31 Temmuz 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 123

Take your pick.

= Choose what you want.
    choose one, say which one you prefer
    used when you are offering the other person items for them to make a choice

= seç birini/bir tane, seç bakalım birini
    dilediğini/istediğini seç
    hangisini istersin/istiyorsun, hangisini/hangisinden vereyim/alırsın




* We've got tea, coffee, or hot chocolate – take your pick.
  (Çayımız, kahvemiz ve sıcak çikolatamız var. Seçin birini/hangisinden istersiniz?)

* Take your pick from the wide variety of styles available.
  (Mevcut/hazırda bulunan çok sayıdaki çeşitten birini seçin.)

* You can take your pick of any dessert on the cart.
  (Servis arabası üzerindeki tatlılardan dilediğinizi/istediğini seçebilirsiniz.)

* You can have Coke or Pepsi. Take your pick.
  (Kola ya da Pepsi alabilirsiniz/Sadece Kola ile Pepsimiz var. Hangisini istersiniz?)

* The shirts come in five different colours - just take your pick.
  (Gömleğin beş farklı rengi var/bulunuyor, istediğinizi/dilediğinizi seçin/birini seçin.)

* A: You have lots of colours of this car to choose, so take your pick.
  (Bu arabanın seçebileceğiniz bir sürü rengi var, birini seçin.)
  B: I'll take the pink one.
  (Pembe renginden/renkli olanından alacağım/alıyorum.)

* A: Why didn't John notice that he was stealing from the company?
  (John, onun şirketten para çaldığını nasıl anlamamış/çaldığının nasıl farkına varmamış?)
  B: John is either stupid or blind. Take your pick.
  (John aptal mı desem, kör mü desem/John ya aptalın teki ya da körün biri. Sen seç/söyle/karar ver artık.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 122

Good call.

= Good thinking! Good decision!
    That was a good decision. You made the correct decision.
    saying that the other person made a good decision or a smart observation
    Used to express approval (or criticism) of a person’s decision or suggestion
    standard reply to something agreeable or satisfactory

= iyi düşünmüşsün, iyi yapmışsın
    iyi/yerinde bir karar, akıllıca bir karar/seçim/düşünce
    iyi dedin/düşündün valla



* Chinese takeout? Good call!
  (Çin yemeği mi söyledin/sipariş ettin? İyi düşünmüşsün.)

* So you asked her to leave? Good call!
  (Demek ona gitmesini söyledin ha? İyi yapmışsın.)

* You and your friend are trying to decide whether to go to the mall or to the movies.
  (Arkadaşınla sen alışveriş merkezine mi yoksa sinemaya mı gidelim diye karar vermeye çalışıyorsunuz.)
  Your friend: Let’s go to the mall – they’re having a big sale this weekend. We can go to the movies anytime.
  (Arkadaşın: Alışveriş merkezine gidelim, bu haftasonu büyük indirim var. Sinemaya her zaman gidebiliriz.)
  You: Good call.
  (Sen: İyi düşündün valla.)

* A: Let's go and get wasted.
  (Hadi gidip kafaları çekelim/bir güzel içelim.)
  B: Good call.
  (İyi düşündün/dedin valla.)

* A: You dated her?" (looking at the picture)
  (-Resme/fotoğrafa bakarak- bu kızla mı buluştun/çıktın?)
  B: No, actually I stood her up.
  (Hayır, doğrusu ektim onu/randevuya gitmedim.)
  A: Good call. Not enough beer in the world would make her look good.
  (İyi yapmışsın. Ne kadar bira içersen iç bu kız gözüne yine de güzel gelmez/görünmez.)
  (İyi yapmışsın. Çok çirkin bir kızmış be.)

30 Temmuz 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 121

What’s the catch?

= say this when something sounds too good to be true
    There is a trick in it
    used this when you suspect that there is a hidden problem
    In this perfect picture, what is really wrong that I don't see?

= bir bityeniği/numara var ama ne, çıkar arkasından mutlaka bir şey
    bir şeyi kaçırıyorum/z ama ne, bir sorun/aldatmaca var ama ne
    peki bundan onun avantajı/kazancı/senin avantajın ne?




* A: Dan is going to sell me his car for just 500$.
  (Dan bana arabasını topu topu/sadece 500 dolara satacak/satıyor.)
  B: Hımmm, what's the catch?
  (Hımmm, bu işte var bir bityeniği ama ne?)
  (O araba 500 dolardan fazla eder, o fiyata veriyorsa, arabanın bir sorunu/problemi olmalı.)

* A: I just found out about a great opportunity – I can work from home only 5 hours a week and I’ll earn at least $2000 a month, guaranteed!
  (Çok büyük bir fırsat yakaladım/elime geçti. Haftada evden sadece beş saat çalışıp ayda en az iki bin dolar kazanacağım, garanti hem de.)
  B: : Hmm… what’s the catch?
  (Hımm/Allah Allah, bu işte bir bit yeniği var ama ne?)
  (O kadar çalışmaya o kadar ücret verilmez, var bu işte bir iş.)

* Sounds too good to be true. What's the catch?
  (Doğru olamayacak kadar iyi/kusursuz. Bir sorun/aldatmaca var ama ne?)

* This looks like a good deal. What's the catch?
  (İyi bir anlaşma gibi görünüyor/Görünüşte iyi bir anlaşmaya benziyor. Bir şeyi kaçırıyorum/göremiyorum ama ne?)

* OK, I've seen all the benefits, but what's the catch?
  (Tamam/pekala, tüm avantajlarını anladım, fakat bir dezevantaj var ama ne?)

* The store is selling clothes in a good price, but what's the catch?
  (Mağazada kıyafetler çok iyi/düşük fiyata satılıyor, ama bundan mağazanın kazancı/avantajı ne?)
  (Mağazanın bir kazancı olmasa kıyafetleri o fiyata vermez, var bu işte bir bityeniği.)

* The restaurant is offering free lunch, but what's the catch?
  (Restoran bedava yemek veriyor, peki ama bundan onun avantajı/kazancı ne?)

* A: Hey man, my boss got us two free tickets to see the Lakers game.
  (Hey adamım/dostum, patronum Lakers maçını izlememiz için bize iki adet serbest giriş kartı hediye etti/aldı/verdi.)
  B: What's the catch?
  (Öyle bedavaya bilet vermez o, bakalım ne çıkacak bunun arkasından.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 120

I rest my case.

= you have proved that what I just said is true
    The previous encapsulates my view.
    You proved my point for me.
    say this when you are expressing a fact or opinion, and then something happens to prove your point perfectly and show that you are completely correct.

= işte iddiam kanıtlandı, az önce/demin söylediğimi haklı çıkardın/doğruladın
    bak gördün mü, bak işte haklı çıktım
    Eee ben de onu dedim/diyorum ya işte, işte bu da dediğimin kanıtı
    başka/daha da bir şey demiyorum, ben diyeceğimi dedim, ben artık susuyorum
    söyleyeceklerim bu kadar, başka birşey söylememe gerek yok, ben daha ne diyeyim
    başka söze ne hacet




* A: You can’t cook at all.
  (Yemek yapmayı hiç beceremiyorsun/Yemek yapmaktan hiç anlamıyorsun/anladığın yok.)
  B: I can cook! I always make those instant noodle soups.
  (Yemek yapabiliyorum ben/yemek yapmaktan anlıyorum ben! O hazır erişte çorbalarını her zaman ben yapıyorum.)
  A: I rest my case.
  (Tamam ben sustum/ben başka bir şey demiyorum.)
  (Yemek yapmayı bilmiyorsun diyorum, bana hazır çorba yapıyorum diyorsun. Beni haklı çıkartıyorsun işte. Hazır çorbaları yemek yapmayı bilmeyenler yapar.)

* The drive will be too long, the seats too few, and the people too many. I rest my case.
  (Bu yolculuk uzun/sıkıntılı sürecek/kolay geçmeyecek; Çok az koltuk, çok fazla yolcu var. Ben başka bir şey demiyorum/ben daha ne diyeyim.)

* Ned's mother said he needs to leave home or he'll never be independent.
  (Annesi Ned'in evden ayrılması/başka bir eve çıkması gerektiğini yoksa asla kendi kendine yetmeyi/kendi ayakları üzerinde durmayı başaramayacağını söyledi.)
  His sister said, "But he can't even do his wash!" and his mother replied, "I rest my case."
  (Ablası da "Ama daha o çamaşırlarını bile yıkayamıyor" deyince annesi "eee ben de onu diyorum ya işte" diye söyledi.)

* The only other thing I can add… this is wonderful timeless music that really needs no introduction, it's Ray Charles, and I rest my case.
  (Ekleyebileceğim tek birşey daha var ki, bu zamanüstü müziğin tanıtım/sunum konuşmasına ihtiyacı yok, bir Ray Charles eseri/bestesi diyorum, başka da bir şey demiyorum.)

* A: It's time Nigel left home, or he'll never learn to be independent.
  (Nigel'in evden ayrılma/kendi evine çıkma vakti/zamanı geldi yoksa hiçbir zaman kendi kendine yetmeyi/başkasına muhtaç olmadan yaşamayı beceremeyecek/öğrenemeyecek.)
  B: He doesn't even know how to boil an egg.
  (O daha yumurta kaynatmayı bile bilmiyor ki.)
  A: I rest my case.
  (İşte ben de onu diyorum ya.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 119

Fat chance!

= used to say that there is a very little possibility of something happening.
    very little or no possibility, very little likelihood, a very poor chance
    not a chance

= (iğneleyici/alaylı bir şekilde)
    hiç şansın/şansı yok
    çok uzak bir ihtimal, olma/gerçekleşme ihtimali çok düşük/yok denecek kadar az
    mümkün değil/imkanı yok
    rüyanda görürsün ancak, çok beklersin




* Fat chance he has of getting a promotion.
  (Onun terfi alma ihtimali çok düşük/yok denecek kadar az/neredeyse hiç yok.)
  (Onun terfi alacağını/onu terfi edeceklerini hiç sanmıyorum.)
  (Terfi almayı unutsun/rüyasında görür ancak.)
 
* You think she'll lend you the money? Fat chance!
  (Sana borç vereceğini mi düşünüyorsun/zannediyorsun/bekliyorsun? Hiç şansın yok/boşuna bekleme/çok beklersin.)

* Fat chance I’ll ever get a new car.
  (Benim yeni bir araba almam çok zor/imkansız gibi/mucize olur.)

* A fat chance he has of coming in first.
  (Birinci gelmesi/olması çok uzak bir ihtimal/pek mümkün görünmüyor.)
  (Birinci gelme/yarışı kazanma şansı hemen hemen hiç yok.)

* You think they'll get married? Fat chance!
  (Evlenecekler mi diyorsun/evleneceklerini mi düşünüyorsun? Mümkün değil/imkanı yok!)

* Will Hal make you laugh? Fat chance.
  (Hal mi seni/sizi güldürecek? Pöhh/mümkün değil/hiç şansı yok.)

* A: I hooked up with Bongo last week at her barbecue.
  (Geçen hafta verdiği barbekü partisinde Bongo ile takıldık/birlikte olduk.)
  B: You, with her? Fat chance!
  (Sen? Onunla? Pöhh mümkün değil/imkanı yok/hayatta inanmam.)

* A: Perhaps they'll invite you.
  (Bakarsın/belki seni davet ederler/çağırırlar.)
  B: Fat chance.
  (Hiç sanmıyorum/çok zayıf bir ihtimal.)

* A: The Red Sox are going all the way this year.
  (Red Sox takımı bu sene şampiyon olur/şampiyonluğu kazanır/göğüsler.)
  B: Fat chance! They’ll never beat the Yankees!
  (İmkanı yok! Yankee'leri asla yenemezler/geçemezler.)

* A: He says that he'll get here on time.
  (Geç kalmayacağını/buraya vaktinde/tam zamanında geleceğini/varacağını söylüyor.)
  B: Fat chance!
  (Hiç sanmıyorum/imkanı yok/mümkün değil.)

* A: Do you think they'll win?
  (Ne dersin/sence kazanırlar/kazanacaklar mı?)
  B: Fat chance!
  (Hiç şanları yok/mümkün değil.)

* Fat chance of that happening!
  (Öyle birşeyin olacağını/yaşanacağını/gerçekleşeceğini sanmam.)
  (Öyle bir şeyin olması/yaşanması çok zayıf bir ihtimal.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 118

I'll say.

= I totally agree with what you said
    saying yes in a very definite way
    used to show that you strongly agree with what the other person says
    used to indicate emphatic agreement
    you can say that again,  you said it

= kesinlikle, aynen, evet hem de çok ...
    sana tamamen katılıyorum, seninle tamamen aynı fikirdeyim
    doğru söze ne hacet, al benden de o kadar
    tam üstüne bastın, ben de aynı şeyi diyecektim
    lafı ağzımdan aldın



* A: Wow – that’s a big fish.
  (Vay be, büyük bir balıkmış.)
  B: I'll say.
  (implies that the fish is not just big… the fish is GIGANTIC)
  (Kesinlikle/aynen.)
  (büyük de bir şey mi, devasa/dev gibi bir balıkmış.)

* A: She's very pretty.
  (Çok hoş bir kız.)
  B: I'll say!
  (Aynen/kesinlikle/hoş da bir şey mi, dehşet güzel/bomba bir kız.)

* A: That was a good landing.
  (Uçak/pilot güzel/başarılı/sıkıntısız bir iniş yaptı/güzel bir iniş oldu.)
  B: I'll say!
  (Kesinlikle/Aynen/Bence de kesinlikle çok başarılı/hiç sarsıntısız bir iniş oldu.)

* A: What a relief that Brian didn't get hurt.
  (Brian'ın yaralanmamasına/bir yara almamasına/bir tarafını incitmemesine/zarar görmemesine çok sevindim.)
  (Çok şükür/iyi ki Brian bir zarar görmedi/yaralanmadı/bir yara almadı/Brian'ın bir tarafı incinmedi.)
  B: I'll say.
  (Aynen/ben de aynı şekilde çok sevindim/çok ferahladım.)

* A: Does he eat a lot?
  (Çok mu yiyor?)
  B: I'll say!
  (Kesinlikle/hem de nasıl/çok ne ki!)

* A: That was an absolutely delicious lunch.
  (Yemek harikaydı/çok lezzetliydi/yemeği çok beğendim.)
  B: I'll say.
  (Al benden de o kadar/kesinlikle aynı görüşteyim.)

* A: Did you enjoy the film?
  (Filmi beğendin mi/film hoşuna gitti mi?)
  B: I'll say.
  (Kesinlikle beğendim/beğenmek ne kelime bayıldım/çok hoşuma gitti.)

* A: Does she see him often?
  (Onunla sık mı görüşüyor/buluşuyor?)
  B: I'll say! Nearly every day.
  (Evet hem de çok sık! Neredeyse her gün.)

* A: Isn't it hot today!
  (Ne sıcak hava/hava amma da sıcak.)
  B: I'll say. It's unbearable!
  (Kesinlikle/aynen/evet hem de çok sıcak. Dayanılır/çekilecek gibi değil.)

* A: Beach, barbecue, bikinis and beer! Life couldn't be better!
  (Plaj, mangal, bikinili kızlar ve bira! Hayat bundan daha güzel olamaz-dı.)
  B: I'll say! I wish I could do this every weekend.
  (Aynen/kesinlikle. Keşke bunu her hafta sonu yapabilsek/yapabilseydik/yaşayabilsek.)

* A: We produce a wide variety of food on our farm.
  (Çiftliğimizde çok çeşitli ürünler/bir sürü ürün yetiştiriyoruz.)
  B: Boy, I'll say - everything from melons to beans to meat!
  (Aynen/çok doğru evlat, kavundan tut da fasulyeye, ete kadar her şey.)

23 Temmuz 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 117

live up to the hype

= to be as good as its publicity presented
    to be as good as expected and anticipated by the public

= söylenildiği/konuşulduğu/bahsedildiği kadar olmak
    beklendiği/yazıldığı gibi olmak/çıkmak
    milletin/medyanın abarttığı/konuştuğu kadar olmak/çıkmak



* I heard that album was great and it certainly lived up to the hype. I love it!
  (Albümün harika olduğunu duymuştum ve kesinlikle söylenildiği kadar var. Bayıldım/çok beğendim.)

* You live up to the hype.
  (Söylendiği/dedikleri kadar varmışsın.)

* She sang very great, her voice really lived up to the hype.
  (Şarkıları çok güzel söyledi, sesi gerçekten de söylenildiği/dedikleri kadar varmış.)

* The Democratic field program did not live up to the hype.
  (Demokrat Partinin parti/eylem programı beklentileri boşa çıkardı/beklenildiği gibi çıkmadı.)

* Everyone said that band was great in concert, and when I saw them last night they lived up to the hype—it was a great show!
  (Herkes bu grubun konserlerini övüyordu, dün akşam onları izledim/dinledim, övdükleri kadar varmış, harika bir gösteriydi.)

* A: Did you like the movie?
  (Film hoşuna gitti mi/filmi beğendin mi?)
  B: No, I didnt think it lived up to the hype.
  (Hayır, söylendiği/ses getirdiği kadar güzel bir film değilmiş.)
  (Hayır beğenmedim, milletin/medyanın abarttığı kadar yok/güzel bir film değil.)

15 Temmuz 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 116

go on (1)

= it cannot be true, you're kidding
    used when you do not believe someone
    I don't believe what you're saying

= doğru olamaz, şaka yapıyorsun, ciddi olamazsın
    hadi oradan, hayatta inanmam
    kafa bulma benimle, yeme beni, sana inanmıyorum




* Go on! She didn’t really say that.
  (İnanmam. Gerçekten öyle dememiştir/söylememiştir.)

* Go on—you're not forty. You don't look a day over thirty.
  (Hadi oradan/kafa bulma benimle, sen kırk yaşında değilsin. Otuzdan bir gün fazla göstermiyorsun/taş çatlasa/en fazla otuz gösteriyorsun.)

* Go on, you're kidding me.
  (Hadi oradan. Beni kandırıyorsun.)

* Oh, go on, I'm not that good.
  (Ah yapma/kandırma beni, ben o kadar iyi değilim.)

* A: Ted drove the car into the lake!
  (Ted arabayı gölün içine sürdü/sürmüş.)
  B: Go on! Ted wouldn't do that!
  (Hadi oradan/hayatta inanmam. Ted böyle bir şey yapmaz.)

* A: I used to be a spy.
  (Eskiden ben bir casustum.)
  B: Oh, go on.
  (Hadi oradan/ciddi olamazsın/yeme beni.)

13 Temmuz 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 115

go off at half cock 
(go off half-cooked)

= to speak or act prematurely, to rush into action
    to go into action too early or without thinking
    to fail because of not being well planned or because of starting too soon
    to proceed without knowing all the facts
    to do or say something without preparing for it or thinking about it

= hazırlıksız iş görmek, yeterince düşünmeden/hazırlık yapmadan harekete geçmek
    iyice tartıp biçmeden hareket etmek/yapmak, fevri davranmak, aceleye getirmek
    bodoslama girmek/dalmak, dereyi görmeden paçaları sıvamak
    tam olarak başaramamak/sonlandıramamak/bitirememek
    sonunu getirememek, eksik/yarım bırakmak



* He went off half-cocked and told everyone the news.
  (Aceleci davranıp haberi herkese söyledi/duyurdu/herkesi olaydan haberdar etti.)

* Before you go off half-cocked, try listening to the explanation.
  (Düşünmeden/ne olduğunu anlamadan konuşmaya başlamadan önce açıklamayı dinlemeye çalış.)

* Make sure none of your men go off half-cocked and ruin this operation.
  (Aman ha hiçbiriniz aceleci davranıp/aptalca/düşüncesizce birşey yapıp/hareket edip bu operasyonu bozmasın/boşa çıkarmasın/batırmasın.)

* She wanted to quit her job but her mother told her not to go off half-cocked.
  (İşi bırakmak/işten ayrılmak istiyordu/ayrılmayı düşünüyordu ama annesi fevri davranmamasını/iyice düşünmeden acele karar vermemesini söyledi.)

* Don't go off half-cocked. Plan out what you're going to do.
  (İyice düşünmeden harekete geçmeyin. Yapacağınız şeyi planlayın/ne yapacaksanız planlı yapın.)

* Bill went off half-cocked and told everybody he was running for the state legislature.
  (Bill fevri davranıp milletvekilliğine aday olduğunu herkese söylemişti/duyurmuştu.)

* Dar is sensible, but he goes off half-cocked when he plays ball.
  (Dar akıllı/aklı başında birisidir ama top oynarken düşünmeden hareket eder/lambur lumbur oynar.)

12 Temmuz 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 114

go off the boil

= to lose interest, to pall
    to become less urgent/strong/successful than before
    to become less good at something that you are usually very good at

= hevesi kaçmak, soğumak, eski istek ve şevkini yitirmek
    tadı kaçmak, tatsızlaşmak, kabak tadı vermek, bıktırmak, bıkmak
    aciliyeti kalmamak, önemi azalmak
    başarısı azalmak/düşmek, performansı düşmek
 



* They were really excited about the project, but now they seem to have gone off the boil.
  (Projeden çok heyecan duyuyorlardı/projeyle çok ilgiliydiler ama şimdi/artık hevesleri kaçmış gibi görünüyor.)

* After two hit singles, the band went off the boil.
  (İki başarılı/çok tutan şarkılarının ardından grup aynı başarılı performansı gösteremedi.)

* The second series of the show really went off the boil.
  (Programın ikinci sezon bölümleri birinci sezon gibi başarı gösteremedi.)

* The housing issue has gone off the boil recently, despite attempts to revive public interest.
  (Halkın ilgisini canlandırma gayretlerine rağmen konut yayınlarının/dergilerinin satış grafiği düşüş gösteriyor.)

* Our affair went off the boil when I discovered he was married.
  (Onun evli olduğunu öğrendiğimde/öğrendiğim zaman ilişkimizden soğudum/ilişkimizin tadı kalmadı/ilişkimiz tatsızlaştı.)

* After their quarrel, Jim and Mary found that their relationship had gone off the boil, and they were never again as loving as they had been.
  (Tartışmalarının ardından Jim ve Mary ilişkilerinin/beraberliklerinin tadının kaçtığını gördüler/anladılar ve bir daha asla önceki gibi hissetmediler.)

* After winning their first two matches this season, the French team seem to have gone off the boil.
  (Bu sezon iki maçı kazanmalarının ardından Fransız takımında geriye doğru bir gidiş yaşanıyor gibi görünüyor.)

* The team suddenly went off the boil in the final match.
  (Takımın final maçında/son maçta bir anda performansı düştü.)
  (Takım final maçında bir anda/aniden performans düşüklüğü yaşadı.)

* He's gone off the boil after a tournament win in Dubai.
  (Dubai'deki turnuvayı kazandıktan sonra düşüşe geçti/başarı grafiği düştü/eski performansını gösteremiyor.)

11 Temmuz 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 113

go off the rails 

= to start behaving in a way that is not generally acceptable, especially dishonestly or illegally
    to lose control and stop functioning correctly, to go crazy
    to be spoiled by bad management
    to no longer work as planned or intended

= aklını oynatmak, kafayı yemek
    yoldan çıkmak, raydan çıkmak, sapıtmak, dengesizleşmek
    kontrolden çıkmak, doğru hareket etmeyi bırakmak
    yasaları çiğnemek, yasalara aykırı davranışlarda bulunmak




* He was a promising student but he went off the rails after he started taking drugs.
  (Geleceği parlak/ümit vadeden bir öğrenciydi ama uyuşturucuya başladıktan sonra yoldan çıktı.)

* You're making my dad go off the rails.
  (Babamı yoldan çıkartıyorsun/babama yanlış şeyler yaptırıyorsun.)

* He went off the rails in his first year at university.
  (Üniversitede ilk senesinde yoldan çıktı/sapıttı.)

* She went completely off the rails after her sister died.
  (Kızkardeşinin ölümünden sonra yoldan/kontrolden çıktı/kafayı yedi.)

* The company has gone badly off the rails in recent years.
  (Firma/şirket son zamanlarda çok kötü kontrolden çıktı/çok kötü yönetilmeye başlandı.)

* Things were going off the rails here, and no one was getting any work done.
  (Burada işler kontrolden çıkıyordu ve kimse bir işini halledemiyordu/yaptıramıyordu.)

* The campaign for independence seems to have gone off the rails.
  (Görünüşe/izlenimlere göre bağımsızlık kampanyası istenildiği/planlandığı gibi gitmemişe benziyor.)

* He went off the rails in his twenties and started living on the streets.
  (Yirmili yaşlarında aklını oynattı ve sokaklarda yaşamaya başladı.)

* By the law of probabilities if you have five kids, one of them's going to go off the rails.
  (Olasılıklar teorisine/yasasına göre eğer beş çocuğunuz varsa, biri bir gün toplum için tehlikeli/yasaları çiğneyen bir birey olacaktır.)

* A lot of kids from strict backgrounds go off the rails when they leave home.
  (Serbest yetiştirilmeyen/katı kurallarla yetiştirilen bir çok çocuk evlerinden ayrıldıklarında/bağımsız olduklarında yoldan çıkmaktadırlar.)

* Sport saved them from going off the rails as youngsters.
  (Spor gençler olarak onları kötü yollara sapmaktan uzak tuttu.)
  (Gençler olarak spor sayesinde kötü yollara düşmekten/yoldan çıkmaktan korundular.)

10 Temmuz 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 112

go off on/at a tangent

= to change the subject
    to suddenly start talking or thinking about a completely new subject

= (aniden/birden) konudan sapmak, konuyu saptırmak/değiştirmek
    bir konudan öbür konuya geçmek




* It's hard to get a firm decision out of him - he's always going off on a tangent.
  (Onun yüzünden kesin bir karar olmak kolay olmuyor. Habire/her zaman konuyu saptırıyor.)

* Laura’s mind went off at a tangent.
  (Laura'nın fikri/önerisi/düşüncesi konuyu değiştirdi/değiştirmişti.)

* You are always going off on a tangent when we’re speaking! Stick to the topic!
  (Konuşurken her zaman konuyu değiştiriyorsun/başka bir konuya atlıyorsun. Konuya bağlı kal/konuyu değiştirme.)

* The witness was convincing until he went off on a tangent.
  (O konuyu değiştirene kadar şahit/tanık ikna edici konuşuyordu.)

* The students complained about the professor, because he always goes off on a tangent and starts talking about unrelated things.
  (Öğrenciler hocanın konudan konuya atlayıp/konuyu saptırıp alakasız konulardan konuşmaya başlamasından şikayet ettiler/yakındılar.)

* While arguing about whose turn it was to do the dishes, Shannon went off on a tangent and started discussing the laundry.
  (Bulaşıkları yıkama sırasının kimde olduğunu tartışırlarken Shannon birden konuyu değiştirip çamaşır yıkama konusunu tartışmaya/konuşmaya başladı.)

* He never sticks to the point but keeps going off at a tangent.
  (Asla konuya bağlı kalmaz, ancak bir konudan diğer konuya geçer/atlar durur.)

* She went off on a tangent about what happened to her last summer.
  (Geçen yaz neler yaşadığını anlatacakken/yaşadığı sorulmuşken birden konuyu değiştirdi.)

* It is difficult to have a sensible conversation with her, as she keeps going off at a tangent.
  (Durmadan/sürekli bir konudan başka bir konuya atlayıp durduğu için onunla şöyle adam akıllı konuşmak/sohbet etmek çok zor/kolay değil.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 111

go off on someone

= to suddenly become angry and start shouting
    to lose one's temper; attack someone
    to blow up

= bir anda kızıp bağırmaya başlamak/öfkelenmek
    sinirlenip azarlamak/paylamak, küplere binmek, çok kızmak



* He just went off on her for no apparent reason.
  (Ortada hiçbir sebep yokken ona sinirlendi/kızıp bağırdı.)

* He just went off on her and started yelling.
  (Bir anda ona kızıp bağırmaya başladı.)

* Her boss went off on her because she was late again.
  (Yine geç kaldığı için patronu ona kızdı/bağırıp çağırdı.)

* Now think about this before you go off on me.
  (Bana kızıp bağırmadan önce sen şimdi bunu iyice bir düşün.)

* My boss went off on me for coming to work drunk.
  (Patronum işe sarhoş/içkili gelmeme çok sinirlendi.)

* My wife will go off on me if I lose my job.
  (Eğer işimi kaybedersem/işimden çıkarılırsam karım bana çok öfkelenir.)

* I omitted Bob from my guest list knowing he would go off on me for having also invited his ex-wife.
  (Eski karısını çağırdığım/davet ettiğim için bana kızacağını bildiğimden Bob'u davetli listesinden çıkardım/davet etmedim.)

