Learning English with Songs
If You Ever Had A Broken Heart / Jayne Collins
You walked up to me and asked for a dance
(Yanıma gelip dans edelim mi diye sormuştun/dans etmeyi teklif etmiştin)
Tried to make me smile, but no chance!
(Beni gülümsetmeye çalışmıştın ama ne mümkün/imkanı yoktu)
You were so kind, spent all your time,
(çok naziktin/iyiydin, tüm vaktini benimle geçirdin)
And listen patiently to my misery...
(ve sabırla/bıkmadan derdimi dinledin) (bıkmadan derdimi dinleyerek)
I don't know what made me stay - for so long.
(beni orada o kadar uzun süre tutan şey neydi bilmiyorum/neden yanında o kadar uzun kaldım hala anlamış değilim)
When I trusted you, was I wrong?
(sana güvenmem hata mıydı)
You took me home, we sat there till dawn
(beni eve götürmüştün, orada gün doğana kadar oturmuştuk)
I kissed you goodbye - I guess you know why.
(Sana veda/hoşçakal öpücüğü vermiştim, sanırım biliyorsun nedenini.)
If you ever had a broken heart,
(Eğer hiç/daha önce aşk acısı yaşadıysan) (Eğer birgün kalbin kırılırsa/aşk acısı yaşarsan)
Then you'll understand.
(o halde anlarsın beni/halimi) (o zaman anlayacaksın.)
I can't let a new love start
(Yeni bir aşkın başlamasına izin veremem/yeni bir aşka hazır değilim)
It's not fair to pretend.
(öyle değilmiş gibi davranırsam sana haksızlık etmiş olurum.)
If you ever had a broken heart,
(Eğer hiç aşk acısı yaşadıysan)
You know it takes time.
(Bilirsin, iyileşmen zaman alır.)(bilirsin normale dönebilmek için zamana ihtiyacın vardır.)
And here comes the hardest part:
(işin en zor/acı tarafı ise şu:)
He's still on my mind!
(O hala aklımda/hala onu düşünüyorum)
I don't blame you if you say, you can't wait.
(Eğer bekleyemem dersen, seni suçlayamamam/sana diyecek sözüm olamaz.)
If you're not my love, there's no date!
(Sevmediğim/birşeyler hissetmediğim biriyle çıkamam.)
No guarantee for you and me,
(İkimiz hakkında sana ilerisi için garanti veremem/kesin birşey diyemem)
Though i enjoy your company...
(her ne kadar arkadaşlığından hoşlansam da)
If you ever had a broken heart,
Then you'll understand.
I can't let a new love start
It's not fair to pretend.
If you ever had a broken heart,
You know it takes time.
And here comes the hardest part:
He's still on my mind!
----- -------
* to walk up (to someone)
= birine doğru yürüyerek yaklaşmak/yürüyerek birinin yanına gelmek/gitmek
- I walked up to the manager and told him my problem.
(Müdürün yanına gidip sorunumu anlattım.)
- Eric walked up to the door and rang the bell.
(Eric kapıya doğru yürüyüp zili çaldı/zile bastı.)
- He walked up to me and told me how much he enjoyed my presentation.
(Yanıma gelip sunumumu ne kadar çok beğendiğini anlattı/söyledi.)
- A stranger walked up and asked me the way to the beach.
(Bir yabancı gelip bana plaj yolunu/plaja nasıl gidildiğini sordu.
* to ask someone for a dance
= dans teklifinde bulunmak, beraber dans etmeyi teklif etmek, dans edelim mi demek/diye sormak, benimle dans eder misin demek/diye sormak, dansa davet etmek, dansa kaldırmak
- How do I ask for a dance?
(Dans teklifi nasıl ederim/edilir/ nasıl dansa kaldırırım/dansa nasıl kaldırılır?)
- Here people go to a person and ask for a dance.
(Burada insanlar kişinin yanına gidip dans teklifinde bulunur.)
- How do you ask for a dance in French?
(Fransızca'da dans teklifi nasıl yapılır?)
* to try to make someone smile
= bir kimseyi gülümsetmeye/güldürmeye çalışmak/uğraşmak
- Thank you for trying to make me smile.
(Beni gülümsetmeye çalıştığın için teşekkürler.)
- What' s making you smile?
(Sizi gülümseten nedir/neye gülüyorsun?
- I think you need someone to make you smile.
(Bence seni gülümsetecek birine ihtiyacın var.)
* to spend one's time
= vaktini harcamak/geçirmek/ayırmak
- I want to spend my time with my children.
(Vaktimi/zamanımı çocuklarımla geçirmek istiyorum/vaktimi çocuklarıma ayırmak istiyorum.)
- I'd like to spend all my time with you.
(Bütün vaktimi seninle geçirmek istiyorum/Hep seninle birlikte olmak istiyorum.)
* to listen patiently to one's misery
= sabırla/bıkmadan bir kimsenin derdini/sıkıntısını dinlemek
- I don't have friends who will listen to my misery.
(Derdimi/sıkıntımı dinleyecek dostlarım yok/derdimi anlatacağım dostlarım/arkadaşlarım yok.)
* to make someone stay
= birini tutmak, kalmasını sağlamak/kalmaya ikna etmek/zorlamak
- I'm going. You can't make me stay.
(Ben gidiyorum. Beni burada tutamazsınız/gitmeme engel olamazsınız/kalmamı sağlayamazsınız)
- I can't make you stay.
(Seni kalmaya zorlayamam/kalman için seni zorlayamam.)
* to take someone home
= bir kimseyi eve götürmek/bırakmak
- Why don't you take the boys home?
(Neden çocukları eve götürmüyorsun?/çocukları eve götürsene!)
- Then I'll take you home.
(Sonra seni eve bırakırım.)
* to take time
= zaman/vakit almak, sürmek
- that may take some time.
(biraz zaman alabilir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder