek/kapa, dükkanların açık kalmış.)

* These trousers must have shrunk - I can't do them up.
  (Bu pantolon çekmiş/küçülmüş olmalı/galiba, fermuarını kapatamıyorum/çekemiyorum.)

* Help me do up this zipper.
  (Bu fermuarı çekmeme/kapatmama yardım et.)
  (Yardım et de bu fermuarı çekeyim/kapatayım.)


* Do up your skate laces, please. I will help you tie them.
  (Pateninizin bağcıklarını bağlayın lütfen. Onları bağlamanıza yardım edeceğim/yardımcı olacağım.)

* Can you do the zip up for me, please? I can't do it myself.
  (Benim yerime fermuarı çekebilir misin, lütfen? Kendim yapamıyorum.)

* Help me do up the buttons on my dress, I can't reach them.
  (Elbisemin düğmelerini iliklememe yardım et, ulaşamıyorum/erişemiyorum ben/elim uzanamıyor benim.)

* This skirt does up at the back.
  (Bu etek arkadan fermuarlanıyor/bu arkadan fermuarlı bir etek.)

* James, do up your shoelaces please. You'll fall over otherwise.
  (James, bağcıklarını bağla lütfen/ne olur. Takılıp düşeceksin yoksa.)

* Don't forget to do up your coat; it's quite chilly outside.
  (Paltonun/kabanının önünü kapamayı/iliklemeyi unutma, dışarısı baya serin/soğuk.)

* Would you mind doing up my dress for me? Thank you.
  (Elbisemin fermuarını çekebilir misin? Teşekkürler.)

* Do you think I should do these shirt buttons up, or leave them undone?
  (Sence bu gömleğin düğmelerini ilikleyeyim mi yoksa öylece mi bırakayım?)
  (Ne dersin, bu gömleğin önünü kapatayım mı yoksa önü açık mı kalsın?)


* Can you help me to do up my dress?
  (Elbisemin fermuarını çekmeme yardım eder misin?)

* Your buttons are undone. Please do them up.
  (Düğmelerin iliklenmemiş/açık kalmış. Lütfen ilikle onları.)

* Elisabeth did up the childrens' seatbelts for them.
  (Elisabeth çocukların emniyet kemerlerini taktı/bağladı.)

* You must do up your safety belt in the back of cars and taxis now.
  (Artık araba ve taksilerin arka koltuğunda emniyet kemerlerinin takılması/bağlanması zorunludur.)

* Ladies and gentleman please do up your seatbelts.
  (Bayanlar ve baylar, lütfen emniyet kemerlerinizi bağlayınız/takınız.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 75

English Expressions & Phrases


do up (1)

= to restore/renovate/redecorate
    to repair, paint, and improve an old building, car, boat etc

= restore etmek, restorasyon yapmak
    yenilemek, yenileştirmek
    güzelleştirmek
    tamir etmek, onarmak, tadilattan geçirmek



* It’s a lovely cottage, but it needs doing up a bit.
  (Güzel/hoş bir kır evi, ama biraz onarıma/restorasyona/tadilattan geçirilmeye ihtiyacı var.)
  (Çok tatlı/hoş bir kır evi ama biraz restore edilmesi/onarılması/tadilattan geçirilmesi/tadilat görmesi lazım.)


* We spent our weekends doing up a 1934 Rolls Royce.
  (Hafta sonlarımızı 1934 model bir Rolls Royce'u yenilemekle geçirdik/harcadık.)

* XYZ is the best place to go if you're thinking about doing up your house.
  (Evinizi yenilemeyi/restore etmeyi düşünüyorsanız/planlıyorsanız, gidilecek en iyi/uygun yer/adres XYZ'dir.)
  (Evinizi yenileme niyetiniz/düşünceniz varsa, gidilecek en iyi/uygun yer/adres XYZ'dir.)


* I'm going to do up the living room next.
  (Daha sonra da oturma odasını yenileyeceğim.)

* The whole house had been done up for Halloween.
  (Cadılar Bayramı için ev baştan sona/evin her tarafı yenilendi/tadilattan geçirildi.)

* My parents did up the bathroom of their house last summer. It looks lovely now.
  (Anne babamlar geçen yaz evlerinin banyosunu yeniledi. Şimdi/şuan banyoları çok güzel görünüyor.)

* We are doing up our old house.
  (Eski/köhne evimizi yeniliyoruz/tadilattan geçiriyoruz/restore ediyoruz.)

* My living room is a mess at the moment because I'm having it done up.
  (Restorasyon yaptırdığım/tadilattan geçirttiğim için oturma odam şu an dağınık/karman çurman.)

* When I do this room up, I’ll paint the walls cream.
  (Bu odayı restore ettiğimde/yenilediğimde/yenilediğim zaman, duvarları kreme/krem rengine boyayacağım.)

* They're going to do up their apartment, so they're getting paint and brushes.
  (Dairelerini yenileyecekler/tadilattan geçirecekler, bu yüzden boya ve fırça alıyorlar.)

* Wow. Your kitchen looks fabulous. Have you had it done up recently?
  (Vay! Mutfağın harika/muhteşem/çok güzel görünüyor. Daha yeni mi/yakınlarda mı restore ettirdin/yenilettin/tadilatını yeni mi yaptırdın?)

* It took them six months to do up the house before they could actually move in.
  (Tam olarak/tam anlamıyla taşınabilmelerinden önce evi yenilemeleri/tadilattan geçirmeleri 6 aylarını aldı.)

* They've done up the house so that they can sell it more easily.
  (Daha kolay/çabuk satabilmek için evi yenilediler/restore ettiler/tadilattan geçirdiler.)

* I spent a month doing up the flat and I think it's quite nice now.
  (Daireyi yenilemeye/tadilattan geçirmeye bir ay harcadım, şuan oldukça güzel oldu.)
  (Daireyi yenilemem/tadilattan geçirmem bir ayımı aldı, artık/şuan baya güzel bir daire oldu.)


* They bought an old house very cheaply and they did it up. It looks beautiful now.
  (Çok ucuza eski/köhne bir ev alıp onu yenilediler/restore ettiler/tadilattan geçirdiler. Şuan güzel görünüyor/duruyor.)

* Mike makes money by buying old houses and then doing them up and selling them.
  (Mike eski evleri satın alıp sonra da onları yenileyerek satıp/satmak suretiyle para kazanıyor.)

* He makes his money by buying distressed furniture and doing it up and then selling it.
  (Yıpranmış/eski mobilyaları satın alıp onları tadilattan geçiriyor/yeniliyor, sonra da onları satıp para kazanıyor.)

* Uncle Bill likes to do up old cars and make them look as good as new.
  (Bill Amcam eski arabaları yenileyip hiç kullanılmamış bir hale getirmeyi seviyor/sever/getirmekten hoşlanıyor.)

* He spends all his time in the garage doing up old cars.
  (Tüm vaktini garajda eski arabaları yenilemekle/onarmakla geçiriyor/harcıyor.)