15 Ekim 2014 Çarşamba

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 11

Learning English With Songs

Don't You Want Me Baby
 / The Human League




You were working as a waitress in a cocktail bar
(bir kokteyl barda garson olarak çalışıyordun)
When I met you
(Tanıştığımızda/seninle tanıştığımda)
I picked you out, I shook you up, and turned you around
(o kadar insan arasından seni seçtim/senin farkına vardım, seni canlandırıp kendine getirdim, benimle hayatın değişti)
Turned you into someone new
(seni yeni/bambaşka birine dönüştürdüm/benimle farklı biri oldun)
Now five years later on you've got the world at your feet
(şimdi beş yıl sonra/üzerinden beş yıl geçti, artık çok popülersin/başarılısın/dünya ayaklarının altında)
Success has been so easy for you
(başarıya çok kolayca/zorlanmadan ulaştın)
But don't forget it's me who put you where you are now
(fakat unutma ki seni bulunduğun bu noktaya/hale getiren benim/benim sayemde bu noktaya/hale geldin)
And I can put you back down too
(seni tekrar eski haline döndürebilecek de benim/seni tekrar geldiğin yere döndürebilecek de benim/seni alaşağı edebilecek de benim)

Don't, don't you want me?
(Yapma, beni istemiyor musun?)
You know I can't believe it when I hear that you won't see me
(anlarsın işte, benimle görüşmeyeceğini duyduğuma inanamıyorum)
Don't, don't you want me?
(Yapma, beni istemiyor musun?)
You know I don't believe you when you say that you don't need me
(anlarsın işte, bana ihtiyacın olmadığını söylediğine inanmıyorum/söylediğini kabul edemiyorum/aklım almıyor)
It's much too late to find
(artık anlasam da/durumun farkına varsam da/uyansam da çok geç)
You think you've changed your mind
(Sen fikrinin/düşüncenin değiştiğini düşünüyorsun/artık eskisi gibi düşünmüyorum diyorsun)
You'd better change it back or we will both be sorry
(yine eski düşüncende olsan iyi edersin yoksa ikimiz de pişman olacağız/üzüleceğiz.)

Don't you want me baby? Don't you want me - oh
(beni istemiyorsun bebeğim/sevgilim? beni istemiyor musun ahh)
Don't you want me baby? Don't you want me - oh

I was working as a waitress in a cocktail bar
(bir kokteyl barda garson olarak çalışıyordum)
That much is true
(bu kısmı/orası doğru)
But even then I knew I'd find a much better place
(Fakat o zaman bile/o zamanda bile, çok daha iyi bir yerlere geleceğimi biliyordum)
Either with or without you
(seninle ya da sensiz/ sen ol ya da olma/ sen olsan da olmasan da)
The five years we have had have been such good times
(birlikte geçirdiğimiz/olduğumuz beş yıl çok güzel zamanlardı/birlikte çok güzel beş yıl geçirdik)
I still love you
(seni hala seviyorum)
But now I think it's time I lived my life on my own
(Fakat artık bence tek başıma yaşamamın/kendi ayaklarımın üzerinde durmamın vakti geldi)
I guess it's just what I must do
(sanırım bu öylece yapmak zorunda olduğum birşey)

Don't, don't you want me?
You know I can't believe it when I hear that you won't see me
....

Don't you want me baby? Don't you want me - oh
.....

--------------- ------

* to work as
= olarak çalışmak, ...lık yapmak/etmek
- I worked as a secretary in Madrid last year.
  (Geçen sene Madrid'de sekreter olarak çalıştım/sekreterlik yaptım.)
- Right now I am working as a waitress, but I want to be an actress.
  (Şu anda garsonluk yapıyorum ama aktrist/oyuncu olmak istiyorum.)

* waitress
= bayan/kadın garson, garson kız
- waiter= erkek garson
- did you hit on the waitress?
  (Garson kıza mı asıldın?)

* to pick someone out
= birini seçmek/ayırt etmek, birinin farkına varmak
- It's funny that you picked me out. I didn't think I was your type.
  (Beni farketmen/farkıma varman tuhaf/garip birşey. Senin tipin olduğum aklıma gelmemişti.)
- He was so tall, it was easy to pick him out in the crowd.
  (Boyu çok uzundu, kalabalıkta onu farketmek/bulmak çok kolaydı.)

* to shake someone up
= gözünü açmak, harekete geçirmek, kendine getirmek, canlandırmak
- He shook me up, he took me by surprise.
  (Beni kendime getirdi, beni çok şaırttı.)
- I was doing nothing at all till you. You shook me up.
  (Senden öncesine kadar hiçbir şey yapmıyordum. Sen beni canlandırdın/kendime getirdin.)

* to turn someone/something around
= bir kimsenin davranışlarını/hayatını vb olumlu değiştirmek/etkilemek
- And then you turned me around. I'm feeling like a new born child.
  (Sonra sen gelip hayatımı değiştirdin. Yeni doğmuş bir çocuk gibiyim.)
- Sometimes you can completely turn someone around simply by listening.
  (Bazen sadece dinleyerek bir insanı tamamen değiştirebilirsiniz.)
- Don't expect you'll be able to turn someone around just by caring.
  (sadece ilgi alaka göstererek bir insanı değiştirebileceğinizi beklemeyin/ummayın.)
- How did you turn your life around?
  (Hayatınızı nasıl değiştirdiniz/ hayatınızda gerçekleştirdiğiniz değişiklikleri nasıl başardınız?)

* to turn someone into
= dönüştürmek, … haline getirmek, çevirmek
- What have they turned you into?
  (Seni ne hale getirmişler/sana ne yapmışlar böyle?)
- You turned me into a big liar.
  (Beni büyük bir yalancıya çevirdin/senin sayende/yüzünden büyük bir yalancı oldum.)

* to have the world at one’s feet
= çok popüler olmak, çok başarılı olmak, geleceği çok parlak olmak, önünde birçok imkan/fırsat olmak
- My son graduated with top grades - now he has the world at his feet.
  (Oğlum en iyi dereceyle mezun oldu. Artık geleceği çok parlak.)
- Cristiano Ronaldo has the world under his feet  from the beginning of  his career.
  (Cristiano Ronalda kariyenin başından beri çok başarılı/popüler.)
- Only six months after her debut, this young star of the Royal Ballet already has the world at her feet.
  (Sahneye ilk çıkışından sadece altı ay geçti, Royal Ballet'in bu genç yıldızı çoktan popüler oldu /bile.)
- This young Broadway actress already has the world at her feet.
  (Bu genç Broadway oyuncusu daha şimdiden çok popüler biri oldu.)
- If you get this book published the world will be at your feet.
  (Bu kitabı basabilirsen/yayınlayabilirsen, çok başarılı/popüler olursun/adını herkese duyurursun.)

* too much or much too
= too much isim ya da fiili niteler.
= much too sıfat ya da zarfı niteler. Ayrıca cümleye fazladan bir vurgu katar.
- It's much too expensive!
  (çok ama çok pahalı/kazık)
- This is much too heavy for you.
  (Bu senin taşıman çok fazla/aşırı ağır)
- It's raining too much to go for a walk.
  (Yürüyüşe çıkılamayacak kadar yağmur yağıyor.)
- I've been working too much.
  (Çok fazla çalışıyorum.)

* to change one's mind
= fikrini/düşüncesini değiştirmek, vazgeçmek, caymak
- Get out of here before i change my mind!
  (fikrimi değiştirmeden buradan git/git buradan)
- if you change your mind call me.
  (Fikrin/düşüncen değişirse/eğer fikrini değiştirirsen, ara beni.)
- She cried and begged him to change his mind.
  (Ağlayıp fikrini değiştirmesi/vazgeçmesi için ona yalvardı.)

* to live (something) on one's own
= ekonomik özgürlüğüyle birlikte tek/kendi başına yaşamak, kendi ayakları üzerinde durmak
- I moved out of my parents' house because I wanted to live on my own for a while.
  (Bir süre kendi başıma yaşamak istediğim için ailemin evinden taşındım/çıktım/ayrıldım.)
- It's time you were out living on your own.
  (Kendi başına yaşamanın/kendi ayaklarının üzerinde durmanın zamanı geldi.) 

------- -----
Şarkının diğer versiyonları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder