27 Eylül 2014 Cumartesi

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 2

Learning English with Songs

Someone Like You  / Adele



I heard that you're settled down
(Duydum ki durulmuşsun)

That you found a girl and you're married now
(Birini bulmuş ve artık evliymişsin.)
I heard that your dreams came true
(Duydum ki hayallerin gerçek olmuş/gerçekleşmiş/çok mutluymuşsun)
Guess she gave you things I didn't give to you
(Galiba o kız benim veremediğim şeyleri verdi sana/bende bulamadığın şeyleri buldun onda/o kızda)


Old friend, why are you so shy?
(Eski dostum, niye bu kadar tedirgin/rahatsız oldun?)(benden/beni gördüğün için)
It ain't like you to hold back or hide from the light/lie
(Gerçekleri gizlemek/söylememek ya da gerçeklerden kaçmak... bunlar sana göre şeyler değil/sen böyle biri değilsin)

I hate to turn up out of the blue, uninvited
(Böyle habersizce/pat diye, davetsiz bir şekilde çıkıp gelmek hoşuma gitmiyor)
But I couldn't stay away, I couldn't fight it
(ama senden uzak kalamadım/senden uzak olmak çok ağır geldi bana, duygularıma/seni görme arzuma karşı koyamadım)
I had hoped you'd see my face and that you'd be reminded
(yüzümü görmenin senin aklına getirmesini ummuştum)/(yüzümü görürsen anlarsın diye ummuştum)
That for me, it isn't over
(bu aşkın benim için hala bitmediğini/seni hala sevdiğimi)

Never mind, I'll find someone like you
(sağlık olsun/zararı yok/mühim değil, senin gibi birisini bulurum/(dışarıda senin gibi bir sürü erkek var)
I wish nothing but the best for you, too
(Herşeyin gönlünce olmasından/iyi/mutlu olmandan başka bir dileğim de yok.)
Don't forget me, I beg, I remember you said
(Beni/yaşadığımız güzel anları unutma lütfen/ne olur, hatırlıyorum demiştin ki)
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead
(aşk bazen sürer/devam eder, ama bazen de biter ve yerine acı/aşk acısı/kırık bir kalp bırakır)
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead, yeah
(evet/doğruymuş, aşk bazen sürüyor ama bitince de yerine acı bırakıyormuş.)

You know how the time flies
(sen de biliyorsun/görüyorsun zaman nasıl da hızla geçiyor/uçup/akıp gidiyor)
Only yesterday was the time of our lives
(Daha dün gibi birlikte geçirdiğimiz güzel günlerimiz)(bu geçen zamanda sadece birlikte olduğumuz dönem hayatlarımızın en güzel dönemiydi)
We were born and raised in a summer haze
(Bir yaz pusunda ilişkimiz başlayıp gelişmiş/ilerlemişti.)
Bound by the surprise of our glory days
(O hayatımızın en güzel dönemimin sürprizi bizi buluşturmuştu)

I hate to turn up out of the blue, uninvited
But I couldn't stay away, I couldn't fight it
I had hoped you'd see my face and that you'd be reminded
That for me, it isn't over

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you, too
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead, yeah

Nothing compares, no worries or cares
(Seninle yaşadığımızı hiçbirşeyle kıyaslayamam, ne endişe ne de kaygı duyuyorum)
Regrets and mistakes, they're memories made
(pişmanlıklar ve hatalardır hatıraları meydana getiren)
Who would have known how bittersweet this would taste?
(Yaşadıklarımızın acı tatlı/buruk bir tat bırakacağını kim bilebilirdi ki?)

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you, too
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead

----- -------
* I heard that .....
= Duydum ki ...., .....ğını duydum, ...den haberim var
- I heard that you teach piano?
  (Piyano dersi verdiğinizi duydum/ piyano dersi veriyormuşsunuz.)
- I heard that you like the bad girls.
  (Duydum ki ahlaksız kızlardan hoşlanıyormuşsun.)