9 Temmuz 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 110

go off someone/something

= to stop/lose liking/being interested in someone/something
    to stop consuming or liking

= artık hoşlanmamak/sevmemek/beğenmemek, gözden düşmek
    artık ilgi duymamak/ilgisini çekmemek/kaybetmek
    (yemeği/tüketmeyi/kullanmayı) bırakmak, artık yapmamak
    (bir fikirden/istekten) soğumak, eskisi gibi istememek/düşkün/hevesli olmamak




* I used to love Coldplay but I've gone off them.
  (Coldplay grubuna bayılıyordum eskiden ama artık eskisi kadar sevmiyorum bu grubu.)

* I went off men after my husband left me.
  (Kocam beni terk ettikten/benden ayrıldıktan sonra erkeklerden soğudum.)

* I used to really like him, but since I heard about his strange habits I've gone off him.
  (Eskiden ondan gerçekten hoşlanıyordum, ama onun tuhaf/garip huylarını/adetlerini duyduğumdan/öğrendiğimden beri artık ondan hoşlanmıyorum.)

* I went off beefburgers after I got food poisoning from a takeaway.
  (Paket servis bir restorandan yaşadığım gıda zehirlenmesinden sonra etli sandviç yemeyi bıraktım/artık etli sanviç yemiyorum.)

* I went off her when she lied to me.
  (Bana yalan söylediğinde/söylediği zaman ondan artık hoşlanmamaya başladım/ona artık ilgim/sevgim azalmaya/kaybolmaya başladı.)

* I've gone off meat. But I still have been eating fish.
  (Et yemeyi bırakmıştım. Ama balığı yine de yiyordum.)

* I went off Peter when he said those dreadful things about Clare.
  (Clara hakkında o rezil/iğrenç sözleri söylediğinde Peter'dan soğudum/Peter gözümden düştü.)

* I used to love this café but I've gone off it since the waiter changed.
  (Bu kafeyi severdim ama garsonu değiştiğinden beri oradan soğudum/gözümden düştü.)

* Jane seems to be going off Paul.
  (Jane sanki Paul'dan soğumuş gibi duruyor/gözüküyor.)
  (Jane eskisi kadar Paul'dan hoşlanmıyor gibi gözüküyor/duruyor.)

* I don't want to do it now. I've gone off the idea.
  (Şu an onu yapmak istemiyorum. Artık çıkardım/sildim onu aklımdan/bana o fikir artık çekici gelmiyor.)

* The dog has gone off his food.
  (Köpek yemeğini yemeği bıraktı/artık yemeğini yemek istemiyor.)

* I've gone off Jack. I used to think he was a nice guy.
  (Jack'ten soğudum. Eskiden onun iyi biri olduğunu düşünürdüm/düşünüyordum.)

* I've gone off beer.
  (Artık biraya eskisi kadar düşkün değilim/birayı eskisi kadar sevmiyorum/içmiyorum.)

* She went off him after their marriage.
  (Evliliklerinin ardından ona ilgisi/sevgisi azaldı/kalmadı.)
 
* I went off cheese ages ago. I couldn't eat it now.
  (Peynir yemeyeli/peynir yemeyi bırakalı çok oldu. Halen de yiyemiyorum.)

* Becky used to like football but she's gone off it.
  (Becky eskiden/önceden futboldan hoşlanırdı ama artık futboldan haz etmiyor/futbola ilgisi kalmadı.)

* They began to go off each other after two months together.
  (İki ay beraberliklerinin ardından birbirlerinden soğudular.)

* I used to love chocolate, but I went off it as I got older.
  (Eskiden çikolataya bayılırdım, ama yaşım ilerledikçe çikolata daha az hoşuma gitmeye başladı/çikolata yemeyi bıraktım.)

* She couldn't imagine how someone could go off chocolate.
  (Çikolatan soğuyan/çikolata yemeyi bırakan birini hayal bile edemezdi.)

* I’ve really gone off 50 Cent since he started dissing on Jay-Z.
  (Jay-Z hakkında aşağılayıcı/dalga geçen şarkılar yazmasından/söylemesinden beri Cent'den baya bir soğudum.)

* It used to be our favourite restaurant, but we went off it when they changed the chef.
  (Eskiden bizim favori restoranımızdı/en sevdiğimiz restorandı, ama baş aşçılarını değiştirdikleri zaman gözümüzden düştü/değiştirdiklerinden beri eskisi kadar hoşumuza gitmiyor.)

* I went off the idea of buying a sports car after I found out how much it would cost.
  (Ne kadara mal olacağını/maliyetini/bana kaça patlayacağını öğrenmemden sonra/öğrenmemin ardından bir spor araba alma fikrinden soğudum.)

* He's very fickle and goes off things very quickly.
  (Çok maymun iştahlı biri, herşeyden çok çabuk soğuyor/bugün beğendiğini yarın beğenmiyor.)

* Ever since falling off my bike, she's gone off cycling to work.
  (Bisikletimden düştüğünden beri artık işe bisikletle gitmeyi pek istemiyor/gitmeye hevesi yok.)

* Many women go off coffee during pregnancy.
  (Çoğu kadın hamileliklerinde kahve içmeyi bırakır/bırakıyor.)

* My boss has gone off the idea, so it's been cancelled.
  (O fikir artık patronuma cazip gelmediği için iptal oldu/ondan vazgeçildi.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 109

go off (6)


= to happen/occur (of what has been expected or planned)
  to follow the expected or desired course

= (bir olay beklenildiği/umulduğu gibi) geçmek, gerçekleşmek, meydana gelmek, olmak



* The party went off exactly as we hoped.
  (Parti tam da bizim beklediğimiz/umduğumuz gibi geçti.)

* The protest march went off peacefully.
  (Gösteri/protesto yürüyüşü olaysız/sakin geçti.)

* The meeting went off well.
  (Toplantı güzel/verimli/sorunsuz geçti.)

* The project went off smoothly.
  (Proje sorunsuz bir şekilde gerçekleşti.)

* How did your talk go off?
  (Konuşman-ız/görüşmen nasıl geçti?)

* The whole conference went off just as we had planned.
  (Konferans baştan sona planladığımız gibi geçti/gerçekleşti.)

* The wedding went off without so much as a single glitch.
  (Düğün en ufak bir aksilik bile/dahi yaşanmadan/kusursuz gerçekleşti.)

* To the bride's relief, the wedding ceremony went off without a hitch.
  (Gelinin rahatlığına bakılırsa/bakacak olursak, nikah töreni kusursuz/bir aksilik yaşanmadan gerçekleşmiş.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 108

go off with something

= to take away from a place something that does not belong to you
    to steal

= kendisine ait olmayan bir şeyi alarak oradan gitmek/ayrılmak/uzaklaşmak/kaçmak/sıvışmak
    izinsiz almak, çalmak, kaçırmak, araklamak




* He went off with $10.000 of the company's money.
  (Şirketin on bin dolar parasını da alıp kaçtı/kaçmış/gitti buralardan.)

* Who's gone off with my pen?
  (Kalemimi kim alıp götürdü/aldı?)

* He went off with the money.
  (Parayla/parayı da alıp çekip gitti/gitmiş/kaçtı/kaçmış.)

* Someone went off with my wallet.
  (Biri cüzdanımı almış/çalmış/kaçırmış.)

* I do wish you'd stop going off with my car without asking me beforehand.
  (Baştan/önceden bana sormadan/benden izin almadan arabamı alıp götürmeyi bırakmanı istiyorum.)
  (Keşke önceden benden izin almadan arabamı almayı bıraksan/almaktan vazgeçsen.)

* The accountant went off with the cash from the safe.
  (Muhasebeci kasadan parayı alıp kaçtı/kaçmış/sıvışmış.)

* He will go off without paying a debt.
  (Borcunu ödemeden/geride borç bırakarak/borç takarak kaçacak/gidecek buralardan.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 107

go off with someone

= to leave your husband, wife, partner, etc. in order to have a relationship with somebody else
    to run off with, to elope, run away with someone

= bir başkası için eşini/sevgilisini bırakıp kaçmak, terketmek, ayrılmak
    aşığıyla/sevgilisiyle kaçmak



* He went off with his best friend's wife.
  (En iyi/yakın arkadaşının karısıyla kaçtı/karısı için eşini terk etti/bıraktı.)

* I can't believe that Paul has left Alice and gone off with Sarah.
  (Paul'un Alice'i terk edip de Sarah ile gitmesine/kaçmasına inanamıyorum.)
  (Paul nasıl Alice'i terk edip de/bırakıp da Sarah'la gider/kaçar, aklım almıyor.)

* She's gone off with her husband's best friend.
  (Kocasını, onun en iyi/yakın arkadaşı için terk etti/bırakıp gitti.)

* He left his wife and went off with some young thing.
  (Karısını terk edip genç biriyle/çıtırın biriyle kaçtı/yaşamaya başladı.)

* Did you know that Hugh had gone off with his sister-in-law?
  (Hugh'un baldızıyla kaçtığını/evini/eşini bırakıp baldızıyla gittiğini/beraber olduğunu biliyor muydun/duymuş muydun?)

* I went out with Anna for two years, and then she suddenly went off with someone else without saying anything!
  (Anna ile ben iki sene çıktım/beraber oldum/birliktelik yaşadım, ardından bir anda hiçbir şey demeden beni bırakıp başka biriyle yaşamaya başladı.)

8 Temmuz 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 106

go off (5)

= to leave, to go away
    to leave a place for a new place

= (bir yerden başka bir yere) gitmek, ayrılmak, terk etmek
    çıkıp/bırakıp/basıp gitmek
    terk etmek, ayrılmak




* He left the family farm and went off to the big city to look for work.
  (Ailesinin çiftliğini bırakıp büyük şehre iş aramaya/büyük şehirde iş bakmaya gitti.)

* Please don't go off until we have sorted this out.
  (Lütfen bu meseleyi/sorunu çözene/halledene/aydınlatana kadar buradan gitme/çıkma/ayrılma.)
  (Bu meseleyi/sorunu çözelim de/halledelim de/aydınlığa kavuşturalım da öyle git buradan.)

* She's gone off on holiday with Tony.
  (Tony'yle tatile gitti/çıktı.)

* He went off to join the army after graduating from high school.
  (Liseyi bitirdikten sonra orduya katılmak üzere memleketinden/buradan ayrıldı.)

* I don't know where he's going, he went off without a word.
  (Nereye gittiğini bilmiyorum, tek kelime etmeden çekip gitti/ayrıldı.)

* They went off without saying goodbye.
  (Bir hoşçakal bile demeden gittiler.)

* He went off to have lunch in the canteen at one o’clock.
  (Saat birde kantinde öğlen yemeği yemeye gitti.)

* Jack is going off to Berlin and we're throwing him a farewell party.
  (Jack Berlin'e gidiyor, biz de ona veda/hoşçakal/güle güle partisi düzenliyoruz.)

* Dave’s gone off to the south of France for the summer.
  (Dave yaz için/yazı geçirmek üzere Fransa'nın güneyine gitmiş.)

* I can't wait to go off to university. I'll have my independence and I'll meet a lot of new people.
  (Üniversiteye gitmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Kendi hayatım olacak ve birçok yeni insanla tanışacağım.)

* She went off to get a drink.
  (Birşeyler içmeye gitti.)

* The actors went off stage.
  (Oyuncular sahneden/tiyatrodan ayrıldılar.)

* The losing team went off with their tails between their legs.
  (Yenilen/mağlup takım başları önde sahadan çıktılar/sahayı terk ettiler.)

* Having sated her appetite, she went off in search of a place to sleep.
  (Karnını doyurduktan sonra uyumak için/yatacak yer aramaya/bakmaya gitti.)

7 Temmuz 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 105

go off (4)

= to spoil, to go bad (not fresh)
    to become stale or rotten

= (yiyecek/içecek vb) bozulmak, ekşimek, çürümek
     yenilemez/içilemez hale gelmek





* Dairy products go off quickly if they're not kept in the fridge.
  (Süt ürünleri buzdolabında muhafaza edilmezlerse çok çabuk bozulurlar.)

* This bacon smells a bit funny - do you think it's gone off?
  (Bu salam biraz garip/tuhaf kokuyor. Bozulmuş mudur sence/acaba ne dersin?)

* Can you smell this milk and see if you think it's gone off?
  (Bu sütü koklayıp bozulup bozulmadığına bakabilir misin/bozlup bozulmadığını kontrol edebilir misin?)

* It's gone off. I wouldn't drink it if I were you.
  (Bozulmuş o. Yerinde olsam içmezdim/içmeni tavsiye etmem.)

* Something has gone off in the fridge, there's a horrible smell.
  (Buzdolabında birşey bozulmuş, berbat bir koku var.)

* All this to stop milk going off for a while longer?
  (Bütün bunlar sütün bir müddet/süre daha bozulmamasını sağlayacak mı?)

* The milk went off because I forgot to put it in the fridge.
  (Buzdolabına koymayı unuttuğum için süt bozulmuş.)

* Do you think this chicken has gone off?
  (Sence bu tavuk bozulmuş mudur/bu tavuk bozulmuş mu ne dersin?)

* The milk in Ireland goes off after one week.
  (İrlanda'da süt bir haftadan sonra bozuluyor/ekşiyor.)

* The food in the fridge smells very bad. They must have gone off since we are not at home for a week.
  (Buzdolabındaki yiyecekler çok kötü/berbat kokuyor. Anlaşılan bir haftadır evde olmadığımız için çürümüşler/çürümüş olmalılar.)

* Put the milk back in the fridge or else it will go off.
  (Sütü tekrar buzdolabına koy, yoksa bozulur.)

* That meat looks like it's gone off.
  (Bu et bozulmuşa benziyor/bozulmuş gibi duruyor.)

* Cream will go off very quickly if it is not kept in the fridge.
  (Krema/kaymak eğer buzdolabında muhafaza edilmezse çok çabuk bozulur/ekşir.)

* Preservatives are added to prevent food from going off so quickly.
  (Katkı maddeleri besinlerin/yiyeceklerin çok çabuk bozulmalarını önlemek için ilave edilmektedir.)

* Food that is not stored correctly goes off more quickly.
  (Doğru/güzel muhafaza edilmeyen yiyecekler çok daha çabuk bozulurlar.)

* The milk's gone off and the washing's started to smell.
  (Süt bozulmuş, bulaşıklar da kokmaya başlamış.)

* This milk smells bad, I think it has gone off.
  (Bu süt kötü kokuyor, sanırım/galiba bozulmuş.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 104

go off (3)

= to explode

= (bomba vb) patlamak, infilak etmek
    (silah vb) ateş almak, ateşlenmek




* The bomb went off in the busiest part of town.
  (Bomba şehrin en işlek/hareketli/yoğun bölgesinde/yerinde patladı/infilak etti.)

* The building was evacuated before the bomb went off.
  (Bomba patlamadan önce bina boşaltıldı/tahliye edildi.)

* At what speed does an airbag go off?
  (Airbag/hava yastığı kaç km hızdayken açılır/patlar/çalışır?)

* The gun went off while he was cleaning it.
  (Temizliğini/bakımını yaparken/yaptığı sırada silahı ateş aldı.)

* The bomb went off at midday.
  (Gün ortasında/öğlen bomba patladı.)

* The police prevented a bomb from going off.
  (Polis bombanın patlamasını/infilak etmesini önledi/engelledi.)

* Several bombs went off in the city centre.
  (Şehir merkezinde birden fazla bomba patladı.)

* His gun went off accidentally.
  (Silahı istemeden ateş aldı.)

* The gun went off and runners began the race.
  (Tabanca ateşlendi ve atletler/koşucular yarışa başladı.)

* We heard the bomb go off.
  (Bombanın patladığını/infilak ettiğini duyduk.)

* The bomb went off after the president left his office.
  (Başkan ofisinden ayrıldıktan sonra bomba patladı.)

* The firework went off in his face.
  (Havai fişek yüzünde patladı/yüzüne isabet etti.)

* The bomb was defused just 5 minutes before it was due to go off.
  (Bomba, patlamasına yalnızca beş dakika kala etkisiz hâle getirildi.)

* They could hear the sound of bombs going off in the background.
  (Arkada patlayan bombanın sesi onlara kadar geldi.)

* The explosives went off without warning.
  (Patlayıcılar uyarı yapılmadan patlatıldı.)

* The gun went off during their struggle.
  (Boğuşurlarken/kavga ederlerken silah ateş aldı.)

* We must clear the area before the bomb goes off.
  (Bomba patlamadan önce bölgeyi/alanı boşaltmalıyız.)

* Do not move until you hear the starting pistol go off.
  (Çıkış tabancasının ateşlendiğini duyana kadar/duymadan yerinizden ayrılmayın.)

* Specialists were able to deactivate the bomb before it went off.
  (Bomba imha uzmanları patlamadan/infilak etmeden önce bombayı etkisiz hale getirebildiler/getirebilmeyi başardılar.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 103

go off (2)

= to stop working
    to break down/shut off

= (elektrik vb) kesilmek
    (ışık, kalorifer vb) sönmek
    (makine, aygıt vb.) kapanmak, durmak, çalışması durmak, işlemez olmak, çalışmamak






* The lights went off in several villages because of the storm.
  (Fırtınadan dolayı birçok kasabada elektrikler gitti/kesildi.)

* The heating system always goes off at night.
  (Kalorifer tesisatı/ısıtma sistemi geceleri hep kesiliyor.)

* The damage to the fuse box caused the power to go off.
  (Sigorta kutusundaki hasar/arıza, gücün/elektriğin kesilmesine neden oldu/yol açtı.)

* The light goes off when the batteries are flat.
  (Piller bittiğinde/bataryalar boşaldığında lamba söner/kapanır.)

* The match had to be abandoned when the floodlights went off.
  (Projektörler kapandığı/söndüğü için maç mecburen tatil edildi.)

* The lights go off automatically when the office is empty.
  (Ofiste kimse kalmadığında/olmadığında ışıklar/lambalar otomatikman/kendi kendine sönüyor/kapanıyor.)

* The electricity will be going off for ten minutes while the workmen test the circuit.
  (İşçiler elektrik devresini test ederken 10 dakika boyunca elektrikler gidecek/elektrik kesintisi yaşanacak.)

* It's getting cold. The heater must have gone off.
  (İçerisi soğudu. Kalorifer/kombi kapanmış olmalı.)

* The lights went off when the winner was about to be announced.
  (Kazanan anons edilmek/açıklanmak üzereyken ışıklar gitti/kapandı.)

* I was only half way up the stairs when the light went off.
  (Lamba/ışık söndüğünde daha merdivenlerin yarısını çıkmıştım.)

* The heating goes off at midnight and comes back on before we get up.
  (Kalorifer gece yarısı kapanıyor ve biz kalkmadan/uyanmadan önce tekrar devreye giriyor.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 102

go off (1)

= to sound (start ringing)
    to begin sound
    to activite, to start clanging/making noise

= (saat, alarm, telefon vb.) çalmak, çalmaya başlamak, devreye girmek
  ses çıkarmak, ötmek




* I woke up late because my alarm didn't go off.
  (Alarmım çalmadığı için geç uyandım/kalktım.)

* My phone always goes off when I'm in class.
  (Ben dersteyken/sınıftayken hep telefonum çalar/çalıyor.)

* What time will the alarm go off?
  (Alarm saat kaçta çalacak/alarmı saat kaça kurdun?)

* Tom set the alarm clock to go off 6:00 a.m.
  (Tom sabah altıda çalması için/çalmak üzere alarmlı saati kurdu/saatin alarmını ayarladı.)

* My alarm went off at 6am, waking me up.
  (Alarmım uyanmam/kalkmam için sabah altıda çaldı.)

* From the time my alarm clock goes off, I am beginning my workout.
  (Alarmım çaldığında/çaldığı andan itibaren, antremanıma başlıyorum.)

* When my alarm clock goes off, I always stop it in my sleep.
  (Alarmım çaldığında onu hep uykumda kapatıyorum/durduruyorum.)

* The alarm should go off automatically as soon as smoke is detected.
  (Dumanı hisseder hissetmez/farkettiği gibi alarm otomatik olarak çalmalıdır/alarmın otomatik olarak çalması gerekmektedir.)

* Didn't you hear your alarm clock going off this morning?
  (Bu sabah alarmının çalmasını/çaldığını duymadın mı?)

* I can hear a phone going off. Can you hear it?
  (Sanki bir telefon çalıyor. Sen de duyuyor musun?)

* I was just lying in bed waiting for the alarm to go off.
  (Alarmın çalmasını beklerken yatakta öylece/öylesine yatıyordum/uzanmıştım.)

* All of a sudden, the fire alarm went off.
  (Birdenbire/aniden yangın alarmı çalmaya başladı.)

* Your alarm is going off. Can you silence it, please?
  (Alarmın çalıyor. Lütfen kapatabilir misin/susturabilir misin/durdurabilir misin?)

* I overslept because my alarm didn't go off.
  (Alarmım çalmadığı için uyuyakalmışım.)

* Our fire alarm sometimes goes off when my mother is cooking something in the kitchen.
  (Yangın alarmımız annem mutfakta yemek/birşeyler pişiriyorken bazen/arasıra çalıyor/çalar.)

* His car alarm is always going off by mistake.
  (Arabasının alarmı hep yanlışlıkla çalıyor.)

* I got a real shock when the fire alarm went off.
  (Yangın alarmı çaldığında gerçekten de bir şok yaşadım/çok korktum.)

* The thieves ran away when the alarm went off.
  (Alarm çalınca hırsızlar kaçtı/kaçmış.)

* I've set the alarm clock to go off at 7 am.
  (Alarmı saat yedide çalmaya kurdum/ayarladım.)

* Take the chicken out of the oven when the timer goes off.
  (Zamanlayıcı/zaman ayarı çaldığında tavuğu fırından çıkarın.)

* His car alarm goes off every time it rains.
  (Ne zaman yağmur yağsa arabasının alarmı devreye giriyor/çalıyor/çalmaya başlıyor.)

* A buzzer goes off if the door has been left open.
  (Kapı açık bırakılırsa/kalırsa sesli ikaz çalar/çalacaktır.)

* I don't always wake up when my alarm goes off.
  (Alarmım çaldığında her zaman uyanmam/uyanmıyorum/kalkmam/kalkmıyorum.)

* The fire alarm went off because someone was smoking in the toilets.
  (Birisi tuvalette sigara içtiği için yangın alarmı çaldı/çalmış/devreye girmiş.)

* Just after he spotted the first plane on the horizon, sirens started to go off around the city.
  (Görevlinin ilk uçağı ufukta fark etmesinin/görmesinin hemen ardından tüm şehirde sirenler çalmaya başladı.)

3 Temmuz 2015 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 101

ahead of /behind / on schedule


= faster/earlier than planned
    as planned
    slower/later than planned

= plandan/programdan/planlanandan/mutabık kalınan/kararlaştırılan/normal zamandan önce/önde/ilerisinde/erken
    vaktinde, planlandığı/kararlaştırılan/mutabık kalınan vakitte, normal vaktinde, tam zamanında
    takvimin/programın/planlananın gerisinde, mutabık kalınan/anlaşılan vaktin gerisinde





* Construction was completed ahead of schedule and the road was re-opened.
  (İnşaat planlanandan daha erken tamamlandı ve yol tekrar açıldı/hizmete girdi.)
  (İnşaası normal vaktinden önce biten yol tekrar açıldı/hizmete girdi.)

* I am terribly behind schedule. I plan to finish my report during this week.
  (Programın çok ama çok gerisindeyim. Raporumu bu hafta içinde bitirmeyi planlıyorum.)

* The project is behind schedule because several people are off sick.
  (Proje/iş, birkaç kişi hasta olduğu/hastalandığı için gecikmiş durumda/takvimin/programın/planın gerisinde kaldı.)

* The train is behind schedule.
  (Tren gecikti/rötar yaptı/vaktinde kalkmadı/gelmedi/ulaşmadı.)

* The opening ceremony took place on schedule.
  (Açılış töreni duyrulduğu/ilan edildiği/açıklanan/duyurulan vakitte/saatte gerçekleşti/gerçekleştirildi.)

* The project's progress was ahead of schedule.
  (Projenin ilerleyişi planlandığından daha hızlı oldu.)

* The lecture started on schedule.
  (Konferans/ders vaktinde/zamanında başladı.)

* I want to be able to finish the job ahead of schedule.
  (İşi planlanan vaktinden daha önce/erken bitirebilmek istiyorum.)

* They finished the project on schedule.
  (Projeyi programa göre/vaktinde bitirdiler/tamamladılar.)

* The sale will help us to repay the loan ahead of schedule.
  (İndirim, borcumuzu daha erken ödememizi/kapatmamızı kolaylaştıracak/ödememize/kapatmamıza yardımcı olacak/yarayacak.)

* Projects are behind schedule and in the red.
  (Projeler/işler programın gerisinde/gecikmiş ve durmuş durumda.)

* The project is progressing on schedule.
  (Proje planlandığı gibi/takvime uygun olarak ilerliyor.)

* The train arrived ten minutes behind schedule.
  (Tren vaktinden/normalden 10 dakika geç geldi/ulaştı/vardı.)
  (Tren on dakika rötarla vardı/ulaştı/geldi.)

* We landed at Ankara a little behind schedule.
  (Ankara'ya biraz rötarlı/az bir gecikmeyle indik.)
  (Uçağımız Ankara'ya az bir gecikmeyle indi/vardı.)

* It opened on December 16, 2005, eight months ahead of schedule.
  (Planlanandan/normal vaktinden 8 ay önce, 2005 yılı 16 Aralık günü açıldı.)

* It was built seven months ahead of schedule, at a cost much lower than the original estimate.
  (İlk/başlangıçtaki tahminden daha düşük bir maliyetle planlanan süreden yedi ay daha erken bir sürede inşa edildi.)

* Ellen gets a message from Richard that he is leaving town ahead of schedule.
  (Ellen, Richard'dan şehirden erken ayrıldığı/ayrılacağı mesajını/notunu alır.)

* The tunnel project is now 18 months behind schedule.
  (Tünel projesi/inşaası şu an planlananın 18 ay gerisinde.)

* At one point, things were so far behind schedule that the International Olympic Committee (IOC) threatened to move the Games elsewhere.
  (Bir ara, çalışmalar programın o kadar gerisinde kalmıştı ki, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Oyunları başka bir ülkeye/kente vermekle tehdit etmişti.)

* We expect the building work to be completed ahead of schedule.
  (İnşaat işinin/inşaatın planlanandan daha erken/önce bitmesini/tamamlanmasını bekliyoruz/tamamlanacağını umuyoruz/tahmin ediyoruz.)

* Filming began on schedule.
  (Çekimler tam vaktinde/planlanan vakitte başladı/Çekimlere tam vaktinde/zamanında başlandı.)

* The project is behind schedule by six months.
  (Proje altı ay gecikmiş durumda/Projede programın/takvimin altı ay gerisindeyiz/gerisinde kalındı.)
  (Projede programa/takvime göre altı ay gecikmiş durumdayız.)

* Please drive faster. We are behind schedule.
  (Lütfen daha hızlı sür. Geç kaldık.)

2 Temmuz 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 100

Daylight Saving Time

- spring forward/ahead/up
- March forward 
- fall back 
- go forward an hour
- go back an hour
- set the clock ahead/forward/back
- push the clocks forward
- turn the clocks ahead
- shift the clocks forward
- put the clocks forward/back an hour

* Today clocks go back an hour.
  (Bugün saatler bir saat geri alınıyor/alınacak.)

* In summer clocks go forward an hour.
  (Yazın saatler bir saat ileri alınıyor/alınmaktadır.)

* Put your clocks back an hour at midnight tonight.
  (Bu akşam gece yarısında saatleri bir saat geri alın.)

* Put your clocks forward an hour in spring.
  (İlkbaharda saatlerinizi bir saat ileri alın.)

* Remember, clocks went back an hour this morning, so change your watch.
  (Unutma, bu sabah saatler bir saat geri alındı, bu yüzden saatini ayarla.)

* Tonight you must put your clocks back an hour. Super! An extra hour to party!
  (Bu gece saatlerin bir saat geri alınması gerekiyor. Ne güzel! Parti için bir saatimiz daha olacak.)

* In the UK the clocks go forward 1 hour at 1am on the last Sunday in March, and back 1 hour at 2am on the last Sunday in October.
  (Birleşik Krallık'ta/İngiltere'de saatler Mart'ın son Pazar'ı saat gece birde bir saat ileri alınır/alınmaktadır ve Ekim'in son Pazarı saat gece ikide bir saat geri alınır/alınmaktadır.)

* Daylight Saving Time (DST) is a way of making better use of the natural daylight by setting your clock forward one hour during the summer months, and back again in the fall.
  (Yaz saati uygulaması, yaz aylarında saatlerin bir saat ileri alınması ve sonbaharda tekrar geri alınması suretiyle gün ışığından daha fazla/iyi yararlanmanın bir yoludur.)