31 Ekim 2014 Cuma

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 19

Learning English With Songs


You Sang To Me / Marc Anthony



I just wanted you to comfort me
(beni sadece rahatlatmanı/yüreğime su serpmeni istemiştim)
When I called you late last night
(dün gece geç saatte/vakitte sana uğradığımda/ziyaretine geldiğimde/geldiğim zaman)
you see I was fallin' into love
(gördüğün/anladığın gibi/üzere/anlamışsındır aşka tutuluyordum/aşık oluyordum)
Yes, I was crashin' into love
(evet aşka çarpılıyordum)
Oh of all the words you sang to me
(bana şarkı söyledin tüm sözleri)
About life, the truth and being free, yeah
(hayat, gerçekler ve özgür olmak hakkında olan)
You sang to me, oh how you sang to me
(bana şarkı söyledin, hem de nasıldı öyle bana söylediğin şarkı)

Girl, I live for how you make me feel
(sevgilim, bana hissettirdiklerin için yaşıyorum/yaşama sebebim sana hissettiklerim/sana olan hislerim/aşkım)
So I question all this being real
(bu nedenle bütün bunlar gerçek mi diye soruyorum/şüphedeyim)
'Cause I'm not afraid to love
(çünkü aşık olmaktan/aşktan korkmuyorum)
For the first time I'm not afraid of love
(ilk defa aşktan korkmuyorum)
(normalde aşk beni korkuturdu)

This day seems made for you and me
(bugün sanki senle benim için yaratılmış)
And you showed me what life needs to be
(ve sen bana hayatın ne/nasıl olması gerektiğini gösterdin/anlamamı sağladın)
Yeah, you sang to me, oh you sang to me
(bana şarkı söyledin)

All the while you were in front of me I never realized
(bunca zamandır/tüm bu zaman boyunca gözümün önündeydin/karşımdaydın, ben hiç farkedemedim/farkına varamadım)
I just can't believe I didn't see it in your eyes
(gözlerinde onu nasıl görememişim/fark edememişim inanamıyorum)
I didn't see it, I can't believe it
(anlamadım/farkına varmadım inanamıyorum)
Oh but I feel it
(fakat hissediyorum)
When you sing to me
(bana şarkı söylediğinde)
How I long to hear you sing beneath the clear blue skies
(bulutsuz/berrak mavi gökyüzünün altında şarkı söyleşini duymayı ne çok istiyorum bir bilsen)
And I promise you this time I'll see it in your eyes
(söz, bu defa/sefer gözlerinde onu göreceğim/fark edeceğim)
I didn't see it, I can't believe it
Oh but I feel it
When you sing to me

Just to think you live inside of me
(sadece içimde yaşadığını düşünmenin bile)
I had no idea how this could be
(mümkün olabileceği hiç aklıma gelmezdi)
Now I'm crazy for your love
(şimdi ise aşkından deliriyorum)
Can't believe I'm crazy for your love
(inanamıyorum/inanması zor, aşkından deliye döndüm/seni deli gibi seviyorum)
The words you said you sang to me
(bana söylediklerinle bana şarkı söyledin/sözlerin bana şarkı gibi geldi)
And you showed me where I wanna be
(olmak istediğim yeri/nerede olmak istediğimi gösterdin bana)
Yeah you sang to me, oh sang to me

All the while you were in front of me I never realized
.........
.........
----------- -------

* to call
= ziyaret etmek, uğramak
- I'll call tomorrow and we can discuss it then.
  (Yarın uğrarım, onu/bunu o zaman tartışırız/konuşuruz.)
- He called to pay his respects.
  (Taziyelerini sunmak için uğradı/ziyaret etti.)
- James called to see you.
  (James seni görmeye geldi/seni görmek için uğradı.)

* to be made for
= için yaratılmak/yaratılmış olmak
- We were made for each other.
  (Birbirimiz için yaratılmışız.)
- I'm not made for being father.
  (Baba olmak için yaratılmamışım/baba olmak bünyeme ters.)

* to long to
= çok istemek, can atmak
- Just like me, they long to be close to you.
  (Aynı/tıpkı benim gibi onlar da sana yakın olmak istiyorlar.)
- She longed to see him again.
  (Onu bir daha görmeyi çok arzuladı/istedi/görmek için can attı.)
- I long to return home.
  (Eve dönmeyi çok istiyorum.)

30 Ekim 2014 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 34

English Expressions & Phrases


down-to-earth

= sensible, humble, unpretentious
    practical; realistic; pragmatic

= havalarda olmayan, kendi halinde, mütevazı, gösterişsiz, gösterişi sevmeyen, yapmacıksız, basit ve doğal
    gerçekçi, mantıklı, sağduyulu, aklı başında
    uygulanabilir, pratik



* He's very down-to-earth despite his fame.
  (Şöhretine/ünlü olmasına rağmen son derece mütevazi/alçak gönüllü biri.)

* a down-to-earth approach to life
  (hayata gerçekçi bir yaklaşım)

* down–to–earth traveling tips
  (pratik/kullanışlı/işinize yarayacak seyahat önerileri)

* down-to-earth advice
  (mantıklı tavsiye/öneri/fikir)

* a down-to-earth view of marriage
  (evliliğe mantıklı/gerçekçi bir bakış açısı)

* I like him. He's a down-to-earth kind of guy.
  (Onu severim. Kendi halinde/mütevazı/alçak gönüllü/gösterişi sevmeyen birisidir.)

* I really hope this new acting job doesn't get to Susan's head. She's always been so down to earth.
  (Umarım bu yeni oyunculuk işi Susan'ı şımartmaz/değiştirmez. Her zaman mütevazı biri olmuştur.)

* I like Brad Pitt very much. He seems like a very normal, friendly, down-to-earth guy-not like other movie stars!
  (Brad Pitt'i çok seviyorum. Çok normal -herhangi biri gibi-, arkadaş canlısı ve havalarda olmayan/mütevazı biri gibi duruyor. Diğer film yıldızlarına benzemiyor.)

* This down-to-earth Seiko is often just the one I want.
  (Bu gösterişsiz/sade Seiko, tam da benim istediğim bir saat.)

* Just call me Bill says Prince William who is very down to earth.
  (Son derece alçak gönüllü/mütevazı biri olan Prens William "bana sadece Bill deyin/diye hitap edin" diyor.)

* She's the most down-to-earth person I've met.
  (Karşılaştığım/tanıştığım en gerçekçi/mantıklı/aklı başında/sağduyulu insan.)

* Needless to say, they are very down-to-earth people.
  (Söylemeye/fazla söze/söylemeye bile gerek yok/zaten aşikar/bilinen bir şey, son derece mütevazi insanlar.)

* She's a down-to-earth sort of woman with no pretensions.
  (O gösterişe merakı olmayan/gösterişi sevmeyen mütevazı biridir.)

* Marilyn's a very down-to-earth person: she'll be a great asset in the coming crisis.
  (Marilyn son derece mantıklı/pratik bir kişi, yaklaşan krizde kıymeti/değeri daha da anlaşılacak.)

* In contrast to her husband she's a very down-to-earth sort of person who manages to control his wild ideas.
  (O kocasının aksine/tersine, kocasının çılgın fikirlerini dizginleyen son derece mantıklı/aklı başında bir insan.)

***
down-to-earth deyimiyle ilgili aşağıdaki linklerden yararlanabilirsiniz.
youtube
youtube
idioms4you.com

28 Ekim 2014 Salı

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 18

Learning English With Songs

I Want To Break Free / Queen


I want to break free
(kurtulmak istiyorum)
I want to break free
I want to break free from your lies
(yalanlarından -çok sıkıldım-kaçıp kurtulmak istiyorum)
You're so self satisfied I don't need you
(kendini beğenmişin tekisin/kendini dev aynasında görüyorsun/kendini bir bok sanıyorsun-sensiz yapamayacağımı düşünüyorsun-, sana ihtiyacım yok)
I've got to break free
(kaçıp kurtulmam lazım/kaçıp kurtulmaya ihtiyacım var)
God knows, God knows I want to break free.
(Tanrı biliyor/şahit/şahidim ki, kurtulmak istiyorum)

I've fallen in love
(aşık oldum)
I've fallen in love for the first time
(ilk defa aşık oldum)

And this time I know it's for real
(bu sefer hissediyorum/inanıyorum hissettiklerim gerçek/gerçekten aşık oldum)
I've fallen in love, yeah
God knows, God knows I've fallen in love.
(tanrı şahidim ki aşık oldum/seviyorum)

It's strange but it's true
(tuhaf/garip -gelebilir- ama gerçek)
I can't get over the way you love me like you do
(senin gibi birinin beni sevme şekli/biçimi/sevişi beni çok şaşırttı)
(böyle sevebilecek biri gibi durmuyorsun)
But I have to be sure
(ama emin olmam lazım)
When I walk out that door
(şu kapıdan çıkıp gittiğimde/gittiğim zaman/evi/seni terk ettiğim zaman)
Oh how I want to be free, baby
(özgür olmayı/senden ayrılıp kurtulmayı ne kadar/ne denli istediğimden/istiyormuşum)(emin olmam lazım)
(kaçıp kurtulmanın/seni terk etmenin sonuçlarını göze aldığımdan emin olmam lazım)
(bakalım göreceğiz senden kurtulmayı ne kadar istiyormuşum)
Oh how I want to be free,
Oh how I want to break free.

But life still goes on
(ama hayat yine de devam ediyor)
I can't get used to, living without, living without,
(alışamam olmadan yaşamaya, olmadan yaşamaya)
Living without you by my side
(yanımda sen olmadan yaşamaya)
I don't want to live alone, hey
(yalnız yaşamak istemiyorum)
God knows, got to make it on my own
(Tanrı biliyor/tanrı şahit/şahidim ki kendi başıma yaşamam lazım/kendi ayaklarımın üstünde durmam/başımın çaresine bakmam lazım)
So baby can't you see
(bebeğim görmüyor musun/anlamıyor musun/anlasana)
I've got to break free.
(kaçıp kurtulmam lazım/kaçıp kurtulmaya ihtiyacım var)

I've got to break free
I want to break free, yeah
I want, I want, I want, I want to break free.

-------------- --------

* to break free (from someone/something)
= kurtulmak, kaçıp kurtulmak, serbest/özgür kalmak,
- Oh my life is so routine, every morning I wake up and have endure the same old thing again and again!... oh...how I want to break free!
  (Ah/of hayatım çok monoton/tekdüze, her sabah kalk/uyan, tekrar tekrar aynı şeylere tahammül et/dayan. ah, bu hayattan/monotonluktan nasıl da kaçıp kurtulmak istiyorum.)
- He finally managed to break free from his attacker.
  (Sonunda ona saldıran kişiden kaçıp kurtulmayı başardı/başarmış.)
- Break yourself free.
  (Kaç kurtar kendini/kurtar kendini.)
- I wanna break free from this world of selfish, greedy people and live life on my own terms.
  (Bencil ve haris insanlardan -çok sıkıldım- kaçıp kurtulmak ve hayatı istediğim gibi/kendi tercihlerim/isteklerim doğrultusunda yaşamak istiyorum.)
- We're breaking free!
  (Kurtuluyoruz.)

* to fall in love (with someone)
= aşık olmak, sevmek, abayı yakmak, tutulmak, sevdalanmak, gönlünü kaptırmak
- You made me fall in love with you.
  (Beni sana/kendine aşık ettin.)
- What's with you, falling in love?
  (Neyin var senin, aşık mısın?/ne oldu sana/bu halin ne, aşık mı oldun/aşk mı çarptı seni?)
- She fell in love with her former student.
  (Eski öğrencisine aşık oldu/gönlünü kaptırdı.)
- I think I fell in love with him the very first time we met.
  (Sanırım ona ilk karşılaşmamızda aşık oldum/olmuştum/gönlümü kaptırdım/ daha onu ilk görüşümde sevdim/ona aşık oldum.)

* can't get over something
= inanamamak, birşeye çok şaşırmak
- I just can't get over how well we played!
  (Bu kadar iyi oynadığımıza inanamıyorum!)
- I just can't get over seeing you again.
  (Seni tekrar gördüğüme inanamıyorum/çok şaşırdım/seni tekrar görmek çok büyük sürpriz oldu bana.)
- I can't get over the way he behaved at your party - it was appalling!
  (Onun senin partindeki davranışına/hareketine inanamıyorum/çok şaşırdım- feci/berbat birşey.)
- A: What a great presentation your team created!
  (Ekibinin hazırladığı sunumu çok beğendim/Ekibin harika bir sunum hazırlamış.)
  B: I can't get over how well everyone like it.
  (Herkesin beğeneceği kadar iyi olmasına inanamıyorum.)
- A: Congratulations! You won the tournament and a free trip to Switzerland!
  (Tebrikler! Turnuvayı kazanıp/galip biririp ücretsiz İsviçre seyahati kazandın.)
  B: Well, I can't get over it!
  (inanamıyorum/çok şaşkınım/çok büyük sürpriz oldu)
- I can't get over how rude she was.
  (Ne kadar da kaba biriymiş, inanamıyorum/şok oldum/çok şaşırdım.)
- I just can't get over how much weight you've lost!
  (Bu kadar çok kilo vermene/zayıflamana inanamıyorum/vay anasını amma kilo vermişsin/zayıflamışsın!)
- I can't get over how well you look.
  (Vay anasını, ne de güzel/çok güzel görünüyorsun.)
- I can't get over the way you got over me so soon.
  (Beni bu kadar çabuk nasıl unutabilirsin/unutabildin, inanamıyorum/aklım almıyor.)

* to walk out
= çıkıp gitmek, çıkmak, çekip/bırakıp gitmek, terk etmek
- I can't walk out my door at nights.
  (Geceleri kapıdan dışarı çıkamıyorum/adımımı atamıyorum.)
- We simply walked out after waiting half an hour for someone to come and serve us.
  (Birinin gelip bize servis yapması için yarım saat bekledikten sonra doğal olarak çekip gittik.)
- Turn around and walk out the door.
  (Arkanı dön ve kapıdan çık git.)
- I never should have let you walk out that door.
  (O kapıdan çıkıp gitmene asla müsaade etmemeliydim/sessiz/tepkisiz kalmamalıydım.)
- If you walk out that door, I' m going to kill you.
  (Eğer o kapıdan çıkarsan, seni öldürürüm.)
- I will walk out this door, and you will never see me again.
  (Şu kapıdan çıkıp gideceğim ve beni bir daha asla göremeyeceksin.)

* to go on
= devam etmek, sürmek, zaman geçmek
- Life must go on.
  (hayat devam etmeli/Yaşamak zorundayız.)
- The meeting went on a lot longer than I expected.
  (Toplantı beklediğimden daha uzun sürdü.)
- We can't go on like this any more. Things have got to change.
  (Böyle daha fazla devam edemeyiz/sürdüremeyiz. Birşeyler değişmek zorunda.)
- The film seemed to go on forever.
  (Film hiç bitmeyecek sandım.)
- We went on working until well past midnight.
  (Gece yarısını baya bir/hayli bir geçene kadar çalışmaya devam ettik.)
- He went ON and on talking and I was so bored.
  (Hiç durmadan/habire konuştu/konuştu da konuştu, çok sıkıldım.)
- Go on, I am listening.
  (Devam et, dinliyorum.)

* to get used to
= alışmak, kanıksamak,
- I'm trying to get used to it.
  (Alışmaya çalışıyorum.)
- It's pretty good once you get used to the taste.
  (bir kere tadına alıştın mı harika/oldukça güzel geliyor.)
- I'll never get used to the heat in India.
  (Hindistan'ın sıcaklığına/havasına hiç alışamayacağım.)
- I'm getting used to the strange smell in the factory.
  (Fabrikadaki garip/tuhaf kokuya yavaş yavaş alışıyorum.)
- I'm getting used to eating sushi, but I can't get used to using chop-sticks!
  (Suşi yemeye yavaş yavaş/biraz biraz alışıyorum ama çubukları kullanmaya alışamıyorum.)
- You'll soon get used to driving your new car.
  (Kısa zaman sonra/yakında/çok geçmeden yeni arabanızı kullanmaya alışacaksınız.)
- The new rules were quite different for them but they got used to them in a short time.
  (Yeni kurallar onlar için oldukça farklıydı fakat kısa zamanda alıştılar.)
- The students will soon get used to the school and to their new friends.
  (Öğrenciler çok geçmeden okula ve yeni arkadaşlarına alışacaklar.)
- You will get used to it like us.
  (Sen de bizim gibi alışacaksın/biz nasıl alıştıysak sen de alışacaksın.)

26 Ekim 2014 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 33

English Expressions & Phrases


do well

= be financially successful

= maddi durumu iyi olmak
    iyi para kazanmak
    güzel/iyi iş yapmak


* Our West Mall shop is doing well, but our East Mall shop is not doing well.
  (Batı Alışveriş Merkezindeki dükkanımız çok güzel iş yapıyor/çok para kazandırıyor ama Doğu Alışveriş Merkezindeki dükkanımız iyi iş yapmıyor/kazancı iyi değil.)

* I'm not doing well.
  (işlerim iyi değil/gitmiyor/bozuk/kazancım iyi değil.)

* Two years ago, I didn't do very well. I made only five sales. But I did well last year. I made over 70 sales.
  (İki sene önce çok iyi para kazanamadım. Sadece beş satış yapmıştım. Ama geçen sene iyi kazandım. Yetmişin üzerinde/yetmişten fazla satış yaptım.)

* Look at Frank's expensive new car! He must be doing well.
  (Frank'in pahalı/lüks yeni arabasına bak! İyi kazanıyor/maddi durumu iyi olmalı.)


25 Ekim 2014 Cumartesi

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 17

Learning English With Songs


Poor Misguided Fool / Starsailor


As soon as you sound like him
(Bir erkek gibi konuştuğunda/karı gibi sızlanmayı bıraktığında)
Give me a call
(ara beni)
When you're so sensitive
(çok içlisin/duygusalsın)
It's a long way to fall
(sonbahara/güze/hazan mevsimine daha çok var.)
(daha yıkılmadın/öyle hemen yıkılmak yok)

Whenever you need a home
(ne zaman bir yuvaya/sığınağa/kaçıp başını dinleyeceğin bir yere ihtiyacın olursa)
I will be there
(yanında olacağım)
Whenever you're all alone
(yapayalnız/tek başına olduğunda/kaldığında)
And nobody cares
(ve hiç kimse seni umursamadığında/önemsemediğinde/sevmediğinde)

You're just a poor misguided fool
(sen yanlış yola sapmış/yolunu şaşırmış sersemin/ahmakın birisin)
Who thinks they know what I should do
(ne yapmam gerektiğini onlar/başkaları bilir diye düşünüyorsun/inanmışsın)
A line for me and a line for you
(bir satır cümle bana, bir satır cümle sana)
(söyleyeceğimiz cümleleri fısıldıyorlar bize)
I lose my right to a point of view
(bu bakış açısı yüzünden düzenim elimden gidiyor/kayboluyor)

Whenever you reach for me
(ne zaman bana ulaşırsan/benimle iletişime geçersen)
I'll be your guide
(sana yardımcı olurum/fikrimi söylerim/şöyle yap böyle yap derim)
Whenever you need someone
(birini istediğinde/birine ihtiyaç duyduğunda)
To keep it inside
(kalbinde tutacağın/seveceğin)(birine)

Whenever you need a home
I will be there
Whenever you're all alone
And nobody cares

You're just a poor misguided fool
Who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

I'll be your guide in the morning
(sabahları sana yardımcı olurum/yol gösteririm)
You cover up bullet holes
(kurşun deliklerini/yaralarını örtmen/gizlemen için)

As soon as you sound like him
Give me a call
When you're so sensitive
It's a long way to fall

You're just a poor misguided fool
Who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

------- --------

* as soon as
= ..diğinde, ..er ...emez, ...dığın gibi hemen/derhal
- Dry your hair as soon as you get home.
  (Eve gider gitmez/varır varmaz/gittiğin/vardığın gibi hemen saçlarını kurula.)
- You will understand as soon as I explain.
  (İzah ettiğimde/açıkladığımda anlayacaksın.)
- I came as soon as you called.
  (Aradığın anda/gibi hemen geldim.)
- As soon as he comes, make him a good meal.
  (Gelir gelmez/geldiği gibi ona güzel bir yemek yap.)
- As soon as he left the meeting, he called his wife.
  (Topantıdan çıkar çıkmaz/çıktığı gibi hemen eşini/karısını aradı.)
- As soon as we left our house, it started to rain.
  (Evden çıktığımız gibi yağmur yağmaya başladı.)

* to sound like someone
= ... gibi konuşmak
- Stop telling me what to do! You sound just like my mother.
  (Bana ne yapacağımı söylemeyi kes/bırak! Aynı annem gibi konuşuyorsun.
- I'm starting to sound like my dad.
  (Babam gibi konuşmaya başladım.)

* to give someone a call  = give someone a ring/buzz
= birisini telefonla aramak, birine telefon açmak/etmek, birine alo demek
- If anything happens, give me a call.
  (birşey olursa beni ara/bana alo de)
- Give me a call if you're interested.
  (İlgilenirseniz, beni arayın.)
- I'll give you a call on Sunday.
  (seni Pazar günü ararım.)
- Nice talking to you. Give me a call sometime.
  (Seninle konuşmak güzeldi. bir ara ara beni.)
- Give me a call when you're in town.
  (Şehre geldiğinde ara beni/bana alo de.)

* to lose someone/something to something
= birşeyi birşey yüzünden kaybetmek
- I lost my wife to cancer.
  (Eşimi kanser yüzünden/kanserden kaybettim.)
- He lost his bike to rust.
  (Bisikletini paslandığı için kullanamıyor/pas yüzünden kaybetti.)
- I just recently lost my brother to an overdose of heroin.
  (Kardeşimi aşırı dozda eroinden kısa zaman önce/yakın zamanda kaybettim/kaybettik.)

24 Ekim 2014 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 32

English Expressions & Phrases
How's something coming along?

= to ask about the progress of something that is not finished

= ... nasıl gidiyor? ... ne alemde/durumda?
    ...yı ne yaptın(ız)?


* A: How's the job coming along?
  (İş/çalışmalar nasıl gidiyor/ne durumda?)
  B: Fine. We're almost finished.
  (Güzel. Bitirdik sayılır/bitirmek üzereyiz.)

* How's your French coming along?
  (Fransızcan ne alemde/durumda/Fransızcanı ilerletebildin mi/geliştirebildin mi?)

* How's your book coming along?
  (Kitabın/kitap yazma çalışman nasıl gidiyor/ne durumda/ne alemde?)
  (Kitap yazma çalışmanı ne yaptın?)

* How's your new building coming along?
  (Yeni binanız/inşaatınız nasıl gidiyor/ne durumda/alemde?)
  (Yeni inşaatınızı ne yaptınız?)

* A: How's your project coming along?
  (Projen ne alemde/nasıl gidiyor?)
  B: It's coming along fine.
  (İyi durumda/iyi ilerliyor.)

* Fred: I started building a barn last week.
  (Geçen hafta ahır yapmaya başladım.)
  Ted: Oh yah? How's it coming along?
  (Öyle mi/hadi ya? Nasıl gidiyor?)
  Fred: It's going alright. Should be finished in 3 or 4 months.
  (İyi gidiyor. 3-4 haftaya biter.)

* A: How's the report coming along?
  (Rapor nasıl gidiyor/ne alemde/raporu ne yaptınız?)
  B: We are half-way through.
  (Yarısına geldik/yarısını yaptık/bitirdik/yarıladık.)

Not:
Dikkat! Bazen, özellikle de konuşma dilinde ifadenin kısaltılmış haliyle sadece "coming" şeklinde kullanımını da görebilirsiniz.

23 Ekim 2014 Perşembe

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 16

Learning English With Songs

Luka  / Suzanne Vega


My name is Luka
(benim adım Luka)
I live on the second floor
(ikinci katta oturuyorum)
I live upstairs from you
(senin üst katında/üstünde oturuyorum/senin üst komşunum)
Yes I think you've seen me before
(evet sanırım daha önce beni görmüştün/karşılaşmıştık)

If you hear something late at night
(eğer gece geç vakitte/saatlerde birşeyler/bazı sesler duyarsan/işitirsen)
Some kind of trouble, some kind of fight
(sorunu andıran, kavgayı andıran birşeyler/soruna/kavgaya benzer sesler)
Just don't ask me what it was
(bana o/o sesler neydi/o sesler de neyin nesiydi diye sorma)
Just don't ask me what it was
Just don't ask me what it was

I think it's because I'm clumsy
(sanırım sebebi benim sakar/kırdı döktü biri olmam)
(sakarlığımdan kırıp döktüklerimin sesi onlar)
I try not to talk too loud
(çok yüksek sesle konuşmamaya/bağırmamaya çalışırım/dikkat ederim)
Maybe it's because I'm crazy
(biraz çılgın/deli dolu biriyimdir de)
I try not to act too proud
(çok gururlu olmamaya çalışırım/dikkat ederim)

They only hit until you cry
(ağlayıncaya kadar dövüyorlar/vuruyorlar sadece)
After that you don't ask why
(ondan/dayak yedikten sonra da nedenini/beni niye dövdünüz diye sormazsın)
You just don't argue anymore
(tartışmayı uzatmazsın/kapatırsın konuyu/meseleyi)
You just don't argue anymore
You just don't argue anymore

Yes I think I'm okay
(evet sanırım iyiyim/birşeyim yok)
I walked into the door again
(yine kapıya çarptım)
Well, if you ask that's what I'll say
(sorarsan diyeceğim bu)
And it's not your business anyway
(zaten ne olduğu seni de ilgilendirmez/alakadar etmez)
I guess I'd like to be alone
(beni rahat bırak/yalnız kalmak istiyorum)
With nothing broken, nothing thrown
(kırığım da yok çıkığım da yok)
Just don't ask me how I am
(bana nasıl olduğumu/halimi sorma)
Just don't ask me how I am
Just don't ask me how I am

My name is Luka
....

------- ---

* to walk (right) into
= çarpmak, bindirmek, toslamak
- Fred walked right into the edge of the door and broke his nose.
  (Fred kapının kenarına çarpıp burnunu kırdı.)
- Sam walked into Liz and frightened her.
  (Sam Liz'e toslayıp onu ürküttü/korkuttu.)
- It always funny watching someone walk into a glass door.
  (Cam kapıya çarpan birini izlemek hep/her zaman eğlenceli/komik oluyor/olur.) 

22 Ekim 2014 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 31

English Expressions & Phrases

for the time being


= temporarily; at this time only; not forever
    for the present; during the period under consideration

= şimdilik, geçici olarak, bir süreliğine, idareten, şu an için
    sınırlı/belli bir süre için, muvakkaten



* A: Where's everything?
  (Herşey/buradaki şeyler nereye gitti/kayboldu?)
  B: Everything is in Ann's office for the time being.
  (Herşey geçici olarak/bir süreliğine Ann'in ofisinde.)

* For the time being, I am staying at this hotel.
  (Bir süreliğine/idareten/şimdilik bu hotelde kalıyorum.)

* Don't come home for the time being!
  (Bir süreliğine eve gelme/başka yerde kal!)

* You can stay with us for the time being.
  (Şimdilik/geçici olarak/bir süreliğine bizimle/bizim yanımızda kalabilirsin.)

* We've decided to do without a car for the time being.
  (Bir süreliğine/geçici olarak arabasız idare etmeye karar verdik.)

* My car is being repaired, so for the time being I'll have to use the bus.
  (Arabam tamirde, bu yüzden bir süreliğine otobüse binmem gerekiyor.)

* My car fell apart so I'm using my bicycle for the time being.
  (Arabam bozulduğu için bir süreliğine/geçici olarak bisikletimi kullanıyorum/bisikletime biniyorum.)

* We will not be hiring for the time being.
  (Geçici olarak/bir süreliğine işe alınmayacağız/çalıştırılmayacağız)
  (Bizi kalıcı/daimi olarak işe alacaklar.)


* This site has been disabled for the time being.
  (Bu site bir süreliğine/geçici olarak kapalıdır/hizmet dışıdır.)

* For the time being, this is our office.
  (Geçici olarak/bir süreliğine ofisimiz burası.)

* For the time being I am tied up, but I'll get to it next week.
  (Şimdilik/şu an için çok yoğunum/meşgulüm, ama önümüzdeki/gelecek hafta ona/onu/o işi yapmaya başlayacağım/başlıyorum.)

* At least we have jobs for the time being , that's the main thing.
  (En azından/hiç olmazsa şimdilik/şu an için işlerimiz var/bir işimiz var. Asıl önemli olan da bu/en önemli olan da/şey de bu.)

* For the time being, she is teaching English at the university.
  (Şimdilik/şu an için üniversitede İngilizce hocalığı yapıyor/İngilizce dersleri veriyor/İngilizce derslerine giriyor.)

* You can stay here for the time being, but you'll have to move out when you find your own place.
  (Burada şimdilik/geçici olarak/bir süreliğine kalabilirsin, fakat kendine ev bulunca taşınmak zorundasın/taşınacaksın.)

* We plan to buy a house, but for the time being we're living with my parents.
  (Ev almayı planlıyoruz/düşünüyoruz, ama şimdilik/geçici olarak ailemle kalıyoruz/annemlerin/babamların evde kalıyoruz.)

* I am in Balıkesir for the time being, but next week I will go to Izmir.
  (Şimdilik Balıkesir'deyim ama gelecek/önümüzdeki hafta İzmir'e gideceğim/gidiyorum.)

* What was more, the snow had stopped, for the time being anyhow.
  (Dahası, kar yağışı durmuştu/kesilmişti, bir süreliğine de olsa.)

* I'm working as a writer for the time being. But I hope to become a doctor.
  (Şimdilik yazarlık yapıyorum. Ama doktor olmayı istiyorum.)

* We'll have to keep the original as evidence for the time being.
  (Aslını/orjinalini bir süreliğine kanıt/delil olarak muhafaza etmemiz gerekiyor.)

* Marry wants to lose weight, so she's decided to stop eating cakes for the time being. She'll try not to eat them until she thinks she's lost enough weight.
  (Marry kilo vermek/zayıflamak istiyor, bu yüzden bir süreliğine kek/pasta yememeye karar verdi. Yeterince kilo verdiğine inanana kadar kek/pasta yememeye çalışacak/dikkat edecek.)




Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 15

Learning English With Songs


London  / Roger Hodgson
 
 
 
I wish I was in London
(Londra'da olmayı dilerdim/isterdim/keşke Londra'da olsaydım/Londra'da olmak vardı)
Walkin' in the rain
(yağmurda yürümek)
I wish I was in London
I really miss the rain
(yağmurunu çok özledim)
Whoa-oh, oh-oh,
Just take me home again
(beni bir kere daha yuvama/memleketime/vatanıma götürün)

I wish I was in England
(İngiltere'de olmayı isterdim)
I really miss the Queen
(Kraliçe'yi çok özledim)
I wish I was in England
I really miss the Queen
Whoa-oh, oh-oh,
Oh, but is she missing me?
(ama o beni özlüyor mu?)

What happened to the Empire?
(İmparatorluğa ne oldu?)
There's nothing in the bank
(birlik içinde hiçbir ülke kalmamış)
(banka bomboş/bankada birşey kalmamış)
They gave away the Empire
(İmparatolruğu elden çıkardılar/dağıttılar/İmparatorluğa yol verdiler)

Without a word of thanks
(teşekkür bile etmeden)
Whoa-oh, oh-oh,
Let's blame it on the Yanks
(Hadi bunun için Amerikalıları suçlayalım/suçu Amerikalılara atalım)
(Oh, so sorry boy)
(çok üzgünüm genç/delikanlı)

So give me rule Britannia
(öyleyse bana Rule Britannia marşını çalın/dinletin)
Britannia rules the waves
(Britanya dalgalara hükmeder...)
I live in California
(California'da yaşıyorum)
But it's really not the same
(Fakat bu hiç de aynı şey değil)
(California'da yaşamak vatanımda yaşamanın yerini hiç tutmuyor)
Whoa-oh, oh-oh
So take me home again
(o yüzden beni bir kere daha memleketime/vatanıma götürün)
Whoa-oh, oh-oh
Please take me home again
(lütfen beni bir kere daha memleketime/vatanıma götürün)
Whoa-oh, oh-oh
Oh, so take me home again,
'gain, 'gain, 'gain, 'gain
(bir kere daha, bir kere daha...))
---------

* to blame something on someone
= suçu ...nın üzerine atmak, birşey için ...yı suçlamak, kabahati ...ya yüklemek
- Don't you blame this on me.
  (Bunun suçunu bana atma/bunun için beni suçlama)
- Blame it on me.
  (Suçu bana/benim üzerime at.)
- I blamed it all on someone else.
  (Suçu tamamen başkasının üzerine attım.)
- You can't blame all your problems on your family.
  (Bütün sorunlarında suçu/kabahati ailenin üzerine atamazsın) (Senin hiç mi suçun/kabahatin yok!)
- Police are blaming the accident on dangerous driving.
  (Polis kazada kabahati tehlikeli araç kullanmaya yüklüyor.)
  (Polis kazaya tehlikeli araç kullanmanın sebep olduğunu/yol açtığını söylüyor.)

21 Ekim 2014 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 30

English Expressions & Phrases
get something done

= to finish/complete something

= bitirmek, halletmek, tamamlamak



* The best way to get something done is to begin.
  (Bir şeyi bitirmenin en iyi yolu başlamaktır.)

* Let's get the job done/Let's get this done.
  (Hadi bitirelim/halledelim şu işi.)

* A: It's late! Why don't you go home?
  (Geç olmuş. Niye eve gitmiyorsun?/eve gitsene!)
  B: I want to get this work done tonight.
  (Bu işi bu akşam bitirmek istiyorum.)

* Did you get your homework done?
  (Ödevini bitirdin mi?)

* I can't get everything done today. I'll finish tomorrow.
  (Hepsini bugün bitiremiyorum. Yarın bitiririm.)

* You stay right here until you get this done.
  (Bu işi bitirene/halledene kadar bir yere gitmiyorsun/burada kalıyorsun/buradasın.)

* A: When can you get the job done?
  (İşi ne zaman bitirebilirsin?)
  B: I can get it done by Friday.
  (Cuma'ya kadar bitirebilirim.)

* A: But Mom, I want to watch tv today. My favorite show is on at 8:00.
  (Ama anne, bugün televizyon izlemek istiyorum. En sevdiğim program saat 8'de başlayacak.)
  B: Then, I guess you'll have to get all of your homework done before 8:00.
  (Öyleyse görünen o ki bütün ödevlerini saat 8 olmadan bitirmek zorundasın.)

* He managed to get any work done.
  (Bir tane bile işi bitirmeyi/halletmeyi başaramadı/bitirmeyi/halletmeyi başardığı hiç/bir tane iş yok.)

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 14

Learning English With Songs

It's A Lovely Day  / Erica Jennings
 
 
It's a lovely day,
(ne hoş/güzel bir gün)
All the clouds are grey,
(tüm bulutlar gri)
It's a lovely day for love.
(tam aşık olunacak gün)
It's a perfect day,
(ideal bir gün/en doğru zamanı/vakti)
Don't be afraid,
(korkma/çekinme)
It's a lovely day for love.
(tam aşık olunacak gün)
***
And I've been searching,
(ben de arıyorum)
searching,
(arıyorum)
Searching
(arıyorum)
for love
(aşkı)
***
It's a lovely day,
A strange cascade,
(değişik/alışılmadık bir şelale)
It's a lovely day for love.
It's a perfect day,
Don't be ashamed,
(utanma)
It's a perfect day for love
***
And I've been searching,
searching,
Searching
for love
for love
***
And I've been searching,
searching,
Searching
for love
***
It's a lovely day,
Nothing else to say,
(başka/daha ne denebilir ki/söylenebilir ki)
It's a lovely day for love
for love 
 
 
 
 

20 Ekim 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 29

English Expressions & Phrases

paint the town (red)

= to party or celebrate in a rowdy, wild manner, especially in a public place
    to have fun in the city
    to visit all of nightclubs and pubs in a city
    to go out and celebrate; to go on a drinking bout; to get drunk
    to go out and have a wild and crazy time
 
= çılgınlar gibi eğlenmek
    gezip eğlenmek/kutlama yapmak
    felekten bir gün çalmak/geçirmek, bar bar gezmek
    eğlenceyle/kutlamayla şehrin altını üstüne getirmek
    cümbüş yapmak, alem yapmak
    sarhoş olmak




* It was the sailors' first night ashore; they painted the town red.
  (Denizcilerin karadaki ilk geceleriydi, çılgınca eğlendiler/şehrin altını üstüne getirdiler.)

* Going out and painting the town red is great fun, but you can't do it every night.
  (Dışarı çıkıp o bar senin bu bar benim dolaşmak çok eğlenceli bir şey ama böyle her gece yapamazsın/olmaz.)

* What ever you do, don't paint the town red on a holiday.
  (Ne yaparsan yap, tatilde zil zurna sarhoş olma.)

* Let’s go dancing tonight and paint the town red!
  (Hadi dansa gidelim, çılgınlar gibi eğlenelim.!)

* It was the end of term and students decided to celebrate by painting the town red.
  (Dönem sonuydu/dönem sonu gelmişti, öğrenciler çılgınlar gibi eğlenmeye karar verdiler.)

* I feel like celebrating my promotion. Let's go out and paint the town.
  (Terfimi kutlamak istiyorum. Hadi gidip şehrin altını üstüne getirelim.)

* It's Ian's birthday so he's going out with some friends tonight to paint the town red.
  (Ian'ın doğumgünü, bu yüzden bu akşam felekten bir gece geçirmek için bir kaç arkadaşıyla dışarı çıkacak.)

* Arnie and a few of his buddies drove off in a big car Friday night and really painted the town red.
  (Arnie ve bir kaç arkadaşı Cuma gecesi büyük bir arabayla gidip çılgınca eğlendiler.)

* They were out painting the town red last night.
  (Dün akşam dışarıda bar bar/parti parti gezdiler/dolaştılar.)

* First I'm going to start drinking at Kristy's place. Then I'm going to head to the house party on Wilford. I think I'll probably end up at Mike's party too. I'm going to paint the town!
  (Önce Kristy'lerin evinde içmeye başlayacağım. Sonra Wilford'daki ev partisine gideceğim. Sanırım büyük ihtimalle Mike'ların partisine de giderim/yolum düşer. Felekten bir gece geçireceğim.)

* A: Our exams are finished! Want to celebrate?
  (Sınavlarımız bitti. Kutlayalım mı/var mı kutlamak isteyen?)
  B: Sure. Let's go and paint the town red! I'll show you my favourite pub.
  (Olur. Hadi gidip güzel bir eğlenelim/felekten bir gün geçirelim. size en sevdiğim barı göstereceğim/göstereyim/sizi favori/en sevdiğim bara götüreceğim/götüreyim.)

* A: Why do you look so terrible?
  (Niye bu kadar berbat/kötü görünüyorsun?)
  B: I went out last night and painted the town red. I went to the bar, two nightclubs and a stripclub.
  (Dün gece dışarıdaydım, felekten bir gece geçirdim. Bara, iki gece klubüne ve bir de striptiz klübüne gittim.)
  A: Why?
  (niye ki?)
  B: It was my birthday.
  (Dün benim doğum günümdü.)

* We’re going to paint the town red tonight, because I’m turning 30 years old!
  (Bu gece felekten bir gece geçireceğiz, çünkü 30 yaşına giriyorum.)

* Trevor got a new job so we’re painting the town red tonight!
  (Trevor yeni bir işe girdiği için bu gece alem yapacağız.)

* My old high school friend’s coming to visit, so this weekend we’re going to go out and paint the town red.
  (Eski lise arkadaşım ziyaretime geliyor, bu yüzden bu hafta sonu dışarı çıkıp şehrin altını üstüne getireceğiz.)

* I don’t feel like painting the town red tonight because I think I’m getting sick.
  (Bu gece canım hiç dışarı çıkıp eğlenmek istemiyor, çünkü sanırım hasta oluyorum.)

* He’s getting old and can’t paint the town red like he used to.
  (Gitgide yaşlanıyor, eskisi/eskiden olduğu gibi şehrin altını üstüne getiremez.)

* I can't wait for Saturday night. I'm going to paint the town red.
  (Cumartesi gecesini iple çekiyorum/sabırsızlıkla bekliyorum. Felekten bir gece geçireceğim.)

***
paint the town red deyimiyle ilgili olarak aşağıdaki linklerden yararlanabilirsiniz.

youtube
youtube

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 13

Learning English With Songs

Ode To My Family / The Cranberries


Understand the things I say
(Anlayın söylediğim şeyleri/sözlerimi anlayın)
Don't turn away from me
(Bana sırt çevirmeyin/benle ilişkinizi koparmayın)
'Cause I've spent half my life out there
(çünkü ömrümün/hayatımın yarısını yanınızda/sizinle geçirdim)
You wouldn't disagree
(aksini söyleyemezsiniz/bunu inkar edemezsiniz)
D'you see me, d'you see
(beni görüyor musunuz, görüyor musunuz?)
Do you like me, do you like me standing there
(beni seviyor musunuz, yanınızda olmam hoşunuza gidiyor mu?)
D'you notice, d'you know
(farkında mısınız, biliyor musunuz?)
Do you see me, do you see me
(beni görüyor musunuz, beni görüyor musunuz?)
Does anyone care
(kimsenin umrunda mı ki?)

Unhappiness, where's when I was young
(ben küçükken de mutsuzluk vardı)
And we didn't give a damn
(ama önemsemiyorduk/umursamıyorduk)
'Cause we were raised
(çünkü yetiştirilmiştik)
To see life as a fun and take it if we can
(hayatı eğlence/oyun olarak görmek ve hayatta eğlenebildiğimiz kadar eğlenmek için)
My mother, my mother she hold me
(Annem, annem bana sarılırdı/beni kollarına alırdı.)
She hold me, when I was out there
(Annem bana sarılırdı beraber/birlikte/aynı evde yaşarken)
My father, my father, he liked me
(babam, babam beni severdi)
Oh he liked me, does anyone care
(ah babam beni severdi, kimsenin umrunda mı ki)

Understand what I've become
(şuan geldiğim noktayı/şuanki beni/yeni beni anlayın)
It wasn't my design
(böyle olmasını istememiştim/bu hale gelmek tasarladığım/planladığım birşey değildi)
And people everywhere think
(her yerde insanlar bekliyor)
Something better than I am
(olduğumdan daha iyisini)
But I miss you, I miss
(ama sizi özlüyorum, özlüyorum)
'Cause I liked it, cause I liked it
(çünkü hoşuma gidiyordu/seviyordum, çünkü hoşuma gidiyordu)
When I was out there
(sizinle birlikte olmak)
D'you know this, d'you know
(bunu biliyor musunuz, biliyor musunuz?)
You did not find me, you did not find
(beni anlamadınız, anlamadınız)
Does anyone care
(kimsenin umurunda mı ki?)
***
Unhappiness where's when I was young
...

Does anyone care

----- -----

* to turn away from someone
= yüz çevirmek, sırtını dönmek, sırt çevirmek, muhatap olmamak, ilişkisini koparmak/bitirmek
- Jane turned away from Peter after she told him to go to hell.
  (Jane Peter'e "canın cehenneme" dedikten sonra/deyip ona yüz çevirdi/sırtını döndü.)
- Turn away from the ones who hurt everyone.
  (Herkesin canını yakanlara/üzen insanlara sırt çevir/öyle insanlarla muhatap olma.)
- Kazakhstan does not intend to turn away from Russia; nevertheless, it is letting Russia know that it will not forgo its political independence.
  (Kazakistan sırtını Rusya’ya dönmek/Rusya'yla ilişkilerini bitirmek istemiyor. Bununla birlikte siyasal bağımsızlığından vazgeçmeyeceğini de Rusya’nın bilmesini sağlıyor.)

- not to give a damn (about)
= umursamamak, iplememek, takmamak, aldırmamak, ilgilenmemek, önemsememek, sallamamak
- I don't give a damn!
  (Umrumda değil, beni ilgilendirmiyor/ilgilendirmez, vız gelir tırıs gider, sikimde değil, çok da fifi)
- I don't give a damn about uncle sam! I ain't going to Vietnam!
  (Sam Amca umrumda değil/Sam Amca'dan banane, Vietnam'a gitmeyeceğim/gitmiyorum!.)
-  He can think what he likes. I don't give a damn.
  (İstediğini düşünsün, umrumda değil.)
- Most companies don't give a damn about the environment.
  (Çevre çoğu firmanın/şirketin umrunda değil, firmaların/şirketlerin çoğu çevreyi önemsemiyor.)
- I've made my decision and I don't give a damn what they think.
  (Ben kararımı verdim, onların ne düşündüğü umrumda değil/beni ilgilendirmiyor.)

* to be raised
= yetiştirilmek, büyütülmek
- Where were you raised; in a cave?
  (Nerede büyüdün sen, mağarada mı/mağarada mı yetiştin/büyüdün sen?)
- Were you raised by your grandmother?
  (Seni ananen/babanen mi büyüttü/yetiştirdi?)
- He was raised by murderers and thieves.
  (Katiller ve hırsızlar tarafından yetiştirildi/büyütüldü/Katillerin ve hırsızların arasında büyüdü/yetişti.)
- That' s the way I was raised.
  (Beni böyle yetiştirdiler/ben böyle gördüm/ben böyle yetiştirildim/büyütüldüm)

* to see someone/something as
= gözüyle bakmak, olarak görmek, .... bulmak, .... görmek, olarak düşünmek/kabul etmek/saymak
- I don't see you as mayor.
  (Seni belediye başkanı olarak düşünemiyorum/hayal edemiyorum/gözümde canlandıramıyorum.)
- John saw the new salesman as a threat to his territory.
  (John yeni satış elemanını kendi pazarına/portföyüne tehdit olarak gördü.)

18 Ekim 2014 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 28

English Expressions & Phrases
could do with (someone/something)

= to want or need someone or something
    to benefit from someone or something
    If you could do with something, you want it very much
    to find useful  
 

= ...se/sa iyi olur/fena olmaz
    istemek, arzulamak, ..ya ihtiyacı olmak




* I could do with a nice cool drink right now.
  (Şu an güzel bir soğuk içeceğe/içkiye ihtiyacım var.)

  (Şimdi güzel bir soğuk içecek ne iyi olurdu/giderdi.)

* I feel really sad today. I could do with a hug.
  (Bugün çok üzgünümüm/üzgün/kötü hissediyorum. Sarılmaya/şefkate ihtiyacım var.)

* A: You've had a really hard day.
  (Çok yorucu/zorlu bir gün geçirmişsin.)
  B: Yes, I could do with a drink!
  (Evet, bir içkiye çok ihtiyacım var!)

* You're putting on weight John. You could do with going to the gym.
  (Şişmanlıyorsun/kilo alıyorsun John. Spora gitsen iyi olur/spor salonuna gitmen lazım.)

* A: You look exhausted.
  (Yorgun/halsiz/bitik görünüyorsun.)
  B: Yes, I could do with a good night's sleep.
  (Evet, şöyle güzel bir gece uykusuna ihtiyacım var/gece güzel bir uyku çekmek istiyorum.)

* I could do with some help on this project.
  (Bu projede biraz yardıma/desteğe ihtiyacım var/yardım alsam iyi olur/fena olmaz.)

* This guy could do with a haircut, a shave and some new clothes.
  (Bu adamın saç ve sakal tıraşına ve de bir kaç yeni elbiseye ihtiyacı var.)
 
* You look as if you could do with a haircut.
  (Saç traşı zamanın gelmiş gibi görünüyor/duruyor.)

* Can I have a massage? I could really do with it because my back is sore.
  (Masaj yaptırabilir miyim/yapabilir misin? Sırtım ağrıdığı için masaja çok ihtiyacım var/masaj ağrıyan sırtıma çok iyi olur/gelir.)

* I could do with a rest.
  (İstirahat etmeye ihtiyacım var/istirahat etmek/uyumak istiyorum.)

* I could really do with a cup of tea.
  (Bir bardak çay ne iyi olurdu/giderdi.)

* The range could do with being extended.
  (Kapsam genişletilse iyi olur.)

* I'm a bit sleepy after my lunch. I could do with a siesta right now.
  (Öğle yemeğini yedikten sonra hafif/biraz uykum geldi. Şimdi öğle uykusu/şekerleme/kestirme ne güzel olurdu/giderdi.)

* Your hair could do with a wash.
  (Saçlarının yıkanmaya ihtiyacı var/saçlarını yıkasan iyi olur/saçların yıka beni diyor.)

* This room could do with a good clean.
  (Bu oda iyi bir temizlik istiyor/bu odanın iyi bir temizlenmeye ihtiyacı var.)

* I could do with a nice cup of tea right now.
  (Şimdi güzel bir bardak çay ne iyi olurdu/giderdi.)

* I'm sure James could do with some help.
  (James'in biraz yardıma ihtiyacı olduğundan eminim/James'in kesinlikle biraz yardıma ihtiyacı var.)

* She could do with a night's sleep.
  (Gece uyuması lazım/gece uykusuna ihtiyacı var/gece uyusa iyi olur.)

* I don't know about you, but I could do with a drink and a steak.
  (Seni bilmem ama ben bir içki ve biftek istiyorum.)

* I could do with not going to work today.
  (Bugün işe hiç gitmek istemiyorum/bugün işe gitmesem ne güzel olur.)

* Tell you what, Jane, we could do with a few young prospects like you.
  (Bak sana ne diyeceğim Jane, senin gibi bir kaç genç adaya ihtiyacımız var.)

* He could do with a bath.
  (Banyo yapsa iyi olur/fena olmaz/onun banyo zamanı gelmiş de geçiyor.)

* He could do with losing a few pounds.
  (Birkaç kilo verse iyi olur/eder.)

* I could do with a new computer.
  (Yeni bir bilgisayara ihtiyacım var.)

* We could do with a little more help around here.
  (Buralarda biraz daha fazla yardım alsak iyi olurdu/fena olmazdı/biraz daha yardıma ihtiyacımız var/biraz daha yardım istiyoruz.)

* You look like you could do with a drink.
  (Bir içkiye ihtiyacın varmış gibi görünüyor.)

* We could do with less talk and more action.
  (Dah az konuşup daha çok çalışsak iyi olur/fena olmaz.)

* I think we could do with two extra loaves today.
  (Sanırım bugün iki tane daha somun ekmek/ilave iki somun ekmek alsak iyi olur.)
  (Bence bugün iki tane daha ekmeğe ihtiyacımız var.)

***
could do with deyimiyle ilgili aşağıdaki linkten yararlanabilirsiniz.
Telaffuza dikkat!
youtube

16 Ekim 2014 Perşembe

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 12

Learning English With Songs
Let Her Go / Passenger



Well you only need the light when it's burning low
(ışığa sadece güneş ışığının düşük olduğu zamanlarda/güneş ışığı düşükse ihtiyaç duyarsın)
Only miss the sun when it starts to snow
(güneşi yalnızca kar yağmaya başladığında özlersin/ararsın)
Only know you love her when you let her go
(onu sevdiğini yalnızca onu bıraktığında/onun gitmesine/ayrılmasına izin verdiğinde/razı olduğunda/ayrıldığınızda anlarsın)

Only know you've been high when you're feeling low
(Kibirli biri olduğunu/kibirle hareket ettiğini ancak mutsuz olduğunda anlarsın)
Only hate the road when you’re missin' home
(Yoldan ancak evi özlediğinde/evin yolunu gözlediğinde nefret edersin/yola sadece ev hasreti çektiğinde kızgınlık duyarsın)
Only know you love her when you let her go
(onu sevdiğini yalnızca onu bıraktığında/onun gitmesine/ayrılmasına izin verdiğinde/razı olduğunda/ayrıldığınızda anlarsın)
And you let her go
(ve gitmesine izin verirsin/onu bırakırsın/ondan ayrılırsın)

Staring at the bottom of your glass
(kadehinin dibine/dibi gelmiş kadehine/içki bardağına bakarak)
Hoping one day you'll make a dream last
(ileride bir gün bitmeyecek bir rüyayı ümit edersin/bitmeyecek bir rüyanın arzusunu duyarsın.)
But dreams come slow and they go so fast
(fakat rüyalar hemen görünmezler ama hemencecik biterler/son bulurlar.)

You see her when you close your eyes
(gözlerini yumduğunda/kapadığında onu görürsün)
Maybe one day you'll understand why
(belki günün birinde/bir gün sebebini anlarsın)
Everything you touch surely dies
(dokunduğun her şeyin/neye dokunduysan mutlaka ölmesinin/son bulmasının/bitmesinin)

But you only need the light when it's burning low
...

Only know you've been high when you're feeling low
...

Staring at the ceiling in the dark
(karanlıkta tavana bakıp durursun)
Same old empty feeling in your heart
(kalbinde o bilindik boşluk duygusu/hissi)
'Cause love comes slow and it goes so fast
(aşkı zor bulup kolay kaybetmekten kaynaklanan)

Well you see her when you fall asleep
(uyuyakaldığında onu görürsün)
But never to touch and never to keep
(ama ona hiç dokunamaz, onu hiç tutamazsın)
'Cause you loved her too much
(çünkü onu çok sevmişsindir)
And you dived too deep
(ve çok fazla derinlere dalmışsındır/kendini bu aşka çok fazla kaptırmışsındır)

Well you only need the light when it's burning low
...

Only know you've been high when you're feeling low
...

And you let her go (oh, oh, ooh, oh no)
And you let her go (oh, oh, ooh, oh no)
Will you let her go?
(gitmesine izin mi vereceksin/onu bırakacak mısın/ondan ayrılacak mısın?)

'Cause you only need the light when it's burning low
....

------- ----

* to let someone go
= gitmesine izin vermek/razı olmak/rıza göstermek/karşı çıkmamak/direnmemek, bırakmak, salmak, salıvermek, serbest bırakmak
- We had a deal.I show you the gas and you let me go.
  (Anlaşma yapmıştık. Sana benzincinin yerini gösterince sen de beni bırakacaktın/benim gitmeme izin verecektin.)
- The police had to let her go because of insufficient evidence.
  (Polis delil yetersizliğinden dolayı onu salmak/serbest bırakmak zorunda kaldı.)


* to feel low
= morali bozuk olmak, kötü/mutsuz hissetmek, mutsuz/keyifsiz/neşesiz olmak
- Why do I feel low after masturbating?
  (Masturbasyon yaptıktan sonra neden mutsuz/keyifsiz hissediyorum/mutsuz/keyifsiz olmamın sebebi ne?)


* to make something last
= birşeyin bitmemesini/son bulmamasını/sürmesini/devam etmesini sağlamak
- the old man was making his pint last all day.
  (Yaşlı adam gün boyunca bardağını/kadehini hiç boş bırakmıyordu/durmadan içki içiyordu.)
- Eating a good diet can make your life last.
  (Sağlıklı beslenme ömrünün uzamasını sağlayabilir.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 27

English Expressions & Phrases
cut down (on something)

= to reduce the amount of something or of doing something
    to consume less of something
    to cut back

= kesmek, azaltmak, kısmak, eksiltmek, kısıntı yapmak, kısıntıya gitmek, miktarını düşürmek
    daha az tüketmek


* I'm trying to cut down on salt.
  (Tuzu azaltmaya/kısmaya çalışıyorum/tuzu daha az tüketmeye gayret/dikkat ediyorum.)

* If you can't quit smoking, you should at least try to cut down.
  (Eğer sigarayı bırakamıyorsan, en azından/hiç olmazsa azaltmaya uğraşmalısın/çabalamalısın.)

* These improvements will cut down on traffic noise.
  (Bu yenilikler/düzenlemeler trafik gürültüsünü azaltacak/düşürecek.)

* Doctors advised her to cut down on the amount of saturated fats in her diet.
  (Doktorlar ona yemeklerinde doymuş/katı yağ miktarını azaltmasını/daha az doymuş/katı yağ tüketmesini tavsiye etti.)

* The government is cutting down on welfare expenditure.
  (Hükümet sosyal yardım harcamalarında kısıntıya gidiyor/sosyal yardım harcamalarını azaltacak.)

* I need to cut down on my snacks.
  (Abur cuburu kesmeliyim/kesmem gerekiyor/abur cubur yemeyi azaltmalıyım/azaltmam gerekiyor.)

* I'm trying to cut down on coffee and other caffeinated drinks.
  (Kahve ve diğer kafeinli içecekleri daha az tüketmeye çalışıyorum/çabalıyorum.)

* I’m trying to cut down on the amount of sugar I eat.
  (Daha az şeker tüketmeye çalışıyorum/dikkat ediyorum.)

* Please don't put the candy jar right next to my desk. I'm trying to cut down on sugar.
  (Lütfen masamın yanına şeker kavanozu/şekerlik koymayın/bırakmayın. Şekeri azaltmaya/kısmaya çalışıyorum.)

* We have installed networked computers to cut down on paperwork.
  (Evrak/kağıt işlerini azaltmak/kısmak için ağa bağlı/entegre bilgisayarlar kurduk.)

* Lawrence is trying to cut down on fatty foods.
  (Lawrence yağlı yiyecekleri kısmaya/azaltmaya/daha az tüketmeye çalışıyor/dikkat ediyor.)

* You should try to cut down on the amount of driving you do, to help the environment.
  (Çevreyi korumak için daha az araba kullanmaya gayret/dikkat edilmelidir.)

* The doctor told him to cut down on his drinking.
  (Doktor ona içkiyi/içmeyi kısmasını/azaltmasını söyledi/daha az içki içmesini söyledi.)

* The doctor advised him to cut down his working hours.
  (Doktor ona çalışma saatlerini azaltmasını/düşürmesini/daha az çalışmasını tavsiye etti.)

* Last year, I cut down on the amount of times I went to the trekking, because my wife was always getting angry.
  (Geçen sene, trekkinke/doğa yürüyüşüne gitmeyi azalttım, çünkü karım her seferinde kızıyordu.)

* How can you cut down the risk of cancer?
  (Kanser riskini nasıl azaltabilirsiniz/düşürebilirsiniz?)

* The office is trying to cut down on electricity consumption.
  (Ofisimiz/işyerimiz elektrik tüketimini/sarfiyatını azaltmaya/düşürmeye çalışıyor/uğraşıyor.)

* I need to cut down on between-meal snacks.
  (Yemek arası atıştırmaları kısmam/azaltmam gerekiyor.)

* If Thomas wants to lose weight, he should start by cutting down on all of the fast food he eats.
  (Şayet Thomas kilo vermek istiyorsa, yediği ayak üstü/hazır yiyecekleri/gıdaları azaltmaya/kısmaya başlaması gerekiyor.)

* I want to cut down my caffeine intake.
  (Kafein alımımı/tüketimimi kısmak/azaltmak istiyorum.)

* We have to cut down on our expenses.
  (Harcamalarımızda kısıntıya gitmek zorundayız.)

* We’re looking to cut down on the use of chemicals.
  (İlaç kullanımını azaltmayı/kısmayı düşünüyoruz.)

* He wants to cut down on extra steps.
  (Gereksiz tedbirleri azaltmak istiyor.)

* I won't have a cigarette, thanks—I'm trying to cut down.
  (Sigara almayacağım/içmeyeceğim/yakmayacağım, teşekkürler, azaltmaya/kısmaya/daha az sigara içmeye çalışıyorum.)

* Sheryl has gained 45 lbs (pounds) in the last couple of months. Her doctor told her if she does not cut down on sugar and fat, she might have a heart attack soon!
  (Sherly son bir kaç ayda 45 pound kilo aldı. Doktoru ona eğer şeker ve yağı kısmazsa/azaltmazsa/daha az şeker ve yağ tüketmezse, yakında kalp krizi geçirebileceğini söyledi.)

* Since we started cutting down on our unnecessary spending, we've been saving over $300 per week.
  (Gereksiz/fuzuli harcamalarımızı kısmaya başladığımızdan beri/bu yana her hafta/haftalık 300 doların üzerinde birikim/tasarruf yaptık.)

* We've cut down on the number of customer complaints by 60% this year.
  (Bu sene müşteri şikayetlerini yüzde 60 oranında azalttık.)

* I’d like to cut down on my internet time.
  (İnternet kullanımımı azaltmak istiyorum/internete daha az girmek istiyorum.)

* How to cut down on paper towel waste
  (Kağıt havlu israfı nasıl azaltılır)

* If you keep drinking like a fish like this, you are going to become an alcoholic some day. So, you need to cut down on your alcohol consumption.
  (Böyle/bu şekilde çok fazla içki içmeye devam edersen bir gün alkolik/alkol bağımlısı olacaksın. Bu yüzden alkol tüketimini azaltman/kısman gerekiyor/kısmalısın/azaltmalısın.)

***
cut down on something deyimiyle ilgili olarak aşağıdaki linklerden yararlanabilirsiniz.


video
video
video

15 Ekim 2014 Çarşamba

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 11

Learning English With Songs

Don't You Want Me Baby
 / The Human League




You were working as a waitress in a cocktail bar
(bir kokteyl barda garson olarak çalışıyordun)
When I met you
(Tanıştığımızda/seninle tanıştığımda)
I picked you out, I shook you up, and turned you around
(o kadar insan arasından seni seçtim/senin farkına vardım, seni canlandırıp kendine getirdim, benimle hayatın değişti)
Turned you into someone new
(seni yeni/bambaşka birine dönüştürdüm/benimle farklı biri oldun)
Now five years later on you've got the world at your feet
(şimdi beş yıl sonra/üzerinden beş yıl geçti, artık çok popülersin/başarılısın/dünya ayaklarının altında)
Success has been so easy for you
(başarıya çok kolayca/zorlanmadan ulaştın)
But don't forget it's me who put you where you are now
(fakat unutma ki seni bulunduğun bu noktaya/hale getiren benim/benim sayemde bu noktaya/hale geldin)
And I can put you back down too
(seni tekrar eski haline döndürebilecek de benim/seni tekrar geldiğin yere döndürebilecek de benim/seni alaşağı edebilecek de benim)

Don't, don't you want me?
(Yapma, beni istemiyor musun?)
You know I can't believe it when I hear that you won't see me
(anlarsın işte, benimle görüşmeyeceğini duyduğuma inanamıyorum)
Don't, don't you want me?
(Yapma, beni istemiyor musun?)
You know I don't believe you when you say that you don't need me
(anlarsın işte, bana ihtiyacın olmadığını söylediğine inanmıyorum/söylediğini kabul edemiyorum/aklım almıyor)
It's much too late to find
(artık anlasam da/durumun farkına varsam da/uyansam da çok geç)
You think you've changed your mind
(Sen fikrinin/düşüncenin değiştiğini düşünüyorsun/artık eskisi gibi düşünmüyorum diyorsun)
You'd better change it back or we will both be sorry
(yine eski düşüncende olsan iyi edersin yoksa ikimiz de pişman olacağız/üzüleceğiz.)

Don't you want me baby? Don't you want me - oh
(beni istemiyorsun bebeğim/sevgilim? beni istemiyor musun ahh)
Don't you want me baby? Don't you want me - oh

I was working as a waitress in a cocktail bar
(bir kokteyl barda garson olarak çalışıyordum)
That much is true
(bu kısmı/orası doğru)
But even then I knew I'd find a much better place
(Fakat o zaman bile/o zamanda bile, çok daha iyi bir yerlere geleceğimi biliyordum)
Either with or without you
(seninle ya da sensiz/ sen ol ya da olma/ sen olsan da olmasan da)
The five years we have had have been such good times
(birlikte geçirdiğimiz/olduğumuz beş yıl çok güzel zamanlardı/birlikte çok güzel beş yıl geçirdik)
I still love you
(seni hala seviyorum)
But now I think it's time I lived my life on my own
(Fakat artık bence tek başıma yaşamamın/kendi ayaklarımın üzerinde durmamın vakti geldi)
I guess it's just what I must do
(sanırım bu öylece yapmak zorunda olduğum birşey)

Don't, don't you want me?
You know I can't believe it when I hear that you won't see me
....

Don't you want me baby? Don't you want me - oh
.....

--------------- ------

* to work as
= olarak çalışmak, ...lık yapmak/etmek
- I worked as a secretary in Madrid last year.
  (Geçen sene Madrid'de sekreter olarak çalıştım/sekreterlik yaptım.)
- Right now I am working as a waitress, but I want to be an actress.
  (Şu anda garsonluk yapıyorum ama aktrist/oyuncu olmak istiyorum.)

* waitress
= bayan/kadın garson, garson kız
- waiter= erkek garson
- did you hit on the waitress?
  (Garson kıza mı asıldın?)

* to pick someone out
= birini seçmek/ayırt etmek, birinin farkına varmak
- It's funny that you picked me out. I didn't think I was your type.
  (Beni farketmen/farkıma varman tuhaf/garip birşey. Senin tipin olduğum aklıma gelmemişti.)
- He was so tall, it was easy to pick him out in the crowd.
  (Boyu çok uzundu, kalabalıkta onu farketmek/bulmak çok kolaydı.)

* to shake someone up
= gözünü açmak, harekete geçirmek, kendine getirmek, canlandırmak
- He shook me up, he took me by surprise.
  (Beni kendime getirdi, beni çok şaırttı.)
- I was doing nothing at all till you. You shook me up.
  (Senden öncesine kadar hiçbir şey yapmıyordum. Sen beni canlandırdın/kendime getirdin.)

* to turn someone/something around
= bir kimsenin davranışlarını/hayatını vb olumlu değiştirmek/etkilemek
- And then you turned me around. I'm feeling like a new born child.
  (Sonra sen gelip hayatımı değiştirdin. Yeni doğmuş bir çocuk gibiyim.)
- Sometimes you can completely turn someone around simply by listening.
  (Bazen sadece dinleyerek bir insanı tamamen değiştirebilirsiniz.)
- Don't expect you'll be able to turn someone around just by caring.
  (sadece ilgi alaka göstererek bir insanı değiştirebileceğinizi beklemeyin/ummayın.)
- How did you turn your life around?
  (Hayatınızı nasıl değiştirdiniz/ hayatınızda gerçekleştirdiğiniz değişiklikleri nasıl başardınız?)

* to turn someone into
= dönüştürmek, … haline getirmek, çevirmek
- What have they turned you into?
  (Seni ne hale getirmişler/sana ne yapmışlar böyle?)
- You turned me into a big liar.
  (Beni büyük bir yalancıya çevirdin/senin sayende/yüzünden büyük bir yalancı oldum.)

* to have the world at one’s feet
= çok popüler olmak, çok başarılı olmak, geleceği çok parlak olmak, önünde birçok imkan/fırsat olmak
- My son graduated with top grades - now he has the world at his feet.
  (Oğlum en iyi dereceyle mezun oldu. Artık geleceği çok parlak.)
- Cristiano Ronaldo has the world under his feet  from the beginning of  his career.
  (Cristiano Ronalda kariyenin başından beri çok başarılı/popüler.)
- Only six months after her debut, this young star of the Royal Ballet already has the world at her feet.
  (Sahneye ilk çıkışından sadece altı ay geçti, Royal Ballet'in bu genç yıldızı çoktan popüler oldu /bile.)
- This young Broadway actress already has the world at her feet.
  (Bu genç Broadway oyuncusu daha şimdiden çok popüler biri oldu.)
- If you get this book published the world will be at your feet.
  (Bu kitabı basabilirsen/yayınlayabilirsen, çok başarılı/popüler olursun/adını herkese duyurursun.)

* too much or much too
= too much isim ya da fiili niteler.
= much too sıfat ya da zarfı niteler. Ayrıca cümleye fazladan bir vurgu katar.
- It's much too expensive!
  (çok ama çok pahalı/kazık)
- This is much too heavy for you.
  (Bu senin taşıman çok fazla/aşırı ağır)
- It's raining too much to go for a walk.
  (Yürüyüşe çıkılamayacak kadar yağmur yağıyor.)
- I've been working too much.
  (Çok fazla çalışıyorum.)

* to change one's mind
= fikrini/düşüncesini değiştirmek, vazgeçmek, caymak
- Get out of here before i change my mind!
  (fikrimi değiştirmeden buradan git/git buradan)
- if you change your mind call me.
  (Fikrin/düşüncen değişirse/eğer fikrini değiştirirsen, ara beni.)
- She cried and begged him to change his mind.
  (Ağlayıp fikrini değiştirmesi/vazgeçmesi için ona yalvardı.)

* to live (something) on one's own
= ekonomik özgürlüğüyle birlikte tek/kendi başına yaşamak, kendi ayakları üzerinde durmak
- I moved out of my parents' house because I wanted to live on my own for a while.
  (Bir süre kendi başıma yaşamak istediğim için ailemin evinden taşındım/çıktım/ayrıldım.)
- It's time you were out living on your own.
  (Kendi başına yaşamanın/kendi ayaklarının üzerinde durmanın zamanı geldi.) 

------- -----
Şarkının diğer versiyonları