31 Aralık 2014 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 45

English Expressions & Phrases

I'll bite

= I'll ask the question you want me to ask
    Okay, I will listen to your joke or play your little guessing game;
    Okay, I will answer your question;
    I'll listen to what you have to say;

= söyle bakalım neymiş? neymiş bakalım?
    pekala/tamam soruyorum/sordum işte



* A: I just heard the juiciest piece of gossip!
  (Müthiş/çok enterasan bir dedikodu duydum.)
  B: OK, I'll bite. What is it?
  (Peki söyle bakalım. Neymiş o?)

* A: I heard something interesting about John.
  (John'la ilgili enterasan birşey duydum.)
  B: Okay, I'll bite. What'd you hear?
  (Tamam söyle neymiş bakalım. Ne duydun?)
  A: I heard that Helen and him are getting divorced.
  (Duyduğuma göre Helen ve o boşanıyorlarmış.)

* John: Did you hear the joke about the used car salesman?
  (İkinci el araba satıcısıyla ilgili fıkrayı duymuş muydun/biliyor musun?)
  Jane: No, I'll bite.
  (Hayır, neymiş bakalım söyle/anlat.)

* A: I'll bet you'll never guess what my husband got me for my birthday!
  (Bahse varım ki/iddiaya girerim ki doğum günüm için kocamın bana ne aldığını/aldığı şeyi asla tahmin edemezsin.)
  B: A mink coat?
  (Vizon manto/kürk mü?)
  A: No, something more special than that!
  (Hayır, ondan daha özel birşey!)
  B: A new car?
  (Yeni bir araba mı?)
  A: No, no -- something really exciting!
  (Hayır, hayır/değil, değil, çok ilginç/enterasan birşey!)
  B: Okay, I'll bite -- what did he get you?
  (Tamam, söyle bakalım neymiş, sana ne aldı?)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 44

English Expressions & Phrases

have a blast

= to have a great time
    to have a lot of fun
    to have a ball

= harika/çok güzel/eğlenceli zaman/vakit geçirmek
    çok eğlenmek


* A: How was the dance?
  (Dans nasıldı/nasıl geçti?)
  B: Super! We had a blast!
  (Harikaydı/harika geçti. Çok eğlendik/çok güzel zaman geçirdik.)

* I wish you a very happy birtday. Enjoy and have a blast.
  (Harika nice senelere! Tadını çıkarıp bir güzel eğlen.)

* Jessica has a blast every time she goes out with Marissa.
  (Jessica, Marissa ile ne zaman dışarı çıksa, çok güzel vakit geçiriyor.)

* The food was good and we had a blast. Thanks for inviting us to the party.
  (Yemekler harikaydı ve çok güzel vakit geçirdik. Bizi partiye davet ettiğin için teşekkürler.)

* I am having a blast here in Canada.
  (Burada Kanada'da harika vakit geçiriyorum/günlerim çok güzel geçiyor.)

* We will have a blast tonight at the party! It will be incredible!
  (Bu gece partide çok eğleneceğiz! Harika olacak/geçecek.)

* I met Hannah in New York last night. We hung out and did have a blast.
  (Dün gece New York'ta Hannah ile karşılaştım/karşılaştık/Hannah'a rastladım. Birlikte takılıp/birşeyler yapıp harika zaman geçirdik/çok eğlendik.)

* I had a blast at Disney World during my vacation. I really want to go back there someday.
  (Seyahatim esnasında/seyahatteyken Disney World'de çok güzel vakit geçirdim. Bir gün oraya tekrar/bir daha gitmeyi çok istiyorum/isterim.)

* Please come on holiday with us, you’ll have a blast, I promise.
  (Ne olur/lütfen bizimle tatile gel, söz bak, harika vakit geçireceksin/çok eğleneceksin.)

* A: We are traveling to Hawaii this week.
  (Bu hafta Hawaii'ye seyahatimiz var.)
  B: Wow, I hope you have a blast.
  (Vaav, umarım çok güzel vakit geçirirsin/çok eğlenirsin.)

* A: How was your class?
  (Dersin nasıldı/nasıl geçti?)
  B: I had a blast! My teacher, Mike, is so great!
  (Çok eğlenceliydi/çok güzel geçti. Öğretmenim Mike harika biri.)

* A: How was the Jack Johnson concert?
  (Jack Johnson konseri nasıldı/nasıl geçti?)
  B: It was awesome. Everyone had a blast.
  (Harikaydı/olağanüstüydü. Herkes çok eğlendi.)
  A: Even John?
  (John da mı/John bile mi?)
  B: Yeah even John. He was even dancing!
  (Evet, John da/bile. Hatta dans bile etti.)
  A: Wow, it must’ve been good!
  (Vaav, anlaşılan güzel geçmiş.)

30 Aralık 2014 Salı

İngilizce Ders 17

Eslfast Audio Listening
Complimenting someone’s clothes



Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Complimenting someone’s clothes
(kıyafetiyle ilgili bir kimseye iltifatta bulunmak)

1
A: You look really nice today.
Bugün çok hoş görünüyorsun.
B: Thank you. I just got this outfit the other day.
Teşekkürler. Bu kıyafeti daha geçen gün aldım.
A: Really, where did you get it?
Öyle mi, nereden aldın?
B: I got it from Macy's.
Macy’s den aldım.
A: It's really nice.
Çok güzel/hoş bir elbise.
B: Thanks again. You look nice today, too.
Tekrar teşekkürler. Sen de bugün güzel görünüyorsun.
A: Thank you. I just got these shoes today.
Teşekkürler. Bu ayakkabıları daha bugün aldım.
B: Really? What kind of shoes are they?
Öyle mi? Nasıl/ne tür ayakkabı bunlar/ayakkabıların markası ne?
A: These are called All Star Chuck Taylors.
Bunlara/bu ayakkabılara All Star Chuck Taylors deniliyor/diyorlar.
B: I really like those. How much did they cost?
Onları/o ayakkabıları çok beğeniyorum. Kaça aldın/sana ne kadara mal oldu?
A: They were about forty dollars.
Yaklaşık 40 dolar.
B: I think I'm going to go buy myself a pair.
Sanırım gidip kendime bir çift satın alacağım.

2
A: I absolutely love what you're wearing today.
bugünkü kıyafetine/giysine tek kelimeyle bayıldım.
B: You do? I just bought this outfit a couple days ago.
Öyle mi? Bu elbiseyi daha bir iki gün önce aldım.
A: Seriously, it looks really nice on you. Where did you buy it from?
Öyle mi, sana çok yakışmış/güzel olmuş. Nereden aldın?
B: I bought it from the Macy's at the Santa Anita mall.
Santa Anita alışveriş merkezindeki Macy’s den aldım.
A: I really like that outfit.
Bu elbise çok hoşuma gitti/bu kıyafeti çok beğendim.
B: Thanks. I think you look nice today, too.
Teşekkürler. Bence sen de bugün hoş/güzel görünüyorsun.
A: Thank you. I just bought these new shoes earlier today.
Teşekkürler. Bu yeni ayakkabıları daha bu sabah aldım.
B: Those are nice. What are they?
Güzelmiş/güzel ayakkabı. Onlar nedir/markası ne?
A: These are some Chucks.
Chucks.
B: Those are great. How much were they?
Onlar/o marka ayakkabılar çok güzeldir. Ne kadardılar/kaç paraydılar?
A: I got them for forty.
40 (dolar) verdim/40 dolara aldım.
B: I think I might go and find me my own pair of Chucks.
Düşünüyorum da ben de gidip kendim için bir çift Chuck bulabilirim/alabilirim.

3
A: I think that you look very cute today.
Bence bugün çok güzel görünüyorsun.
B: Is that right? This is a brand new outfit.
Öyle mi/gerçekten mi? Bu yepyeni bir elbise/bu elbiseyi yeni aldım.
A: What store did you get it from?
Hangi mağazadan aldın?
B: I went to Macy's and picked it out.
Macy’s e gittiğimde gördüm/buldum.
A: I love your outfit right now.
Kıyafetini görmemle hoşuma gitmesi/beğenmem bir oldu.
B: Well, I think you look nice today too.
Bence sen de bugün hoş görünüyorsun.
A: Thanks. I found these new shoes earlier at the store.
Teşekkürler. Bu yeni ayakkabıları bu sabah mağazada gördüm/ayakkabılara rast geldim.
B: I think that those are some really nice shoes. What kind are they?
Bence bunlar güzel ayakkabılar. Markası ne?
A: These are Chucks.
Chucks.
B: Your shoes look really nice. How much did you get them for?
Ayakkabıların çok güzel duruyor. Ne kadar verdin/ödedin/ne kadara aldın?
A: They only cost me about forty dollars.
Bana yaklaşık kırk dolara mal oldular.
B: I'm going to go get a pair for myself.
Gidip kendime bir çift alacağım.

27 Aralık 2014 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 43

English Expressions & Phrases

That's okay


= A polite negative response to an offer.
    no, thanks
    no, don't bother

= hayır teşekkürler
    hayır istemiyorum, gerek yok, böyle iyiyim
    hayır zahmet etme



* A: Would you like me to carry your books for you? They look heavy!
  (Kitaplarını taşımamı ister misin? Ağır görünüyorlar/ağırlar galiba/ağır olmalılar!)
  B: That's okay
  (Hayır, teşekkürler/gerek yok, teşekkürler.)

* A: I'm going to the store, would you like any medicine?
  (Markete gideceğim/gidiyorum, ilaç almamı ister misin?)
  B: That's okay.
  (Hayır, teşekkürler/gerek yok, teşekkürler.)

* Waitress: Would you like any dessert?
  (Garson: Tatlı alır mıydınız/ister miydiniz?)
  Client: [shaking head to mean no]: That's okay, I'm stuffed.
  (Müşteri: -Başını hayır manasında sallayarak-: Hayır teşekkürler, tıka basa doldum/çok yedim hiç yerim kalmadı.)

* Bob: Sorry I ralphed, Pam.
  (Kustuğum için özür dilerim, Pam.)
  Pam: You shouldn't have had that chocolate milk.
  (O çikolatalı sütü içmeyecektin/içmemeliydin.)
  Bob: I know. Sorry about your sweater. You can take it out of my pay if you want.
  (Bence de/aynen. Kazağın için üzgünüm/kazağına da yazık oldu. Eğer istersen maaşımdan kesebilirsin/düşebilirsin.)
  Pam: That's OK.
  (Hayır, gerek yok.)
  Bob: Geez, you're real nice. If I didn't have puke breath I'd kiss you.
  (Aman Allahım. Ne hoş/iyi birisin sen. Eğer kusmamış olsaydım, seni öperdim.)

* A: Let me get you a drink?
  (Sana bir içki getireyim mi/getireyim ister misin?)
  B: That's okay.
  (Hayır teşekkürler/zahmet etme)

* A: Would you like to leave a message?
  (Bir mesaj/not bırakmak ister misiniz/bir mesajınız/notunuz var mıydı?)
  B: That's okay. I'll call back later.
  (hayır yok teşekkürler. Sonra yine/tekrar/bir daha ararım.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 42

English Expressions & Phrases

any minute now

= very soon
    in a little while
    before long

= birazdan, bir iki dakikaya, bir iki dakika içinde/sonra, neredeyse
    her an, an meselesi



* It's going to rain any minute now.
  (Birazdan yağmur yağacak/yağmur yağdı yağacak/yağmurun eli kulağında)
  (her an yağmur yağabilir/yağmurun yağması an meselesi.)


* He's on the way, and tells me he'll be here any minute now.
  (Yoldaymış, neredeyse gelmek üzereyim diyor.)

* Fred is outside parking his car. He'll be here any minute now.
  (Fred dışarıda arabasını park ediyor. Birazdan burada olur/gelir.)

* Would everyone please sit down? Ivan is going to start the meeting any minute now.
  (Lütfen herkes oturabilir mi? Ivan toplantıyı birazdan başlatacak.)

* The bus will be here any minute now.
  (Otobüs birazdan/bir iki dakikaya burada olacak.)

* Hurry up! He'll be back any minute now.
  (Acele et/elini çabuk tut! Geri gelmesi an meselesi/her an geri gelebilir.)

* Tom may leave any minute now.
  (Tom her an ayrılabilir/bırakabilir.)

25 Aralık 2014 Perşembe

İngilizce Ders 16

Eslfast Audio Listening
Expressing joy at someone’s success



Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Expressing joy at someone’s success
Bir kimsenin başarısından duyulan sevinci/memnuniyeti ifade etme/gösterme

1
A: Did you hear the good news?
İyi/güzel haberleri duydun mu?
B: No, I haven't.
Hayır (duymadım).
A: I got a promotion at my job.
İşimde terfi aldım/yükseldim.
B: Did you really?
Gerçekten mi/ciddi misin?
A: Seriously, I am so excited.
Gerçekten/ciddiyim, çok heyecanlıyım/içim kıpır kıpır.
B: Well, congratulations.
Tebrikler/tebrik ederim.
A: Thank you.
teşekkürler
B: I'm so happy for you.
Senin adına çok sevindim/mutlu oldum.
A: Really?
Sahi mi?
B: Yes. You really deserved this.
Evet. Bunu gerçekten hakettin/bu gerçekten de senin hakkındı/hakkın olan birşeydi.
A: You think so?
Öyle mi düşünüyorsun?
B: Yes. Good for you.
Evet. Aferin sana/tebrikler/çok sevindim.

2
A: Have you heard my good news?
Güzel haberlerimi duydun mu/aldın mı?
B: You haven't told me anything yet.
Bana henüz birşey söylemedin/anlatmadın.
A: I got a promotion at work earlier this week.
Bu hafta başında işyerinde/işimde yükseldim/terfi aldım.
B: Is that right?
Doğru mu/öyle mi?
A: It's the truth. I am really happy.
doğru/Doğru duydun. Çok mutluyum/sevinçliyim.
B: Congratulations on your promotion.
Terfini kutlarım/terfin için tebrikler.
A: Thank you very much.
Çok teşekküler
B: I am really excited for you.
Senin adına çok heyecanlandım.
A: Are you really?
Ciddi misin/gerçekten mi?
B: I'm serious. You deserved this promotion.
Ciddiyim/ciddi söylüyorum. Bu terfiyi hakettin/bu terfi senin hakkındı.
A: Is that what you really think?
Gerçekten böyle/öyle mi düşünüyorsun?
B: Yes, I do.
Evet (öyle düşünüyorum).

3
A: I haven't told you what happened yet, have I?
Ben sana ne olduğunu henüz söylemedim/anlatmadım, değil mi?
B: I haven't heard anything.
Birşeyden haberim yok/bana kimse birşey söylemedi.
A: My boss offered me a promotion, and I took it.
Patronum bana terfi teklif etti, ben de Kabul ettim.
B: Are you serious?
Gerçekten mi/ciddi misin?
A: Yes, I am really excited.
Evet, çok heyecanlıyım/içim kıpır kıpır.
B: That's great. Congratulations.
Harika/ne güzel. Tebrikler/tebrik ederim.
A: I appreciate that.
Teşekkürler.
B: You have no idea how happy I am for you.
Senin adına ne kadar sevindim/mutlu oldum/sevindiğimi/mutlu olduğumu bilemezsin.
A: For real?
Harbi mi/gerçekten mi?
B: I believe you were the best choice for that promotion. I really do.
İnanıyorum ki bu terfi/pozisyon/makam için en iyi/doğru seçenek sendin. Buna gerçekten inanıyorum/bunu inanarak/gönülden söylüyorum.

24 Aralık 2014 Çarşamba

İngilizce Ders 15

Eslfast Audio Listening
Expressing concern for someone



Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Expressing concern for someone
Bir kimseyle ilgili endişeyi ifade etmek

1
A: Why weren't you at school yesterday?
Dün niye okulda yoktun/okula gelmedin?
B: I wasn't really feeling well.
İyi değildim/kendimi iyi hissetmiyordum.
A: What was wrong with you?
Neyin vardı?
B: My stomach was upset.
midem bulanıyordu.
A: Do you feel better now?
Şuan/şimdi daha iyi misin/ hissediyor musun?
B: I don't really feel too well yet.
Hala tam iyileşmedim/olarak iyi hissetmiyorum.
A: Do you want anything to make you feel better?
Sana iyi gelecek herhangi birşeye ihtiyacın var mı/birşey ister misin?
B: No, thanks. I already took some medicine.
Hayır teşekkürler. Zaten birkaç ilaç içtim.
A: I hope you feel better.
Umarım iyileşirsin.
B: Thank you.
Teşekkürler

2
A: What reason do you have for missing school?
Neden okula gelmedin?
B: I was sick.
Hastaydım.
A: How were you sick?
Hastalığın neydi?
B: I had a stomachache.
Karnım ağrıyordu.
A: Did it get any better?
iyileşti mi/geçti mi?
B: I'm still feeling under the weather.
Hala kendimi iyi hissetmiyorum.
A: Would you like anything for your stomach?
Karın ağrın için birşeye ihtiyacın var mı/birşey ister misin?
B: I took something earlier.
Sabah birşeyler aldım/içtim.
A: Get better.
Geçmiş olsun.
B: Thanks a lot.
Çok teşekkürler.

3
A: Why didn't you go to school yesterday?
Dün niye okula gitmedin?
B: I stayed home because I wasn't feeling well.
Kendimi iyi hissetmediğim için evde kaldım.
A: What was your problem?
Rahatsızlığın neydi?
B: My stomach was bothering me.
Midemle uğraşıyordum/midem beni rahatsız ediyordu/midem rahatsızdı.
A: Are you feeling any better?
Daha iyi hissediyor musun/iyi oldun mu/daha iyi misin?
B: I'm still feeling a little sick.
Hala biraz hastayım/tam olarak geçmedi/iyileşmedim.
A: I'm going to the store, would you like any Pepto Bismol?
Markete/mağazaya gideceğim, Pepto Bismol (mide ilacı markası) ister misin?
B: That's okay.
Hayır istemiyorum/gerek yok
A: I hope you feel better.
Umarım/inşallah iyileşirsin/iyi olursun.
B: I'd appreciate that.
Teşekkürler/saolasın/eyvallah.

22 Aralık 2014 Pazartesi

İngilizce Ders 14

Eslfast Audio Listening
Describing People


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Describing people
İnsanları tanımlama/tarif etme

1
A: Have you seen the new girl in school?
Okuldaki yeni kızı gördün mü?
B: No, I haven't.
Hayır (görmedim)
A: She's really pretty.
Oldukça/çok güzel biri.
B: Describe her to me.
Bana onu anlatsana/tarif etsene.
A: She's not too tall.
Öyle çok uzun boylu biri değil.
B: Well, how tall is she?
Boyu ne kadar?
A: She's about five feet even.
Boyu yaklaşık tam beş feet (beş feet sıfır inches)
(boyu en fazla beş feet/beş feetden bir inches fazla değildir.)
B: What does she look like, though?
Nasıl birine benziyor?
A: She has pretty light brown eyes.
Çok hoş açık kahverengi gözleri var.
B: I may know which girl you're talking about.
Hangi kızdan bahsettiğini sanırım/galiba biliyorum/anladım.
A: So you have seen her around?
Buralarda mı gördün onu?
B: Yes, I have.
Evet (gördüm)

2
A: There's a new girl in school, have you seen her yet?
Okulda yeni bir kız var/okula yeni bir kız geldi, gördün mü onu hiç?
B: I haven't seen her yet.
Henüz görmedim.
A: I think that she is very pretty.
Bence çok güzel biri/bir kız.
B: Tell me how she looks.
Nasıl biri anlatsana.
A: She's kind of short.
Biraz kısa biri.
B: What height is she?
Boyu ne kadar?
A: She's probably about five feet.
Aşağı yukarı beş feet diyebilirim.
B: That's nice, but tell me what she looks like.
Hoşmuş, ama bana nasıl göründüğünü/nasıl birine benzediğini anlatsana/söylesene.
A: The first thing I noticed was her beautiful brown eyes.
Dikkatimi çeken ilk şey güzel kahverengi gözleri oldu.
B: I think I might've bumped into her before.
Sanırım/düşünüyorum da, daha önce ona rast gelmiş olabilirim.
A: Are you telling me that you've seen her before?
Bana onu daha önce gördüğünü mü söylüyorsun?
B: I believe so.
Öyle zannediyorum/zannedersem evet.

3
A: Have you met the new girl?
Yeni kızla karşılaştın mı/tanıştın mı/yeni kızı gördün mü?
B: No. Have you?
Hayır, sen (gördün mü)?
A: She's one of the prettiest girls at the school.
Okuldaki en güzel kızlardan biri.
B: What does she look like?
Nasıl birine benziyor?
A: Well, she's quite short.
Epey kısa boylu biri.
B: How tall would you say that she is?
Boyu ne kadar söyleyebilir misin?
A: I would say she's only five feet.
Boyunun taş çatlasın/en fazla beş feet olduğunu söyleyebilirim.
B: What about her facial features?
Yüz hatları/özellikleri nasıl?
A: She has light brown eyes, absolutely beautiful.
Açık kahveengi gözleri var, dehşet/inanılmaz ötesi güzel/yok öyle bir güzellik
B: I think I know who you're talking about.
Sanırım kimden bahsettiğini biliyorum/anladım.
A: Have you seen her?
Sen onu gördün mü?
B: I think that I have.
Galiba gördüm.

20 Aralık 2014 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 41

English Expressions & Phrases
give someone a lift

give someone a lift

 = 1- to give someone a ride (check this link)
 
    2- to raise someone's spirits
        to make/cause... a person feel better
        to make someone feel more cheerful and more hopeful
        to make someone feel good by saying kind words
        to make someone happier
        to boost one's spirits
        to give someone a happy feeling

= 1- arabasıyla vb bir kimseyi bırakmak/götürmek (bakınız)

    2- moral vermek, moralini yükseltmek
        neşelendirmek, keyiflendirmek
        canlandırmak, kendine getirmek, hareketlendirmek


 * A= Can you give me a lift?
(Beni arabanızla bırakabilir misiniz?) (demek istiyor. Fakat kız deyimin ikinci manasıyla anlıyor, yani bana moral verir misiniz diye anlıyor)
B= Sure, you look great. The world's your oyster, go for it.
(Olur/tabi, harika görünüyorsun. Dünya ayağının altında/işin iş, yürü be, saldır/hadi aslanım.)

* It was a good conversation, and her kind words really gave me a lift.
(Güzel bir sohbetti/sohbet gerçekleştirdik, onun nazik/gönül alan sözleri bana moral verdi/iyi geldi.)

* The new park has given everyone in the neighbourhood a lift.
(Yeni park/yeni açılan park mahalledeki herkesi keyiflendirdi/herkesin neşesini arttırdı.)

* I was feeling sad until I spoke to her. She really gave me a lift.
(Onunla konuşana kadar iyi hissetmiyordum/değildim. Bana gerçekten moral verdi/beni gerçekten neşelendirdi/kendime getirdi.)

* He's been very unhappy recently. We should do something to give him a lift.
(Son zamanlarda/günlerde çok mutsuz/morali çok bozuk. Onu keyiflendirecek/onun moralini yükseltecek bir şeyler yapmalıyız.)

* Seeing you may give her the lift she needs.
(Seni görmesi ihtiyacını duyduğu morali ona sağlayabilir.)

* A text or a card can really give someone a lift.
(Bir yazı ya da bir kart bir kimsenin gerçekten moralini yükseltebilir/iyi hissetmesini sağlayabilir.)

* The big increase in my salary gave me a tremendous lift.
(Maaşımdaki büyük artış/maaşıma yapılan büyük zam bana dehşet moral verdi/iyi geldi.)
* Pat's jokes give me a lift. When I laugh, I feel much better.
(Pat'in şakaları/esprileri moralimi yükseltti. Güldüğüm zaman kendimi daha iyi hissediyorum.)

18 Aralık 2014 Perşembe

İngilizce Ders 13

Eslfast Audio Listening
Calling A Friend / Phone Dialogue

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


 Calling A Friend
(Bir arkadaşı telefonla arama/bir arkadaşla telefon görüşmesi)

1
A: Hello, may I speak to Alice please?
Merhaba, Alice ile görüşebilir miyim/konuşabilir miyim lütfen?
B: This is she. How's it going?
Buyrun/buyur benim. nasıl gidiyor/Ne var ne yok/Naber?
A: I've been trying to call you all day.
Sabahtan beri sana ulaşmaya çalışıyorum.
B: Sorry about that. I was cleaning up.
Kusura bakma, temizlik yapıyordum.
A: It's okay.
Önemli değil/canın sağolsun.
B: So what were you calling me about?
Eee, beni niye arıyordun?
A: Oh, I just wanted to see if you wanted to hang out tomorrow.
Yarın bir yerlerde takılalım mı/birşeyler yapalım mı/takılabilir miyiz/yapabilir miyiz diye soracaktım.
B: Sure, what did you want to do?
Tabi/olur, ne yapmak istiyordun/ne yapmayı düşünüyordun?
A: Maybe we can go see a movie or something.
Belki film falan izlemeye gideriz.
B: That sounds like fun. Let's do it.
Kulağa hoş/eğlenceli geliyor/güzel/eğlenceli olur. Yapalım/gidelim.
A: I'll see you tomorrow then.
Yarın görüşürüz öyleyse.
B: See you then. Goodbye.
Görüşürüz. Hoşçakal.

2
A: Hi, how are you. Is Alice there?
Merhaba, nasılsınız? Alice orada mıydı?
B: Speaking. What's up?
Buyur benim/benim buyur/buyrun. Naber/nasılsın?
A: Why haven't you answered the phone?
Niye telefona bakmıyorsun/cevap vermiyorsun?
B: My bad, I had chores to do.
benim hatam/kusura bakma/özür dilerim, biraz işim vardı.
A: That's all right.
Sorun değil/önemli değil/önemi yok/ziyanı yok.
B: What was the reason for your call?
Niye aramıştın?
A: I want to do something tomorrow with you.
Yarın seninle birşeyler yapmak istiyorum.
B: Sounds good. What did you have in mind?
İyi/güzel olur. Aklından ne geçiyor/ne düşünüyorsun/planın ne?
A: I was thinking about seeing a movie.
Film izleriz diyordum/diye düşünüyordum.
B: Okay, let's go see a movie.
Tamam, film izlemeye gidelim.
A: Until then.
Hoşçakal/görüşürüz/görüşmek üzere
B: Talk to you later.
Sonra konuşuruz/görüşürüz

3
A: Is Alice available?
Alice müsait miydi/orada mıydı/Alice ile görüşebilir miyim/konuşabilir miyim?
B: You're talking to her.
Buyur benim/benim buyur/buyrun
A: I've called you a hundred times today.
Bugün seni yüz kere/defalarca aradım/sabahtan beri seni arıyorum/sana ulaşmaya çalışıyorum.
B: I was busy doing something. I apologize.
Birşeyler yapıyordum/birşeyle uğraşıyordum/işim vardı/meşguldüm. Kusura bakma.
A: No problem.
Sorun değil/önemli değil/önemi yok/ziyanı yok
B: Did you need something?
Birşey mi lazımdı/ne istiyordun/ne diyecektin?
A: Did you want to do something tomorrow?
Yarın birşeyler yapmak ister miydin/yarın birşeyler yapalım mı?
B: Is there somewhere special you wanted to go?
Gitmek istediğin özel bir yer var mı?
A: How about a movie?
Filme/sinemaya ne dersin?
B: A movie sounds good.
Film/sinema güzel/iyi olur.
A: Call me tomorrow then.
Yarın beni ara/ararsın öyleyse/o zaman.
B: I will see you tomorrow.
Yarın görüşürüz

17 Aralık 2014 Çarşamba

İngilizce Ders 12

Eslfast Audio Listening
Weather
(3)
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Weather
(hava)
1
A: I really want to go to the beach this weekend.
Bu hafta sonu plaja gitmeyi çok istiyorum.
B: That sounds like fun. What's the weather going to be like?
Kulağa eğlenceli/hoş geliyor/Eğlenceli gözüküyor/eğlenceli olur. Hava nasıl olacakmış?
A: I heard that it's going to be warm this weekend.
Bu hafta sonunun sıcak olacağını/geçeceğini duydum/ duyduğuma gore bu hafta sonu sıcak olacakmış/geçecekmiş.
B: Is it going to be perfect beach weather?
Hava tam da plaj havası mı olacak?
A: I believe so.
Öyle (olacağını) sanıyorum.
B: Good. I hope it doesn't cool off this weekend.
Güzel. Umarım bu hafta sonu hava serinlemez/soğumaz.
A: I know. I really want to go to the beach.
Aynen/bence de. Plaja gitmeyi çok istiyorum.
B: But you know that California weather is really unpredictable.
Ama biliyorsun ki California havası önceden çok zor tahmin edilebilir/California havasının ne olacağı hiç belli olmaz.
A: You're right. One minute it's hot, and then the next minute it's cold.
Evet haklısın. Bir bakıyorsun hava sıcak, sonra bir bakıyorsun ki hava soğuk.
B: I really wish the weather would just stay the same.
Havanın aynen böyle kalmasını/sürmesini çok isterdim/keşke hava böyle aynı kalsa/sürse.
A: I do too. That way we can have our activities planned ahead of time.
Ben de/bence de. Böylelikle biz de işlerimizi/yapacaklarımı önceden/erkenden planlayabilirdik.
B: Yeah, that would make things a lot easier.
Evet, işler/her şey daha kolay hale gelirdi/bu işleri daha da kolaylaştırırdı.


2
A: I would like to take a trip to the beach this weekend.
Bu hafta sonu plaj turu/gezisi yapmak istiyorum.
B: A trip to the beach would be fun. How is the weather going to be?
Plaj gezisi hoş/eğlenceli olur. Hava durumu nasıl olacak?
A: The forecast says that it will be warm on the weekend.
Hava tahminleri hafta sonu havanın sıcak olacağını/geçeceğini söylüyor.
B: So do you think it'll be perfect weather for the beach?
Sence hava tam da plaj havası mı olacak?
A: It sounds like it will be.
Öyle olacak gibi gözüküyor.
B: I really hope it doesn't get cold.
Umarım hava soğumaz.
A: That would ruin things, I want to go so badly.
Bu bütün işleri/planları mahverderdi/bozardı, gitmeyi çok ama çok istiyorum.
B: The weather in California is unpredictable, so you never know.
California havası tahmin edilemiyor, yani hiç belli olmuyor/asla bilemezsin/emin olamazsın.
A: That is true. The weather is constantly changing.
Evet doğru. Hava devamlı/durmadan değişiyor/hiç belli olmuyor.
B: It would be nice if the weather would never change.
Hava hiç değişmese/hep aynı kalsa ne güzel olurdu.
A: That would be great, then we could plan things sooner.
Harika olurdu, o zaman/öylelikle işlerimizi daha erken/önce planlayabilirdik.
B: True. Predictable weather would make life easier.
Doğru. Havanın tahmin edilebilmesi hayatı/yaşamı daha kolay hale getirirdi.


3
A: It would be nice to go to the beach sometime this weekend.
Bu hafta sonu bir ara plaja gitmek güzel olurdu.
B: What's the weather going to be like? I may want to go too.
Hava nasıl olacakmış? Ben de gitmek isteyebilirim/gitmeyi düşünebilirim.
A: The weather this weekend is supposed to be warm.
Bu hafta sonu havanın sıcak olacağı/geçeği bekleniyor.
B: Will it be good beach weather?
Güzel bir plaj havası mı olacak?
A: I think it will be.
Sanırım öyle olacak.
B: It wouldn't be good if it got cold this weekend.
Bu hafta sonu hava soğursa iyi olmaz.
A: I want this trip to be perfect, I hope it stays warm.
Bu gezinin harika olmasını/geçmesini istiyorum, umarım hava sıcak kalır.
B: This California weather is so uncertain, it's impossible to know what'll happen.
Bu California’nın havası hiç kesin değil/belli olmuyor, ne olacağını bilmek imkansız.
A: I know. Every day the weather seems different.
Doğru/haklısın. Hava her gün farklı görünüyor.
B: I would love it if it wasn't always so unpredictable.
Havanın hep bu denli tahmin edilemez olmamasını isterdim.
A: That would make it easier for us to make plans.
Planlarımızı yapmamızı daha da kolaylaştırırdı/planlarımızı yapmamız daha kolay olurdu/hale gelirdi.
B: I know. Things are easier when you know what the weather's going to be like.
Bence de/aynen. Havanın nasıl olacağını bildiğin zaman işler daha da kolaylaşıyor.