* to settle down
= durulmak, daha sakin/düzenli bir hayat yaşamaya başlamak
- Are you ever going to settle down and get married?
  (Durulup/daha sakin bir hayat yaşayıp evlenecek misin?)
- He settled down as a farmer with a family.
  (Çocuklu bir çiftçi olarak daha düzenli bir hayat yaşamaya başladı.)

* to come true
= gerçekleşmek, gerçek olmak
- lf this dream comes true, it could change the destiny of the world.
  (Eğer bu hayal gerçekleşirse, dünyanın kaderini değiştirebilir.)
- May all your wishes come true, happy birthday!
 (Bütün dileklerinin gerçekleşmesi dileğiyle, doğum günün kutlu olsun.)

* ain't
= informal kısaltma... am not, is not, are not, has not, have not sözcüklerinin kısa biçimi. Kullanıldığı cümleyi olumsuz yapar.
- You ain't met him yet. (You haven't met him yet.)
  (Daha/henüz onunla tanışmadın.)
- You ain't angry at me, are you? (You aren't angry at me, are you?)
  (Bana kızgın değilsin, değil mi?)
- I ain't gonna cry anymore. (I'm not going to cry anymore.)
  (Artık gözyaşı dökmeyeceğim/ağlamayacağım.)

* turn up
= gelmek, ortaya çıkmak, görünmek, çıkagelmek, çıkıp gelmek
- There is no need to book – just turn up on the night.
  (Rezervasyona gerek yok. Gece herhangi bir saatte gelebilirsiniz.)
- She didn't TURN UP for class today.
  (Bugün sınıfa/derse gelmedi/sınıfta/derste yoktu/görünmedi.)

* out of the blue
= ansızın, durup dururken, beklenmedik/umulmadık bir anda/zamanda/şekilde, pat diye, damdan düşer gibi
- He turned up four years ago out of the blue.
  (Dört yıl önce birden bire ortaya çıkıverdi.)
- Her brother showed up at the wedding out of the blue.
  (Kardeşi düğünde beklenmedik bir anda ortaya çıkıverdi.)

* stay away
= uzak durmak/kalmak
- Stay away from my daughter!
  (Kızımdan uzak dur!)
- I am so fond of you that I could not stay away from you for more than a week.
  (Sana o kadar çok tutulmuşum ki bir haftadan fazla senden uzak kalamadım/duramadım.)

* nothing but
= ...dan hariç/başka hiçbir şey, sırf, yalnızca, sadece, bir tek
- I can feel nothing but gravity.
  (Sadece yerçekimini hissediyorum/yerçekiminden başka hiçbir şey hissetmiyorum.)
- Jane drinks nothing but milk.
  (Jane sütten başka bir şey içmez/sadece süt içer.)
- We could see nothing but fog.
  (Sisten başka birşey göremiyorduk/sisten hiçbir şey görünmüyordu.)

* instead
= yerine
- I don´t have any coffee at the moment. Do you want a cup of tea instead?
  (Şu anda hiç kahvem kalmadı/yok. Onun/kahve yerine bir fincan çay ister misiniz/vereyim mi/getireyim mi?)
- I have to go to the doctor´s tomorrow morning so I can´t go to the meeting. Can you go instead?
  (Yarın sabah doktora gitmem gerekiyor, bu yüzden toplantıya gidemeyeceğim. Benim yerime sen gidebilir misin?)

* the time of one's life
= hayatının en güzel dönemi/zamanı, güzel/harika/unutulmayacak vakit/zaman
- Many people say college was the time of their lives.
  (Birçok kimse üniversite yıllarının hayatlarının en güzel dönemi/yılları olduğunu söyler.)
- My cousin had the time of her life when she went to Rome last summer.
  (Kuzenim geçen yaz Roma'ya gittiğinde hayatının en güzel günlerini geçirdi/çok eğlendi/çok güzel vakit geçirdi.)

* glory days
= bir kimsenin yaşamının en güzel/iyi dönemi/yılları
- an athlete trying to relive his glory days
  (en iyi dönemini tekrar yaşamaya çalışan bir sporcu)
- Our glory days are over.
  (En iyi dönemlerimiz geride kaldı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder