30 Eylül 2014 Salı

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 4

Learning English With Songs

Cause You're Young / C.C. Catch



Heartache, heartache
(Gönül yarası/aşk acısı, gönül yarası)
Heart was gold
(Altın/çok temiz bir kalbin vardı.)
Oh she hurt you
(O kız seni incitti/yaraladı)
It's stone cold.
(Kalbin şimdi buz gibi/çok donuk)
Lonely, lonely
(terkedilmiş, tek başına) (kalbin)
Your wasted years
(Kaybolan/heba olan yıllarınla.)
You're a winner with bad souvenirs.
(Elde kötü anılar da olsa yine kazanan sensin)
You're a hero, you're a man
(Sen bir kahramansın, sen bir erkeksin)
You're a winner, take my hand.
(Kazanan sensin, tut elimi)

'Cause you are young
(Genç olduğun için)
You will always be so strong
(Hep çok güçlü olacaksın)
Hold on tight to your dreams, hold on.
(sıkıca tutun hayallerine, tutun)(Hayallerini hiç bırakma/hayallerinden asla vazgeçme)
You are right don't give up
(Doğru yoldasın, pes etme/vazgeçme)
baby baby babe.

'Cause you are young
(Genç olduğun için)
You are right then you are wrong
(doğru da yapacaksın yanlış da)
You're a hero, next day you're down
(Bir gün çok iyiyken, öbür gün herşey tepetaklak da olabilir)
So hold on to your dreams.
(Bu yüzden hayallerini bırakma/hayallerinden vazgeçme)

All or nothing you can give
(Ya her şeyinle seversin/ya tüm kalbini verirsin ya da hiç sevmezsin)
Live your life, love to live.
(hayatını yaşa, yaşamak için sev/aşık ol)
Oh man, oh man
(Oh adamım, oh adamım)
Feel the night
(Geceyi hisset/yaşa)
Be strong enough till the morning light.
(Gün ışıyana kadar yeterince güçlü ol)
(Gün ışıyana kadar güçlü ol/dayan yeter)

You're a hero, you're a man
(Sen bir kahramansın, sen bir erkeksin)
You're too tough to lose this game.
(Sen bu oyunu/mücadeleyi kaybedemeyecek kadar çok güçlüsün/dayanıklısın.)

'Cause you are young
You will always be so strong
Hold on tight to your dreams hold on.
You are right don't give up
baby baby babe.

'Cause you are young
You are right then you are wrong
You're a hero, next day you're down
So hold on to your dreams.
------------ -------
* 'cause
= because ifadesinin günlük konuşma/sokak dili biçimi/formu

* to hold on to someone/something
= tutunmak, bırakmamak
- I know what it's like to hold on to someone.
  (Birine tutunmanın ne demek olduğunu bilirim.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 20

English Expressions & Phrases

bring someone up to date (on/with something)

= tell someone the most recent information/
    tell someone what has happened up to the present
    inform someone about developments in a case or other matter
    fill someone in on something
    catch someone up
    let someone know what's been happening
    bring someone up to speed
    put someone in the picture

= bir kimseye son gelişmeleri anlatmak/bildirmek, son gelişmelerle/olanlarla ilgili bilgilendirmek
  bir kimseyi en son olaylardan/gelişmelerden haberdar etmek
  en son gelişmeleri/haberleri aktarmak/anlatmak, olup biteni anlatmak/söylemek




* A: Can you bring me up to date?
  (Son gelişmeleri anlatır mısın?)
  B: Sure. On Monday Mr. Templeton called you. He didn't leave a message. Yesterday Diane came to see you. And this morning....
  (Tabi. Pazartesi günü sizi Bay Templeton aradı. Bir not/mesaj bırakmadı. Dün sizi görmeye Diane geldi. Bu sabah da ....)

* Because I was on vacation last week, I'll need that you bring me up to date on what's been happening.
  (Geçen hafta tatilde olduğum için neler olup bittiğiyle ilgili olarak beni bilgilendirmenizi isteyeceğim.)

* A: How's Ann? I Haven't seen her for years.
  (Ann nasıl? Onu görmeyeli yıllar oldu/ onu en son yıllar önce görmüştüm/onu yıllardır görmüyorum.)
  B: Let me bring you up to date. She got married, moved to Japan, and now she teaches English.
  (Sana son olanları/gelişmeleri anlatayım/söyleyeyim. Evlenip Japonya'ya taşındı ve şuan İngilizce öğretmenliği yapıyor.)

* Let me bring you up to date on what is happening in the village.
  (Köyde olan biteni sana anlatayım.)

* Allow me to bring you up to date.
  (Müsaade ederseniz size son gelişmeleri anlatayım/izin verin bilgilerinizi tazeleyeyim.)

* John here bring you up to date on this business.
  (John size işle ilgili son gelişmeleri/olan biteni anlatacak/son gelişmeler hakkında bilgi verecek.)

* A: Please bring me up to date on the computer problem.
  (Bilgisayardaki sorun/problemle ilgili son durum ne?)
  B: I fixed it. Then it broke again. Now it's at the repair shop.
  (Onu tamir ettirdim. Sonra tekrar bozuldu. Şimdi tamircide.)

* Can someone bring me up to date with the status of the XYZ project?
  (Biri/biriniz bana XYZ projesinin durumuyla ilgili son gelişmeleri anlatabilir mi/anlatabilir misiniz?)
  (XYZ projesinde/tasarısında en son neler yaptık/neler oldu bitti/hangi gelişmeler yaşandı biri bana anlatabilir mi?)

****
bring someone up to date deyimiyle ilgili aşağıdaki videoyu izlemenizi tavsiye ederim.


videonun metnini okumak için tıklayınız.

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 3

Learning English With Songs

You Keep Me Hangin' On / Kim Wilde




Set me free why don't cha babe
(Beni özgür bırak, neden bırakmıyorsun bebeğim/ niçin beni özgür bırakmıyorsun bebeğim)
Get out my life why don't cha babe
(Çık hayatımdan, neden çıkmıyorsun bebeğim/niçin hayatımdan çıkmıyorsun bebeğim)
'Cause you don't really love me
(Çünkü beni gerçekten sevmiyorsun)
You just keep me hangin' on
(Beni sadece oyalayıp duruyorsun)

Set me free why don't cha babe
Get out my life why don't cha babe (ooh, ooh, ooh, ooh)
'Cause you don't really need me
(Çünkü bana gerçekten ihtiyacın yok)
But you keep me hangin' on
(yine de beni oyalayıp duruyorsun)

Why do you keep a comin' around playing with my heart?
(Neden sürekli etrafımdasın/kendini bana gösteriyorsun, duygularımla oynuyorsun?)
Why don't cha get out of my life and let me make a brand new start?
(Neden hayatımdan çıkıp yepyeni bir sayfa açmama müsaade etmiyorsun/açtırmıyorsun?)
Let me get over you the way you gotten over me, yeah, yeah
(Bırak seni unutayım, sen beni nasıl unuttuysan)

Set me free why don't cha babe
Get out my life why don't cha babe (ooh, ooh, ooh, ooh)
'Cause you don't really love me
You just keep me hangin' on
No, you don't really need me
You just keep me hangin' on

You say although we broke up you still just wanna be friends
(Diyorsun ki ayrılsak bile yine de arkadaşın olmak/arkadaşın olarak kalmak istiyorum)
But how can we still be friends when seeing you only breaks my heart again
(Fakat seni görmek kalbimin tekrar kırılmasından/içimin yine acımasından başka birşey değilken nasıl hala arkadaş kalabiliriz ki/nasıl yine de arkadaş olabiliriz ki)
(And there ain't nothing I can do about it)
(Ve benim bu konuda yapabilecek hiçbir şeyim yokken)(Kalbimin tekrar kırılması/içimin yine acıması konusunda)

Whoa, ooh, whoa, ooh, whoa
Whoa, ooh, whoa, ooh, whoa, whoa
Whoa, ooh, whoa, ooh, whoa, whoa
Whoa, ooh, whoa, ooh, whoa,
Yeah, yeah

Get out, get out of my life
(Çık, çık git hayatımdan)
And let me sleep at night
(ve bırak da geceleri uyuyayım)
'Cause you don't really love me
You just keep me hangin' on

You say you still care for me but your heart and soul needs to be free
(Beni hala sevdiğini/benden hala hoşlandığını ama kalbinin ve ruhunun özgür olmak istediğini/birine bağlanmak istemediğini söylüyorsun)
(Diyorsun ki seni hala seviyorum/senden hala hoşlanıyorum ama kalbim ve ruhum özgür olmak istiyor/birine bağlanmak istemiyor)
And now that you've got your freedom you wanna still hold on to me
(Artık özgürsün, beni yine de bırakmak istemiyorsun)
You don't want me for yourself so let me find somebody else
(Beni kendin için/sevdiğin için istemiyorsun, öyleyse bırak da başka birini bulayım)

Set me free why don't cha babe
Get out my life why don't cha babe (ooh, ooh, ooh, ooh)
'Cause you don't really love me
You just keep me hangin' on

Why don't cha be a man about it and set me free (ooh, ooh, ooh, ooh)
(neden biraz erkek olup da/erkek gibi davranıp da beni özgür bırakmıyorsun)
Now you don't care a thing about me
(Artık bana hiç değer vermiyorsun)
You're just using me, hey, abusing me
(Beni sadece kullanıyorsun/benden sadece faydalanıyorsun, beni istismar ediyorsun)

Get out, get out of my life
And let me sleep at night (ooh, ooh, ooh, ooh)
'Cause you don't really love me
You just keep me hangin' on (ooh, ooh, ooh, ooh)
--------- -------
* to set someone free
= bir kimseyi serbest bırakmak/salmak/salıvermek/özgür kılmak/azat etmek, özgürlüğünü vermek, izin vermek, engel olmamak
- Well, you can tell Nan that she won't marry Peter Mallory with my consent. I'll never set her free to be another man's wife.
  (Nan'a de ki, Peter Mallory ile evlenmesine razı değilim. Bir başka adamın karısı olmasına asla izin vermeyeceğim.)
- If you love someone, set them free. If they come back, they're yours.
  (Birini seviyorsan, onu serbest/özgür bırak/gitmesine izin ver. Eğer dönerse/geri gelirse, o artık tamamen senindir.)

* don't cha
= don't you ifadesinin sokak/günlük konuşma biçimi/formu
- Don't cha wish your wife was rich like her?
  (Karının onun gibi zengin/variyetli olmasını istemez miydin?)

* to play with one's heart
= bir kimsenin duygularıyla oynamak
- I'm warning you, don't play with her heart.
  (Seni uyarıyorum, onun duygularıyla oynama.)

* to make a brand new start
= Yepyeni/taptaze bir başlangıç yapmak, yepyeni/tertemiz bir sayfa açmak
- It's never too late to make a brand new start.
  (Yepyeni bir başlangıç yapmak için hiçbir zaman çok geç değildir/kalmış sayılmazsın.)

* to get over someone
= birini unutmak, unutup geride bırakmak
- It took me five years to get over someone I don’t love. I can’t imagine how long it would take me to get over you.
  (Sevmediğim/aşık olmadığım birini unutmam beş yılımı aldı/beş yıl sürdü. Seni unutmam ne kadar sürerdi/kaç yılımı alırdı, düşünemmiyorum bile.)
- They say you don’t get over someone until you find someone or something better.
  (Derler ya daha iyi birini ya da birşey bulmadıkça birini unutamazmışsın.)
- So, is three years long enough to get over someone?
  (Peki, üç yıl birini unutmak için yeterli bir süre midir?)
- You'll never get over me.
  (Beni asla unutamayacaksın.)

* to break up
= ayrılmak, ilişkiyi bitirmek
- I don't want to break up with you.
  (Senden ayrılmak/ilişkimizin/beraberliğimizin bitmesini istemiyorum.)
- People don't just break up with each other out of nowhere.
  (İnsanlar durup dururken/ortada hiçbir şey yokken birbirlerinden ayrılmazlar.)
- We'll break up first thing tomorrow morning.
  (Yarın sabah ilk iş ayrılıyoruz.)
- She's just broken up with her boyfriend.
  (Erkek arkadaşından daha yeni ayrıldı/ayrılalı çok olmadı.)

* to care for someone
= hoşlanmak, sevmek, beğenmek
- She has never cared for me.
  (Beni hiçbir zaman sevmedi.)

* to hold on to someone/something
= bırakmamak, tutmak, kaybetmemek
- A mother can't hold on to her children for ever.
  (Bir anne çocuklarını asla bırakamaz/terk edemez.)

* to be a man
= erkek/adam/bir yetikin gibi hareket etmek
- I was wondering when he would be a man and marry that girl he knocked up.
  (Ne zaman adam/bir erkek gibi davranıp hamile bıraktığı kızla evlenecek merak ediyorum.)

29 Eylül 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 19

English Expressions & Phrases

to keep an/one's eye on (someone/something)

= to watch and pay attention to; to watch over; have an eye on; give an eye to;
   to look after;
   to supervise;

= dikkat etmek, göz kulak olmak, gözünü ayırmamak, gözü üstünde/üzerinde olmak
   bakmak, ilgilenmek, sahip çıkmak
   denetlemek, kontrol etmek, başında durmak, izlemek



* Can you keep an eye on my bag for me? I'll be right back.
  (Benim yerime çantama göz kulak olabilir misin? Hemen döneceğim/geleceğim/geliyorum.)

* A: Excuse me sir.
  (Afedersiniz/bakar mısınız bayım/beyfendi)
  B: Yes.
  (evet/buyrun)
  A: I have to go to the bathroom. Can you keep an eye on my suitcase for a minute?
  (Lavobaya gitmem gerekiyor. Bir dakikalığına çantama göz kulak olur musunuz?)
  B: No problem.
  (tabi, sorun değil)

* Susan is keeping an eye on her younger brother while her parents are away.
  (Susan anne babası yokken küçük erkek kardeşine göz kulak oluyor/onunla ilgileniyor.)

* Be careful what you do today. I'll be keeping an eye on you.
  (Bugünkü işlerini dikkatli yap. Gözüm üzerinde olacak/seni/yaptıklarını kontrol edeceğim.)

* I asked Mary to keep her eye on the dog.
  (Mary'den köpeğime bakmasını/köpeğimle ilgilenmesini/köpeğime göz kulak olmasını istedim/rica ettim.)

* Mark looks like an dangerous person. Always keep an eye on him.
  (Mark tehlikeli birine benziyor/pet tekin biri gibi durmuyor/gözükmüyor. Gözün daima onun üzerinde olsun/ona hep dikkat et.)

* Can you do me a favour and keep an eye on the children for me?
  (Bana bir iyilik yapar mısın, çocuklara benim yerime göz kulak olabilir misin/onlarla ilgilenebilir misin?)

* I keep my eye on the apple tree. When the apples ripen, I'll harvest them.
  (Gözüm elma ağacında. Elmalar olsun, onları toplayacağım.)

* The police kept an eye on the drunk people at the carnival.
  (Karnavalda polislerin gözü sarhoş insanların üzerindeydi.)
  (Polisler karnavalda taşkınlık yapmasınlar diye sarhoş insanlara yakın durdular, onlara çok dikkat ettiler.)


* Keep your eye on the road.
  (Gözünü yoldan ayırma/ dikkatini yola ver.)

* When you play tennis, you have to keep a close eye on the ball.
  (Tenis oynarken tüm dikkatini topa vermelisin/gözünü toptan asla ayırmamalısın/sadece topa odaklanmalısın.)

* The best way to overcome obstacles is to keep your eyes on the goal.
  (Engelleri aşmanın en iyi yolu tüm dikkatini hedefe vermektir/hedefe odaklanmaktır.)

* I've been putting on a lot of weight. I need to keep an eye on what I eat.
  (Çok kilo almışım. Yediklerime dikkat etmem gerekiyor.)

* The teachers were keeping an eye on him during the test because they thought he might cheat.
  (Kopya çekebilir diye düşündükleri için sınav boyunca öğretmenlerinin gözü onun üzerinde oluyordu/öğretmenleri ona çok dikkat ediyordu.)

* Keep an eye on the potatoes please! I have to go to the toilet.
  (Gözün patateslerde olsun lütfen! Tuvalate gitmem lazım.)

* She keeps an eye on sales fliers because she doesn't want to miss any sales.
  (İndirimleri kaçırmak istemediğinden indirim ilanlarına çok dikkat eder.)

* I'm so late, sorry. I didn't keep my eye on the time.
  (Çok geciktim, özür dilerim. Saate dikkat edemedim/saatin farkına varmadım.)

* Investors are keeping an eye on oil prices.
  (Yatırımcıların gözü petrol fiyatlarının üzerinde.)
  (Yatırımcılar petrol fiyatlarındaki gelişmeleri çok dikkatlice/yakından takip ediyorlar.)


* 3 Sites You Need To Keep An Eye On
  (Takip etmeniz gereken üç site/internet sitesi/web sayfası)
  (Her gün ziyaret etmeniz/yakından izlemeniz gereken üç internet sitesi/web sayfası)

* This application lets you keep an eye on your children through their phone.
  (Bu uygulama ile telefonları vasıtasıyla çocuklarınızı takip/kontrol edebiliyorsunuz.)

* Can you keep an eye on my daughter while I go get the car?
  (Arabayı getirirken kızıma bakar mısınız/göz kulak olur musunuz?)

* Don't worry about your luggage. I'll keep an eye on it.
  (Valizini dert/merak etme/düşünme sen, onunla ben ilgilenirim/ ona göz kulak olurum/ona sahip çıkarım.)

* Keep an eye on workplace visitors!
  (İşyeriniz ziyaretçilerini/işyerinize gelen insanları takip edin/denetleyin/kontrol edin.)


* Keep an eye on what your kids are seeing online.
  (Çocuklarınızın internette neler yaptığına dikkat edin/neler yaptığını gözleyin.)

* There are all kinds of people walking down the streets. We should always keep an eye on our children.
  (Sokaklarda dolaşan bin/her türlü insan var. Çocuklarımıza daima göz kulak olmalıyız.)

* Keep your eye on the ball!
  (Gözünü toptan ayırma/tüm dikkatini topa ver.)

* Keep an eye on your healt.
  (Sağlığına dikkat et.)

* I am keeping an eye on the pot to make sure the stew does not burn.
  (Yahni/güveç yanmasın diye gözümü tencereden ayırmıyorum.)
------ --------

- Mom, when I was little, did you let me climb on the furniture like Wren does?
    (Anne, küçükken Wren gibi mobilyalara çıkmama/tırmanmama izin veriyor muydun/bir şey demiyor muydun?)
  - Well, no.
    (Hayır, izin vermiyordum)
    You have to remember, you were my only baby then, so I devoted every moment to your needs and entertainment.
    (Unutma ki o zamanlar sen benim biricik bebeğimdin/tek çocuğumdun, bu yüzden bütün vaktimi senin bakımına ve eğlencene ayırmıştım.)
    Then when Hammie came along, things got a little more complicated, and you actually helped me keep an eye on him.
    (Sonra Hammie dünyaya gelince, işler biraz daha fazla karmaşıklaştı/zorlaştı, ve sen onunla ilgilenmemde bana yardımcı oldun.)
    And now that Wren is here, I count on you and Hammie to help me keep her out of danger.
    (Ve şimdi de Wren var/geldi, onu tehlikelerden uzak tutmamda/gözetleyip kollamamda bana yardımcı olmanızı bekliyorum.)
  - Really?
    (Gerçekten mi?)
  - You bet!
    (Kesinlikle/emin olabilirsin)
    wow!
    Good news Wren! We're here to protect you.
    (Sana iyi haberlerim var/müjde Wren! Seni korumakla görevliyiz.)
  - I don't think she can hear you way up there.
    (Yukarıdan/tepeden seni duyacağını sanmıyorum)
----------- ---------


--------------  ---------------
Keep an eye on deyimiyle ilgili aşağıdaki linklerden de faydalanabilirsiniz.

link 1
link 2

link 3

link 4

27 Eylül 2014 Cumartesi

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 2

Learning English with Songs

Someone Like You  / Adele



I heard that you're settled down
(Duydum ki durulmuşsun)

That you found a girl and you're married now
(Birini bulmuş ve artık evliymişsin.)
I heard that your dreams came true
(Duydum ki hayallerin gerçek olmuş/gerçekleşmiş/çok mutluymuşsun)
Guess she gave you things I didn't give to you
(Galiba o kız benim veremediğim şeyleri verdi sana/bende bulamadığın şeyleri buldun onda/o kızda)


Old friend, why are you so shy?
(Eski dostum, niye bu kadar tedirgin/rahatsız oldun?)(benden/beni gördüğün için)
It ain't like you to hold back or hide from the light/lie
(Gerçekleri gizlemek/söylememek ya da gerçeklerden kaçmak... bunlar sana göre şeyler değil/sen böyle biri değilsin)

I hate to turn up out of the blue, uninvited
(Böyle habersizce/pat diye, davetsiz bir şekilde çıkıp gelmek hoşuma gitmiyor)
But I couldn't stay away, I couldn't fight it
(ama senden uzak kalamadım/senden uzak olmak çok ağır geldi bana, duygularıma/seni görme arzuma karşı koyamadım)
I had hoped you'd see my face and that you'd be reminded
(yüzümü görmenin senin aklına getirmesini ummuştum)/(yüzümü görürsen anlarsın diye ummuştum)
That for me, it isn't over
(bu aşkın benim için hala bitmediğini/seni hala sevdiğimi)

Never mind, I'll find someone like you
(sağlık olsun/zararı yok/mühim değil, senin gibi birisini bulurum/(dışarıda senin gibi bir sürü erkek var)
I wish nothing but the best for you, too
(Herşeyin gönlünce olmasından/iyi/mutlu olmandan başka bir dileğim de yok.)
Don't forget me, I beg, I remember you said
(Beni/yaşadığımız güzel anları unutma lütfen/ne olur, hatırlıyorum demiştin ki)
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead
(aşk bazen sürer/devam eder, ama bazen de biter ve yerine acı/aşk acısı/kırık bir kalp bırakır)
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead, yeah
(evet/doğruymuş, aşk bazen sürüyor ama bitince de yerine acı bırakıyormuş.)

You know how the time flies
(sen de biliyorsun/görüyorsun zaman nasıl da hızla geçiyor/uçup/akıp gidiyor)
Only yesterday was the time of our lives
(Daha dün gibi birlikte geçirdiğimiz güzel günlerimiz)(bu geçen zamanda sadece birlikte olduğumuz dönem hayatlarımızın en güzel dönemiydi)
We were born and raised in a summer haze
(Bir yaz pusunda ilişkimiz başlayıp gelişmiş/ilerlemişti.)
Bound by the surprise of our glory days
(O hayatımızın en güzel dönemimin sürprizi bizi buluşturmuştu)

I hate to turn up out of the blue, uninvited
But I couldn't stay away, I couldn't fight it
I had hoped you'd see my face and that you'd be reminded
That for me, it isn't over

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you, too
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead, yeah

Nothing compares, no worries or cares
(Seninle yaşadığımızı hiçbirşeyle kıyaslayamam, ne endişe ne de kaygı duyuyorum)
Regrets and mistakes, they're memories made
(pişmanlıklar ve hatalardır hatıraları meydana getiren)
Who would have known how bittersweet this would taste?
(Yaşadıklarımızın acı tatlı/buruk bir tat bırakacağını kim bilebilirdi ki?)

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead

Never mind, I'll find someone like you
I wish nothing but the best for you, too
Don't forget me, I beg, I remember you said
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead
Sometimes it lasts in love, but sometimes it hurts instead

----- -------
* I heard that .....
= Duydum ki ...., .....ğını duydum, ...den haberim var
- I heard that you teach piano?
  (Piyano dersi verdiğinizi duydum/ piyano dersi veriyormuşsunuz.)
- I heard that you like the bad girls.
  (Duydum ki ahlaksız kızlardan hoşlanıyormuşsun.)

* to settle down
= durulmak, daha sakin/düzenli bir hayat yaşamaya başlamak
- Are you ever going to settle down and get married?
  (Durulup/daha sakin bir hayat yaşayıp evlenecek misin?)
- He settled down as a farmer with a family.
  (Çocuklu bir çiftçi olarak daha düzenli bir hayat yaşamaya başladı.)

* to come true
= gerçekleşmek, gerçek olmak
- lf this dream comes true, it could change the destiny of the world.
  (Eğer bu hayal gerçekleşirse, dünyanın kaderini değiştirebilir.)
- May all your wishes come true, happy birthday!
 (Bütün dileklerinin gerçekleşmesi dileğiyle, doğum günün kutlu olsun.)

* ain't
= informal kısaltma... am not, is not, are not, has not, have not sözcüklerinin kısa biçimi. Kullanıldığı cümleyi olumsuz yapar.
- You ain't met him yet. (You haven't met him yet.)
  (Daha/henüz onunla tanışmadın.)
- You ain't angry at me, are you? (You aren't angry at me, are you?)
  (Bana kızgın değilsin, değil mi?)
- I ain't gonna cry anymore. (I'm not going to cry anymore.)
  (Artık gözyaşı dökmeyeceğim/ağlamayacağım.)

* turn up
= gelmek, ortaya çıkmak, görünmek, çıkagelmek, çıkıp gelmek
- There is no need to book – just turn up on the night.
  (Rezervasyona gerek yok. Gece herhangi bir saatte gelebilirsiniz.)
- She didn't TURN UP for class today.
  (Bugün sınıfa/derse gelmedi/sınıfta/derste yoktu/görünmedi.)

* out of the blue
= ansızın, durup dururken, beklenmedik/umulmadık bir anda/zamanda/şekilde, pat diye, damdan düşer gibi
- He turned up four years ago out of the blue.
  (Dört yıl önce birden bire ortaya çıkıverdi.)
- Her brother showed up at the wedding out of the blue.
  (Kardeşi düğünde beklenmedik bir anda ortaya çıkıverdi.)

* stay away
= uzak durmak/kalmak
- Stay away from my daughter!
  (Kızımdan uzak dur!)
- I am so fond of you that I could not stay away from you for more than a week.
  (Sana o kadar çok tutulmuşum ki bir haftadan fazla senden uzak kalamadım/duramadım.)

* nothing but
= ...dan hariç/başka hiçbir şey, sırf, yalnızca, sadece, bir tek
- I can feel nothing but gravity.
  (Sadece yerçekimini hissediyorum/yerçekiminden başka hiçbir şey hissetmiyorum.)
- Jane drinks nothing but milk.
  (Jane sütten başka bir şey içmez/sadece süt içer.)
- We could see nothing but fog.
  (Sisten başka birşey göremiyorduk/sisten hiçbir şey görünmüyordu.)

* instead
= yerine
- I don´t have any coffee at the moment. Do you want a cup of tea instead?
  (Şu anda hiç kahvem kalmadı/yok. Onun/kahve yerine bir fincan çay ister misiniz/vereyim mi/getireyim mi?)
- I have to go to the doctor´s tomorrow morning so I can´t go to the meeting. Can you go instead?
  (Yarın sabah doktora gitmem gerekiyor, bu yüzden toplantıya gidemeyeceğim. Benim yerime sen gidebilir misin?)

* the time of one's life
= hayatının en güzel dönemi/zamanı, güzel/harika/unutulmayacak vakit/zaman
- Many people say college was the time of their lives.
  (Birçok kimse üniversite yıllarının hayatlarının en güzel dönemi/yılları olduğunu söyler.)
- My cousin had the time of her life when she went to Rome last summer.
  (Kuzenim geçen yaz Roma'ya gittiğinde hayatının en güzel günlerini geçirdi/çok eğlendi/çok güzel vakit geçirdi.)

* glory days
= bir kimsenin yaşamının en güzel/iyi dönemi/yılları
- an athlete trying to relive his glory days
  (en iyi dönemini tekrar yaşamaya çalışan bir sporcu)
- Our glory days are over.
  (En iyi dönemlerimiz geride kaldı.)

26 Eylül 2014 Cuma

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 1

Learning English with Songs

If You Ever Had A Broken Heart  / Jayne Collins



You walked up to me and asked for a dance
(Yanıma gelip dans edelim mi diye sormuştun/dans etmeyi teklif etmiştin)
Tried to make me smile, but no chance!
(Beni gülümsetmeye çalışmıştın ama ne mümkün/imkanı yoktu)
You were so kind, spent all your time,
(çok naziktin/iyiydin, tüm vaktini benimle geçirdin)
And listen patiently to my misery...
(ve sabırla/bıkmadan derdimi dinledin) (bıkmadan derdimi dinleyerek)

I don't know what made me stay - for so long.
(beni orada o kadar uzun süre tutan şey neydi bilmiyorum/neden yanında o kadar uzun kaldım hala anlamış değilim)
When I trusted you, was I wrong?
(sana güvenmem hata mıydı)
You took me home, we sat there till dawn
(beni eve götürmüştün, orada gün doğana kadar oturmuştuk)
I kissed you goodbye - I guess you know why.
(Sana veda/hoşçakal öpücüğü vermiştim, sanırım biliyorsun nedenini.)

If you ever had a broken heart,
(Eğer hiç/daha önce aşk acısı yaşadıysan) (Eğer birgün kalbin kırılırsa/aşk acısı yaşarsan)
Then you'll understand.
(o halde anlarsın beni/halimi) (o zaman anlayacaksın.)
I can't let a new love start
(Yeni bir aşkın başlamasına izin veremem/yeni bir aşka hazır değilim)
It's not fair to pretend.
(öyle değilmiş gibi davranırsam sana haksızlık etmiş olurum.)

If you ever had a broken heart,
(Eğer hiç aşk acısı yaşadıysan)
You know it takes time.
(Bilirsin, iyileşmen zaman alır.)(bilirsin normale dönebilmek için zamana ihtiyacın vardır.)
And here comes the hardest part:
(işin en zor/acı tarafı ise şu:)
He's still on my mind!
(O hala aklımda/hala onu düşünüyorum)

I don't blame you if you say, you can't wait.
(Eğer bekleyemem dersen, seni suçlayamamam/sana diyecek sözüm olamaz.)
If you're not my love, there's no date!
(Sevmediğim/birşeyler hissetmediğim biriyle çıkamam.)
No guarantee for you and me,
(İkimiz hakkında sana ilerisi için garanti veremem/kesin birşey diyemem)
Though i enjoy your company...
(her ne kadar arkadaşlığından hoşlansam da)

If you ever had a broken heart,
Then you'll understand.
I can't let a new love start
It's not fair to pretend.

If you ever had a broken heart,
You know it takes time.
And here comes the hardest part:
He's still on my mind!
----- -------
* to walk up (to someone)
= birine doğru yürüyerek yaklaşmak/yürüyerek birinin yanına gelmek/gitmek
- I walked up to the manager and told him my problem.
  (Müdürün yanına gidip sorunumu anlattım.)
- Eric walked up to the door and rang the bell.
  (Eric kapıya doğru yürüyüp zili çaldı/zile bastı.)
- He walked up to me and told me how much he enjoyed my presentation.
  (Yanıma gelip sunumumu ne kadar çok beğendiğini anlattı/söyledi.)
- A stranger walked up and asked me the way to the beach.
  (Bir yabancı gelip bana plaj yolunu/plaja nasıl gidildiğini sordu.

* to ask someone for a dance
= dans teklifinde bulunmak, beraber dans etmeyi teklif etmek, dans edelim mi demek/diye sormak, benimle dans eder misin demek/diye sormak, dansa davet etmek, dansa kaldırmak
- How do I ask for a dance?
  (Dans teklifi nasıl ederim/edilir/ nasıl dansa kaldırırım/dansa nasıl kaldırılır?)
- Here people go to a person and ask for a dance.
  (Burada insanlar kişinin yanına gidip dans teklifinde bulunur.)
- How do you ask for a dance in French?
  (Fransızca'da dans teklifi nasıl yapılır?)

* to try to make someone smile
= bir kimseyi gülümsetmeye/güldürmeye çalışmak/uğraşmak
- Thank you for trying to make me smile.
  (Beni gülümsetmeye çalıştığın için teşekkürler.)
- What' s making you smile?
  (Sizi gülümseten nedir/neye gülüyorsun?
- I think you need someone to make you smile.
  (Bence seni gülümsetecek birine ihtiyacın var.)

* to spend one's time
= vaktini harcamak/geçirmek/ayırmak
- I want to spend my time with my children.
  (Vaktimi/zamanımı çocuklarımla geçirmek istiyorum/vaktimi çocuklarıma ayırmak istiyorum.)
- I'd like to spend all my time with you.
  (Bütün vaktimi seninle geçirmek istiyorum/Hep seninle birlikte olmak istiyorum.)

* to listen patiently to one's misery
= sabırla/bıkmadan bir kimsenin derdini/sıkıntısını dinlemek
- I don't have friends who will listen to my misery.
  (Derdimi/sıkıntımı dinleyecek dostlarım yok/derdimi anlatacağım dostlarım/arkadaşlarım yok.)

* to make someone stay
= birini tutmak, kalmasını sağlamak/kalmaya ikna etmek/zorlamak
- I'm going. You can't make me stay.
  (Ben gidiyorum. Beni burada tutamazsınız/gitmeme engel olamazsınız/kalmamı sağlayamazsınız)
- I can't make you stay.
  (Seni kalmaya zorlayamam/kalman için seni zorlayamam.)

* to take someone home
= bir kimseyi eve götürmek/bırakmak
- Why don't you take the boys home?
  (Neden çocukları eve götürmüyorsun?/çocukları eve götürsene!)
- Then I'll take you home.
  (Sonra seni eve bırakırım.)

* to take time
= zaman/vakit almak, sürmek
- that may take some time.
  (biraz zaman alabilir.)

25 Eylül 2014 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 18

English Expressions & Phrases

at (the) most

= at the maximum, at the outside, not more than

= en fazla, en çok, azami, olsa olsa, taş çatlasa, ..den çok/fazla değil


* This car is too expensive for me. I can spend $7.000 at the most.
  (Bu araba benim için çok pahalı/bu araba beni aşar. Ben en fazla yedi bin dolar harcayabilirim/benden olsa olsa yedi bin dolar çıkar.)

* That girl is four at the most.
  (Şu/o kız en fazla/olsa olsa/taş çatlasa dört yaşındadır.)

* She'll be finished in two weeks at the most.
  (En fazla iki hafta içinde bitirmiş olacak/bitirecek.)

* It'll take two weeks at the most.
  (En fazla/taş çatlasa iki hafta sürer/iki haftamızı alır.)

* At most the chef uses a tiny bit of pepper.
  (Şef/aşçı bir tutamdan fazla acı biber kullanmıyor.)

* Typically, these visitors spend a day and a half at the most to see the Belgrade Fortress, Tito 's tomb, the seat of the Karadjordjevic dynasty in Oplenac, and the monasteries of Fruska Gora.
  (Genellikle turistler Belgrad Kalesini, Tito’nun mezarını, Karacorceviç hanedanın Oplenac’taki evini ve Fruska Gora’daki manastırları görmek için en fazla/azami bir buçuk gün harcıyorlar.)

* The wedding hall is small, so we can invite 30 people at the most to our wedding.
  (Düğün salonu küçük/büyük değil, bu yüzden düğünümüze en fazla/azami otuz kişi davet edebiliriz/çağırabiliriz.)

* The walk took four minutes at the most.
  (Yürüyüş en fazla dört dakika sürdü/dört dakikadan çok sürmedi.)

* I can play tennis for an hour at the most. After one hour, I feel tired.
  (En fazla bir saat tenis oynayabiliyorum. Bir saatten sonra yoruluyorum/halim kalmıyor.)

24 Eylül 2014 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 17

English Expressions & Phrases

hand in

= (to someone) give, turn in
  to give something to a person in authority/responsible person
  to return or submit (something, such as an examination paper, homework, report)

= teslim etmek, elden vermek
  sunmak


* Madam, the law is clear. You have to hand in every object you're carrying. Those gentlemen weren't carrying anything.
  (Hanımefendi, kural/yasa açık/net. Elinizde taşıdığınız her nesneyi teslim etmeniz gerekiyor. Bu beylerin ellerinde birşey yoktu.)

* When the report is ready, please hand it in to the manager.
  (Rapor hazır olduğu zaman lütfen onu müdüre teslim ediniz.)

* He found a wallet and handed it in to the police.
  (Bir cüzdan buldu ve onu polise teslim etti.)

* Please hand in your keys when you leave the hotel.
  (Lütfen otelden ayrılmadan önce anahtarlarınızı teslim ediniz/bırakınız.)

* All essays must be handed in by Tuesday.
  (Tüm ödevlerin Salı gününe kadar teslim edilmesi gerekiyor.)

* Yesterday morning the minister handed in his resignation.
  (Dün sabah bakan istifasını teslim etti/sundu.) (başbakana/başkana vb)

* I've decided to hand in my resignation.
  (İstifamı sunmaya/istifa edeceğimi söylemeye karar verdim.) (Patrona, müdüre vb)

* Teachers are asked to hand in their exam results next week.
  (Öğretmenlerden sınav sonuçlarını gelecek hafta vermeleri/teslim etmeleri/ulaştırmaları istendi/talep edildi.)

* Have you handed your history essay in yet?
  (Tarih ödevini daha/henüz teslim etmedin mi?)

* At exactly ten o’ clock the teacher told us to hand in the essays.
  (Saat tam onda öğretmenimiz deneme yazılarını/makaleleri teslim etmemizi söyledi.)

* I forgot to hand in my test paper.
  (Sınav kağıdımı teslim etmeyi unuttum.)

* I handed my homework in late as usual.
  (Her zamanki gibi ödevimi geç teslim ettim.)

* What would you say to a member of your staff who always handed his work in late?
  (İşini hep geç teslim eden bir personelinize/çalışanınıza/elemanınıza ne söylerdiniz?)

* He handed in his foreign currency at the frontier customs.
  (Yabancı parasını/dövizini sınır/hudut gümrüğünde teslim etti/ibraz etti.)

* All application forms must be handed in before the end of the month.
  (Tüm başvuru formları/belgeleri ay sonuna kadar/ay sonundan önce teslim edilmelidir/edilmek zorundadır.)

* “Hand in your homework, please” , said the teacher.
  (Öğretmen "Lütfen ödevlerinizi alayım/getirin/teslim edin" dedi.)

* Before the exam you have to hand in all the books and notes to the supervisors.
  (Sınav başlamadan önce bütün kitap ve notların gözetmenlere/denetmenlere teslim edilmesi gerekmektedir.)

* Those who have finished can now hand in their tests.
  (Bitiren kişiler şimdi/artık sınav kağıtlarını teslim edebilirler.)

* At the airport you have to hand in your luggage to the inspector.
  (Havaalanında bagajınızı/valizinizi kontrol memuruna teslim etmeniz gerekmektedir.)

* Please hand in your completed assignment.
  (Lütfen bitirdiğiniz ödevleri teslim ediniz.)

* The students handed in their papers and left the room.
  (Öğrenciler sınav kağıtlarını teslim edip sınıftan çıktılar.)

* I have to hand in the application before the deadline.
  (Son müracaat tarihinden önce başvurumu teslim etmem gerekiyor.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 16

English Expressions & Phrases

call up

= to phone, to telephone, to call someone/somewhere on the telephone

= telefon etmek, telefonla aramak

 
* He called me up in the middle of the night to say he was sorry.
  (Gecenin yarısında özür dilemek için beni aradı.)

* Many people called us up to congratulate us.
  (Tebrik etmek/kutlamak için birçok insan/kimse bizi aradı.)

* Call me up tomorrow if you have any news.
  (Bir haber alırsan yarın beni ara/ararsın.)

* If you‘re so anxious to find out what happened, just call him up and ask!
  (Ne olduğunu öğrenmeye çok meraklıysan, ona telefon aç/onu ara ve sor!)

* I‘ll call you up tomorrow.
  (Yarın seni arayacağım/ararım.)

* Nancy had called up to invite him.
  (Nancy onu davet etmek için aradı/aramış)

* I called him up as soon as I got to a phone to tell him the news.
  (Olanları anlatmak için bir telefon bulur bulmaz onu aradım.)

* I have a list of people to call up in the morning.
  (Sabah arayacağım/telefon edeceğim bir liste insan var.)

* He may have even called up Katy to help console her, but that doesn't mean they hooked up.
  (Belki teselli olmasına yardımcı olsun diye Katy'yi aramış bile olabilir ama bu onların birlikte olduğu/çıktıkları anlamına gelmez/çıktıklarını göstermez.)

* I called up Customer Care again and they promised me a free replacement by tomorrow evening.
  (Müşteri hizmetlerini tekrar/yine aradım, bana yarın akşama kadar ücretsiz/bedelsiz değişim yapacakları sözünü verdiler.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 15

English Expressions & Phrases

move over

= change the place or move to the other side in order to make room for someone else to pass or sit or stand
  budge up
 
= kenara çekilmek, kenara/yana kaymak
  yer açmak, yer vermek, kaymak, ilerlemek


* Move over! I'm his mother. If what you're doing here is illegal, I'm calling your own mother up, too.
  (Çekil önümden. Ben onun annesiyim. Eğer burada yasal olmayan birşey yapıyorsanız, senin de annei arayacağım/telefon açıp ona söyleyeceğim/anlatacağım)

* This man needs to get to hospital right away! Move over and let us pass!
  (Bu adamın acilen/hemen hastaneye gitmesi gerekiyor. Çekilin de/yol verin de geçelim.)

* Move over, I want to sit here, right next to you.
  (Kay yana, buraya, hemen yanına/yanıbaşına oturmak istiyorum.)

* Everyone moved over to let the injured man pass.
  (Yaralı adamın geçebilmesi için herkes kenara çekildi/yol verdi.)

* I thought there was no seat for me but then everyone moved over one seat and I could sit too.
  (Oturabileceğim koltuk/yer yok zannetmiştim/diye düşünmüştüm fakat sonra herkes birer koltuk kaydı da ben de oturabildim.)
 
* If you move over a bit we can all sit together.
  (Biraz kayarsanız hepimiz birlikte oturabiliriz.)

* Move over and let me drive.
  (Yana geç/kay, ben süreyim.)

* The rude man refused to move over to let me pass.
  (Kaba adam kenara çekilip geçmeme müsaade etmedi/izin vermedi.)

* I want to sit on the sofa too. Can you move over?
  (Kanepeye ben de oturmak istiyorum. Yer açabilir misiniz/kenara kayabilir misiniz?)

* Can you move over? I would like to sit on that bench too.
  (Kayabilir misiniz? Kanepeye ben de oturmak istiyorum.)

* Can you move over so that my grandmother can sit down?
  (Kenara kayabilir misiniz, ananem otursun?

* If you move over a bit, I can sit down too.
  (Biraz kayabilirseniz ben de oturabilirim.)

* Why are you sitting on that side of the sofa? Move over next to me!
  (Kanepenin niye o başına oturuyorsun? Yanıma kay/gel.)

* The flowers on the table are pretty, but can you please move them over? I can’t see everyone!
  (Masadaki çiçekler çok güzeller fakat onları kenara çekebilir misin? Herkesi göremiyorum.)

* Move over to the right so that I can fit you all in the photograph.
  (Sağa kayın da hepinizi fotoğrafa alabileyim/sığdırabileyim.)

* After I got on the bus, a boy on the back seat moved over so I could sit down.
  (Otobüse bindikten sonra arka koltuktaki bir çocuk/genç oturabileyim diye bana yer verdi/açtı.)

* Move over. I need some space.
  (Kay kenara. Sıkıştım.)

* Please move over. Part of this space is mine.
  (Lütfen kenara kayın. Bu kısım benim yerim.)

23 Eylül 2014 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 14

English Expressions & Phrases

can't take it anymore

= can not endure it any longer, can not suffer it anymore

= daha fazla/artık dayanamamak/katlanamamak/tahammül edememek

I can't take it/this anymore

= exclamation used by those caught up in something unbearable.
  I can't bear
  I have had enough
  I have reached the limit of my patience/tolerance
  I can't tolerate it anymore
  I'm not going to put up with it any longer

= Buna daha fazla katlanamayacağım, dayanamayacağım artık, dayanamıyorum/katlanamıyorum artık, bunu kaldıramıyorum artık, bunu daha fazla kaldıramayacağım,
  canıma tak etti artık
  daha fazla duramayacağım/sabredemeyeceğim


* I’m mad as hell and I can’t take it anymore!
 (Çok sinirliyim/sinirlendim, artık dayanamıyorum.)

* I'm not going to take it anymore. I've had enough of your insults. I quit!
  (Daha fazla dayanamayacağım. Hakaretlerinden bıktım/usandım. İstifa ediyorum/ayrılıyorum.)

* After three hours of listening to the chemistry teacher's lecture on the nature of farts, a student cried out, "I can't take it anymore!"
  (Kimya hocasının yellenmenin niteliği hakkındaki/konulu konferansını üç saat dinledikten sonra bir öğrenci çığlığı bastı: "Daha fazla dayanamayacağım")

* I decided that I could not take it anymore, so I decided to confront him with the situation but he had fallen asleep.
  (Buna/bu duruma daha fazla katlanamayacağımı/dayanamayacağımı anladım ve ona durumu/meseleyi anlatmaya karar verdim ama o uyuya kalmıştı.)

***
I can't take it anymore ifadesiyle ilgili aşağıdaki linklerden faydalanabilirsiniz.
link1
link2

İngilizce Deyimler ve İfadeler 13

English Expressions & Phrases

chin up

= don't be sad!, don't worry!, be positive!, be happy!, cheer up!
  something that you say to someone in a difficult situation in order to encourage them to be brave and to try not to be sad

= üzülme, metin ol, enseyi karartma, olumlu düşün, pozitif ol, korkma, cesur ol
  neşelen, yüzün gülsün, gülümse, somurtma, sıkma canını, takma kafana, kafanı takma

keep one's chin up

= remain cheerful in a difficult situation
  wish someone confidence in a difficult situation
  offer encouragement
  keep one's spirits high; keep a stiff upper lip
  hang in there!

= başını dik tutmak, metin olmak, cesur davranmak, metanetini korumak
  moralini bozmamak, moralini yüksek tutmak
 


* Chin up Mike. I'm sure you'll find a job soon.
  (Üzülme Mike. Eminim çok yakında bir iş bulacaksın.)

* Chin up, it’s your birthday.
  (Yüzün gülsün, bu senin doğum günün.)

* Chin up, you'll feel better after a few days' rest.
  (Sıkma canını, birkaç günlük istirahatten sonra daha iyi hissedeceksin/olacaksın.)

* Don't be sad Maria. Be positive. Chin up.
  (Üzülme Maria. Olumlu düşün. Neşelen/yüzün gülsün.)

* Chin up! It'll soon be the weekend.
  (Gülümse/neşelen hadi! Haftasonuna çok az kaldı.

* Keep your chin up and things will get better soon.
  (Moralini bozma, herşey yakında daha iyi olacak.)

* Keep your chin up, we’re not lost yet.
  (Başınızı dik tutun, daha henüz kaybetmedik/yenilmedik.)

* A: I don't know if I can take it anymore. First my car broke down. Then I was late for work. And now my boss is mad at me for being late.
  (Daha fazla dayanabilir miyim bilmiyorum. Önce arabam bozuldu. Ardından işe geç kaldım. Ve şimdi de patronum geç geldiğim için bana kızgın/öfkeli.)
  B: You'll have a better day tomorrow, just keep your chin up.
  (Yarın daha güzel bir gün geçirirsin/herşey düzelir/yoluna girer, sen yeter ki moralini bozma/metanetini koru.)

* Just keep your chin up and tell the judge exactly what happened.
  (Metanetini kaybetme/koru ve hakime tam olarak neler olduğunu/yaşandığını anlat.)

* Don't let the loan officer intimidate you; keep your chin up.
  (Kredi memurunun senin gözünü korkutmasına izin verme, başını dik tut/cesaretini kaybetme.)

* A: Medical school is so difficult. I think I'm going to quit.
  (Tıp fakültesi çok zor bir bölüm. Sanırım okulu bırakacağım.)
  B: Don't quit, my friend. Keep your chin up! You will be sorry if you quit.
  (Okulu bırakma dostum. Enseyi karartma/salma kendini. Okulu bırakırsan pişman olursun.)

* I kept my chin up and my life improved.
  (Moralimi yüksek tuttum/pozitif olmaya/düşünmeye çalıştım, yaşamım iyileşti/yaşamımın kalitesi arttı.)

* He keeps his chin up when everyone around him is downhearted.
  (Etrafındaki herkesin morali bozukken o moralini yüksek tutmaya çalışır.)

* She keeps her chin up because she is an optimist.
  (İyimser biri olduğu için hep metanetini korur.)

* I was planning to divorce my husband, but I kept my chin up and kept trying to make it work. Now we are happily married.
  (Kocamdan boşanmayı düşünüyordum fakat metanetimi korudum/dişimi sıktım ve evliliğin sürmesi/devam etmesi için çabaladım. Şimdi mutlu bir evliliğimiz var.)

***
Chin up deyimiyle ilgili olarak aşağıdaki linklerden faydalanmanızı şiddetle tavsiye ederim.
link 1
link 2
link 3
link 4
link 5

22 Eylül 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 12

English Expressions & Phrases

be bored out of one's mind (skull/brain/gourd/tree)

= to be very/extremely bored;
  bored stiff; bored to death

= çok sıkılmak, sıkıntıdan patlamak/çatlamak


* I've absolutely nothing to do and I'm bored out of my mind.
  (Yapacak hiçbir şeyim/işim yok, çok sıkıldım.)

* I did nothing last night. I was bored out of my mind, so I sat on the sofa all night.
  (Dün gece hiçbir şey yapmadım. Sıkıntıdan patladım, öylece bütün gece kanepede oturdum.)

* You live in that apartment on your own? You must be bored out of your mind living there.
  (O dairede tek başınıza mı yaşıyorsunuz? Orada yaşamaktan çok sıkılıyor olmalısınız.)

* I'm bored out of my mind. I think I'll go for a walk around the city.
  (Sıkıntıdan patlayacağım. Şöyle bir şehri dolaşmayı düşünüyorum/dolaşmaya niyetim var.)

* The little boy was bored out of his mind and wanted to go home.
  (Küçük çocuk çok sıkılmıştı ve eve gitmek istiyordu.

* Mark's English lessons are so boring. I'm always bored out of mind during his class.
  (Mark'ın İngilizce dersleri çok sıkıcı oluyor/geçiyor. Onun derslerinde her zaman çok sıkılıyorum.)

* When will this lesson end? I'm bored out of mind here.
  (Bu ders ne zaman bitecek? Burada sıkıntıdan patlayacağım/patladım.)

* I was bored out of my mind when I went to Jeny's party.
  (Jeny'nin partisinde çok sıkıldım/sıkıntıdan patladım.)

* No no, keep talking. I always look bored out of my mind.
  (Hayır hayır konuşmaya devam et. Ben her zaman böyle çok sıkılmış görünürüm/görünüyorum/duruyorum.)

* Martin tells me he's bored out of his mind. He needs something to do.
  (Martin bana çok sıkıldığından bahsediyor. Yapacak/uğraşacak/meşgul olacak birşeylere ihtiyacı var.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 11

English Expressions & Phrases

call it a day
 
= to quit work and go home; to say that a day's work has been completed
  to stop doing something, especially working
  to retire

= paydos etmek/yapmak; mesaiyi/çalışmayı bitirmek; çalışmaya son vermek
  bugünlük bu kadar (yeter)/burada bırakalım demek; paydos! demek
  (işi vb) yapmayı sonraya bırakmak, sonra yapmaya devam etmek üzere işi vb. bugünlük bitirmek/sonlandırmak
  dinlenmeye çekilmek, emekliye ayrılmak, çalışmayı bırakmak, kenara çekilmek
 

* It's almost midnight - let's call it a day.
  (Neredeyse gece yarısı oldu/olacak. Bugünlük bu kadar!/paydos edelim.)

* We are very tired. It's time to call it a day.
  (Çok yorgunuz/yorulduk. Paydos etme zamanı.)

* Let's call it a day. I'm too tired to continue working.
  (Paydos edelim/bugünlük bu kadar yeter. Çalışmaya devam edemeyecek kadar yorgunum/yoruldum.)

* We can't continue working without Mike, so let's call it a day.
  (Mike olmadan çalışmaya devam edemeyiz, o yüzden paydos edelim.)

* We can't discuss this problem further without Jack, so let's call it a day.
  (Jack olmadan bu bu problemi daha fazla tartışamayız, bu yüzden bu tartışmayı bitirelim)
  (sonra/Jack varken devam etmek üzere şimdi/bugünlük tartışmayı bitirelim)


* It's already nine o'clock. Let's call it a day.
  (Saat dokuz olmuş. Paydos edelim.)

* A: How much more work do we have for tonight?
  (Bu akşam daha ne kadar çalışmamız gerekiyor?)
  B: I think we finished everything for the day.
  (Sanırım bugünlük herşeyi bitirdik/bugünkü bütün işleri bitirdik/yaptık.)
  A: Good. Let's call it a day then.
  (Güzel. Öyleyse paydos edelim.)

* We have been at this for hours, let's call it a day and come back tomorrow.
  (Saatlerdir bununla meşgul oluyoruz/uğraşıyoruz, paydos edelim, yarın yine/tekrar geliriz.)

* Let's call it a day before we get frostbite.
  (Soğuktan donmadan paydos edelim/eve gidelim.)

* The boss was mad because Tom called it a day at noon and went home.
  (Tom öğlen işi bırakıp eve gittiği için patron çok kızdı/öfkelendi.)

* After playing together for 20 years the band have finally decided to call it a day.
  (Yirmi sene birlikte müzik yaptıktan sonra grup sonunda çalışmayı/birlikte müzik yapmayı bırakmayı kararlaştırdı.)

* He has been in politics for nearly forty years, I think it's time for him to call it a day.
  (40 yıla yakın zamandır politikanın içerisinde, bence artık çalışmayı bırakmasının/emekliye ayrılmasının zamanı geldi.)

* After 12 years of playing for the French National soccer team, Zinedine Zidane decided to call it a day and retire from professional soccer. Now he's the advisor to Real Madrid.
  (Fransa milli takımında 12 yıl oynadıktan sonra Zinedine Zidane futbol oynamayı bırakıp profesyonel futbolculuktan emekliye ayrılmaya karar verdi. Şimdi Real Madrid'e danışmanlık yapıyor.)

* I've already caught 12 big fish so I think I'm going to call it a day.
  (On iki büyük balık yakalamışım, bence bugünlük bu kadar yeter.)

* I wonder if Clint Eastwood is ever going to call it a day and retire from the movie making industry.
  (Clint Eastwood çalışmayı bırakıp film yapımcılığı endüstrisinden emekliye ayrılacak mı diye merak ediyorum.)

* Neither of us were happy in the relationship, so we decided to call it a day.
  (Bu ilişkiden ikimiz de memnun değildik, bu yüzden ilişkimizi bitirmeye/sonlandırmaya karar verdik.)

* You know, Paul, maybe it' s time to call it a day.
  (Bilirsin Paul, belki de bırakmanın zamanı geldi/gelmiştir.)

* All professional athletes know they will reach a point when they have to call it a day.
  (Bütün profesyonel atletler/sporcular sporu bırakmak/emekliye ayrılmak zorunda olacakları/kalacakları bir anın/zamanın/vaktin/günün geleceğini bilir.)

* After three marriages, many men would have been more than ready to call it a day.
  (üç evlilikten sonra çoğu erkek evliliği bitirmeye/sonlandırmaya daha yatkın oluyor.)
  (Başından üç evlilik geçmiş erkeklerin çoğu evliliklerini daha kolay bitirebiliyor.)


* After lying on the beach, swimming in the ocean, and enjoying a picnic in the dunes, the family decided to call it a day.
  (Plajda uzanıp okyanusta/denizde yüzdükten ve kum tepeciklerinde güzel bir piknik yaptıktan sonra aile eve gitmeye/dönmeye karar verdi.)

* After running a hotel for nearly thirty years, we decided to call it a day and do something else.
  (Yaklaşık otuz sene bir otel işlettikten sonra o işi bırakıp başka bir şey yapmaya karar verdik.)

***
Call it a day deyimiyle ilgili bu videoları izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
İzle
izle


21 Eylül 2014 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 9

English Expressions & Phrases

be better off doing something

= used to give advice or an opinion
  used to express a better choice
  If you say that someone would be better off doing something, you are advising them to do it or expressing the opinion that it would benefit them to do it.

= Bir kimsenin .... yapması onun için daha iyi olmak/onun yararına/avantajına olmak
  ... yapmakla iyi etmek/çok iyi olmak
 

* I think I'm better off staying at a hotel.
  (Bence bir otelde kalmam/kalsam daha iyi olur.)

* You're better off buying the size 8.
  (Sekiz bedeni alsanız daha iyi edersiniz/almanız daha iyi olur.)

* He'd be better off starting with something simpler.
  (Daha basit birşeyle başlaması daha iyi olur/başlasa daha iyi eder.)

* A: Should we go now?
  (Şimdi mi gitsek/gidelim?)
  B: No. There's too much traffic now. We're better off going later.
  (Hayır. Şimdi çok fazla trafik var. Sonra gitsek daha iyi olur.)

* A: The train takes three hours. The bus takes five hours.
  (Tren üç saat sürüyor. Otobüs beş saat sürüyor.)
  B: Then I'm better off taking the train.
  (Öyleyse trene binmem daha iyi olur.)

* If you've got bags you're better off taking a taxi.
  (Çantalarınız/valizleriniz varsa taksiye binseniz daha iyi olur.)

* You are better off deleting the e-mail attachment.
  (E-posta eklentisinin silinmesi daha iyi olur/tavsiye ediliyor.)

* We're better off leaving for France on Thursday evening, so we can spend the entire weekend there.
  (Fransa'ya Perşembe akşamı yola çıkmamız daha iyi, böylece bütün hafta sonunu orada geçirebiliriz.)

* If you're interested in studying languages, you'd be better off attending Northwestern University than the University of Chicago.
  (Eğer yabancı diller eğitimi almakla ilgileniyorsan, Chicago Üniversitesine değil, Kuzeybatı Üniversitesine gitmen daha iyi olur.)

* You're better off getting a taxi.
  (Taksiye binsen daha iyi edersin.)

* The weather was so bad we'd have been better off staying at home.
  (Hava çok kötüydü, bu yüzden evde kalmamız daha iyi olurdu.)

* Are you better off renting an apartment than buying a house?
  (Ev almaktansa bir daire kiralamak mı daha avantajlı?)

* Am I better off renting or buying an apartment in Iceland?
  (İzlanda'da ev kiralamam mı yoksa almam mı benim için daha iyi olur/benim avantajıma olur?)

* They would be better off setting out now instead of at night.
  (Gece çıkmaktansa şimdi yola çıksalar daha iyi ederler/olur.)

19 Eylül 2014 Cuma

İngilizce Deyimler ve İfadeler 8

English Expressions & Phrases

There's no point

= there's no reason/purpose/use
  It's a waste of time, not worth

= bir anlamı/manası/mantığı/faydası/gereği yok
  zaman kaybı, değmez

there is no point in doing something

= .... yapmanın bir anlamı/manası/faydası/gereği/mantığı yok
 


* - Let's go to the mall.
  (Hadi alışveriş merkezine gidelim.)
  - There's no point. It's closed now.
  (Bir anlamı yok. Şimdi kapatıyorlar.)

* - Should I fix this printer?
  (Bu yazıcıyı tamir edeyim mi?)
  - No, it is too old. There's no point in fixing it. It will just break again.
  (Hayır, çok eski bir yazıcı. Onu tamir etmenin bir anlamı yok, hemen yine bozulacak.)

* There's no point in complaining.
  (Şikayet etmenin/dırdır etmenin bir faydası yok.)

* There's no point in keeping this marriage.
  (Bu evliliği sürdürmenin bir anlamı yok.)

* There's no point in speaking. Nobody is listening to me.
  (Konuşmamın bir anlamı yok/boşuna konuşuyorum. Kimse beni dinlemiyor/beni dinleyen yok.)

* There was no point in waiting any longer, so we went.
  (Daha fazla beklemenin bir anlamı/gereği yoktu, biz de gittik/oradan ayrıldık.)

* There is no point in worrying. You should have studied long ago.
  (Endişelenmenin anlamı/faydası yok. Çok önceden çalışmalıydın.)

* There's no point in buying a costume if you're not even going to wear it out.
  (Eğer dışarı çıkarken bile giymeyeceksen bir elbise almanın manası/anlamı/gereği yok.)

* There’s no point in having a car if you never use it.
  (Eğer hiç kullanmayacaksan araban olmasının bir anlamı/gereği yok.)

* There is no point in trying to persuade her to come with us to the cinema this evening. It is clear that she won't.
  (Bu akşam bizimle sinemaya gelmesi için onu ikna etmeye çalışmanın bir anlamı yok. Gelmeyeceği çok açık/belli.)

* There's no point inviting her. She never comes to parties.
  (Onu davet etmenin bir anlamı yok. O partilere hiç gelmez.)

* There's no point in cramming the day before the test. If I don't know it by now, an extra day of studying isn't going to help.
  (Sınava bir gün kala çalışmanın bir anlamı yok. Eğer bu vakte kadar öğrenemediysem, fazladan bir gün çalışmanın bir faydası olmaz.)

* There's no point in studying for Professor Clint's exam. His tests are always so easy.
  (Profesör Clint'in imtihanına çalışmanın bir gereği/anlamı yok. Onun sınavları hep kolay oluyor.)

* There is no point in locking the barn door now that the horse has been stolen.
  (Madem at çalındı/at çalındığı için, ahır kapısını kilitlemenin bir anlamı/gereği yok.)

18 Eylül 2014 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 7

English Expressions & Phrases

to be a breeze

= to be extremely/very easy
  a thing that is easy to do
  any activity that is easy, not testing or difficult
  an easy thing
  piece of cake, child's play, doddle, snap, duck soup
  to be easy/simple as ABC/123
  to be like taking candy from a baby
  anyone can do that

= çok kolay olmak, basit bir iş olmak, çocuk oyuncağı olmak
 

* Everyone thought the test was a breeze.
  (Herkes sınavın/testin çok kolay olduğu fikrindeydi/düşüncesindeydi.)

* Don't think that learning Dutch will be a breeze.
  (Almanca öğrenmenin çok kolay olacağını düşünme/zannetme.)

* After studying Latin, Spanish was a breeze.
  (Latince çalıştıktan sonra İspanyolca çocuk oyuncağı gibi/çok basit/kolay geldi.)

* This class is such a breeze. I think I need something more difficult.
  (Bu çok kolay/basit bir ders. Bence bana daha zor bir ders lazım.)

* The book was a breeze to read.
  (Okuması çok basit/kolay bir kitaptı)

* I expected the test to be hard, but it turned out to be a breeze.
  (Ben sınavın zor olmasını bekliyordum ama sınav çok kolay çıktı.)

* The exam will be a breeze if you review your notes.
  (Notlarını gözden geçirirsen sınav çok kolay geçer.)

* Going down the hill would be a breeze after the long climb up!
  (Uzun bir tırmanıştan sonra tepeden aşağı iniş çok kolay olacak/gelecek.)

* My senior year is supposed to be a breeze but dual credit will be the death of me.
  (Sözde/güya son sınıfım/senem kolay geçecekti ama ikili kredi canıma okuyor/beni çok zorluyor.)
  (Normalde son sınıf/sene çok kolay olur/geçer ama ikili kredi sistemi canıma okuyacak, beni çok zorlayacak.)

  (Dual credit: ABD'de öğrencinin aldığı ders notunun okuduğu lisenin yanı sıra okuyacağı üniversitede geçerli olduğu sistem)

17 Eylül 2014 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 6

English Expressions & Phrases

Don't go there!

= I don't want to discuss that
  used as a warning to prevent an argument or frustration.
  don't broach that topic
  don't speak about that topic/event/situation/person
  A warning to not discuss a sensitive topic.
  Don't start talking about that
  We'd better not talk about that.
  I don't want to talk about it.
  said when you think someone shouldn't say something
  If our conversation reaches that subject, you will be uncomfortable and I will be chagrined.
 
= o konuya girme, orasını karıştırma/kurcalama, o konuyu açma, kapat o konuyu, hiç sorma
  bu konudan bahsetmek/konuşmak istemiyorum

don't (even) go there!

= hiç sorma, hiç girme o konuya, hiç açma o konuyu


* Sarah: I know you and John want to become closer/more than friends...
  (John'la senin daha fazla yakınlaşmak, arkadaştan öteye geçmek istediğinizi biliyorum.)
  Emma: Don't go there!
  (Kapat bu konuyu)

* Don't go there, Billy. I do not want to discuss that right now.
  (O konuya girme Billy. Şu an onu tartışmak istemiyorum.)

* "My sister was all talking about her new boyfriend, and I was like, "Don't go there, sista!
  (Kızkardeşim devamlı olarak yeni erkek arkadaşından bahsediyordu, ben de dedim ki "Kapat bu konuyu, kardeşim"

* Andre: I spoke to your ex-boyfriend yesterday and he said he would love to see you this weekend.
  (Dün eski erkek arkadaşınla konuştum, bu hafta sonu seni görmeyi çok istediğini söyledi.)
  Rica : Don't go there - I told him that I don't want to talk to him.
  (Açma o mevzuyu- Onunla konuşmak istemediğimi söylemiştim ona.)

* Martin: How did dinner with your in-laws go last Sunday?
  (Dünürlerinizle geçen Pazar günkü yemeğiniz nasıl geçti?)
  George: Don't go there - it was a disaster!
  (Girme o konuya, tam bir felaketti/çok kötü/berbat geçti.)

* Melanie: Did you get that new position at work that you applied for?
  (İşteki şu başvurduğun/müracaat ettiğin yeni pozisyonu alabildin mi?)
  Don    : Don't go there - they hired a new guy for the job.
  (Hiç sorma, o iş için yeni bir eleman aldılar.)

* Annie: Have you and your husband decided where you'd like to go for vacation this summer?
  (Kocanla sen bu yaz tatile nereye gideceğinize karar verdiniz mi/gideceğinizi kararlaştırdınız mı?)
  Mimi : Don't go there - we can't agree on a location!
  (Hiç sorma, bir yer üzerinde anlaşamıyoruz/uzlaşamıyoruz.)

* - So what happened at the party last night?
  (Eee dün geceki partide neler oldu/parti nasıldı?)
  - Oh, don't even go there, it was a bad party and I don't want to talk about it.
  (Hiç açma o konuyu, berbat bir partiydi, bahsetmek istemiyorum.)

* Kelly: You lost $5,000 in the stock market last week?
  (Geçen hafta borsada beş bin Dolar mı kaybettin?
  Leah : Don't even go there - buying stock in that space travel company was such a mistake!
  (Hiç açma o konuyu, o uzay yolculuğu firmasının hisse senetlerini almak bir hataydı.)