15 Aralık 2014 Pazartesi

İngilizce Ders 11

Eslfast Audio Listening
Weather
(2)
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Weather
(hava)

1
A: It's such a nice day.
Ne güzel bir gün/ Çok güzel bir hava var/Hava çok güzel
B: Yes, it is.
Evet öyle.
A: It looks like it may rain soon.
Hava yağmur yağacakmış gibi duruyor/görünüşe bakılırsa yağmur yağdı yağacak/yağmurun eli kulağında/her an yağmur yağabilir.
B: Yes, and I hope that it does.
Evet, umarım/inşallah yağar.
A: Why is that?
sebebi ne/Neden ki/Niye ki?
B: I really love how rain clears the air.
Yağmurun havayı temizlemesine bayılıyorum/temizlemesi hoşuma gidiyor.
A: Me too. It always smells so fresh after it rains.
Ben de/benim de. Yağmur yağdıktan sonra/yağmurun ardından/peşine  hava her zaman taptaze kokuyor.
B: Yes, but I love the night air after it rains.
Evet, ama benim yağmurdan sonraki gece havası çok hoşuma gidiyor.
A: Really? Why is it?
Öyle mi? neden/sebebi ne?
B: Because you can see the stars perfectly.
Çünkü yıldızları çok açık bir şekilde görebiliyorsun.
A: I really hope it rains today.
Bugün yağmur yağmasını çok isterim/umarım bugün yağmur yağar.
B: Yeah, me too.
Evet, ben de/bence de.

2
A: Isn't it a nice day?
Güzel bir gün, değil mi?
B: It really is.
Evet gerçekten de öyle.
A: It seems that it may rain today.
Bugün yağmur yağabilir gibi görünüyor.
B: Hopefully it will.
Yağar/yağsın inşallah.
A: How come?
Neden/niçin/niye ki?
B: I like how clear the sky gets after it rains.
Yağmur yağdıktan sonra gökyüzünün berraklaşmasını/berrak halini seviyorum.
A: I feel the same way. It smells so good after it rains.
Ben de senin gibi düşünüyorum/hiisediyorum. Yağmurdan sonra hava çok hoş kokuyor.
B: I especially love the night air when it rains.
Ben bilhassa yağmur yağdığı zaman gece havasına bayılırım.
A: Really? Why?
Öyle mi? Niye?
B: The stars look so much closer after it rains.
Yağmurun ardından yıldızlar daha yakın/açık/net görünüyorlar.
A: I really want it to rain today.
Bugün yağmur yağmasını çok isterim.
B: Yeah, so do I.
Evet, ben de.

3
A: Don't you think it's nice out?
Sence de dışarısı/hava güzel değil mi?
B: Yes, I think so too.
Evet, bence de öyle (güzel).
A: I think that it's going to rain.
Sanırım yağmur yağacak.
B: I hope that it does rain.
Umarım yağmur yağar.
A: You like the rain?
Yağmuru seviyor musun/seviyorsun ha?
B: The sky looks so clean after it rains. I love it.
Yağmurdan sonra gökyüzü çok berrak görünüyor. Buna bayılıyorum.
A: I understand. Rain does make it smell cleaner.
Anlıyorum/anladım. Yağmur havanın daha temiz/ferah kokmasını sağlıyor.
B: I love most how it is at night after it rains.
En çok da yağmur yağdıktan sonraki gece havasını seviyorum.
A: How come?
Niye ki/neden?
B: You can see the stars so much more clearly after it rains.
Yağmurdan sonra yıldızları çok daha açık/net görebiliyorsun.
A: I would love for it to rain today.
Bugün yağmur yağmasını çok isterdim.
B: I would too.
Ben de (isterdim).

14 Aralık 2014 Pazar

İngilizce Ders 10

Eslfast Audio Listening
Weather
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Weather
(hava)

1
A: It's an ugly day today.
Bugün tatsız bir gün/bugün havanın pek tadı yok
B: I know. I think it may rain.
Haklısın/aynen/bence de/aynı fikirdeyim. Sanırım yağmur yağacak/bence yağmur yağabilir.
A: It's the middle of summer, it shouldn't rain today.
Yazın ortasındayız, yağmur yağmaması lazım/yağmur yağmaz/yağmurun yağacağını sanmam
B: That would be weird.
(bu mevsimde yağmur yağması) tuhaf/garip birşey olur.
A: Yeah, especially since it's ninety degrees outside.
Evet, özellikle de dışarısı doksan (32) dereceyken.
B: I know, it would be horrible if it rained and it was hot outside.
Aynen, dışarısı sıcakken yağmur yağması müthiş/şaşırtıcı birşey olur.
A: Yes, it would be.
evet, öyle olur.
B: I really wish it wasn't so hot every day.
Havanın her gün çok sıcak olmamasını isterdim/keşke hava her gün çok sıcak olmasaydı.
A: Me too. I can't wait until winter.
Ben de. Kışın gelmesini dört gözle/sabırsızlıkla bekliyorum/keşke hemen kış olsa/gelse.
B: I like winter too, but sometimes it gets too cold.
Kışı ben de severim, ama bazen hava aşırı soğuk oluyor.
A: I'd rather be cold than hot.
Terlemektense üşümeyi tercih ederim/yeğlerim. Terlemektense üşüyeyim daha iyi. Sıcaktan yanmaktansa soğuktan üşümeyi tercih ederim/yeğlerim.
B: Me too.
Ben de.


2
A: It doesn't look very nice outside today.
Bugün dışarıda hava çok iyi görünmüyor.
B: You're right. I think it's going to rain later.
Haklısın/evet doğru/öyle. Sanırım yağmur yağacak/geliyor.
A: In the middle of the summer, it shouldn't be raining.
Yazın ortası, yağmur yağmaması lazım/yağmur yağmaz/yağmurun yağacağını sanmam.
B: That wouldn't seem right.
(bu mevsimde) yağmur yağması normal/olağan birşey değil/olmaz
A: Considering that it's over ninety degrees outside, that would be weird.
Dışarıda havanın/sıcaklığın doksan (32) derece olduğunu göz önünde tutarsak/tuttuğumuzda, yağmur yağması garip olur/kaçar.
B: Exactly, it wouldn't be nice if it started raining. It's too hot.
Kesinlikle/aynen, yağmur yağarsa hoş/iyi olmaz. Hava aşırı sıcak.
A: I know, you're absolutely right.
Bence de, kesinlikle/çok haklısın.
B: I wish it would cool off one day.
Havanın bir gün serinlemesini isterdim/dilerdim/Keşke bir gün hava serinlese.
A: That's how I feel, I want winter to come soon.
ben de öyle düşünüyorum/ seninle aynı düşüncedeyim/düşüncelerimiz aynı, hemen/bir an önce kış olsun/gelsin istiyorum.
B: I enjoy the winter, but it gets really cold sometimes.
Kışı severim ama bazı zamanlar hava çok soğuk oluyor.
A: I know what you mean, but I'd rather be cold than hot.
Demek istediğini anladım/seni anlıyorum ama sıcaktan yanmaktansa/patlamaktansa soğuktan üşümeyi tercih ederim/yeğlerim.
B: That's exactly how I feel.
Ben de aynı senin gibi düşünüyorum/ben de aynı senin gibiyim.


3
A: I wish it was a nicer day today.
Bugün havanın daha güzel olmasını isterdim/dilerdim/Keşke bugün hava daha güzel olsaydı.
B: That is true. I hope it doesn't rain.
Haklısın/doğru söyledin. Umarım yağmur yağmaz.
A: It wouldn't rain in the middle of the summer.
Yazın ortasında yağmur yağmaz.
B: It wouldn't seem right if it started raining right now.
Şu anda yağmur başlasa, normal/olağan karşılanmaz.
A: It would be weird if it started raining in ninety degree weather.
Doksan (32) derece sıcaklıkta yağmur başlasa, tuhaf olurdu/garip kaçardı.
B: Any rain right now would be pointless.
Şu anda az bir yağmur bile anlamsız/saçma olur.
A: That's right, it really would be.
Haklısın, evet öyle.
B: I want it to cool down some.
Havanın biraz serinlemesini istiyorum.
A: I know what you mean, I can't wait until it's winter.
Seni anlıyorum, keşke hemen kış olsa/gelse.
B: Winter is great. I wish it didn't get so cold sometimes though.
Kış çok güzeldir/harikadır. Gerçi bazı zamanlar keşke çok soğuk olmasa derim.
A: I would rather deal with the winter than the summer.
Yazla uğraşmaktanda kışla uğraşmayı tercih ederim/ Yaz mı kış mı deseler, kış derim.
B: I feel the same way.
Ben de aynı senin gibi düşünüyorum/ben de aynı senin gibiyim.

11 Aralık 2014 Perşembe

İngilizce Ders 9

Eslfast Audio Listening
Greetings


Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

1
A: Hi, how are you doing?
Merhaba, nasıl gidiyor/ne var ne yok/naber/nasılsın?
B: I'm fine. How about yourself?
İyiyim. Seni sormalı/sende ne var ne yok/sen nasılsın?
A: I'm pretty good. Thanks for asking.
Gayet/çok iyiyim. Sorduğun için teşekkürler/saol.
B: No problem. So how have you been?
Ne demek/rica ederim. Eee, ne var ne yok/görüşmeyeli nasılsın/neler yaptın/yapıyorsun/nasıl gidiyor?
A: I've been great. What about you?
Harikayım/çok iyiyim/herşey çok iyi gidiyor. Ya sen nasılsın?
B: I've been good. I'm in school right now.
İyiyim. Şu an/bu aralar okuldayım.
A: What school do you go to?
Hangi okula gidiyorsun?
B: I go to PCC.
PCC’ye (okuluna) gidiyorum.
A: Do you like it there?
Orayı sevdin mi/seviyor musun/ oradan hoşlandın mı/hoşlanıyor musun?
B: It's okay. It's a really big campus.
Fena değil. Çok büyük bir kampüs.
A: Good luck with school.
Sana okulda başarılar
B: Thank you very much.
Çok teşekkürler


2
A: How's it going?
nasıl gidiyor? Ne var ne yok? Naber?
B: I'm doing well. How about you?
iyiyim. sen nasılsın/senden naber/seni sormalı?
A: Never better, thanks.
bomba gibiyim/harikayım/hiç bu kadar iyi olmamıştım, teşekkürler
B: So how have you been lately?
eee, ne var ne yok/görüşmeyeli nasılsın/son zamanlarda neler yaptın/yapıyorsun/nasıl gidiyor?
A: I've actually been pretty good. You?
gayet iyiyim/çok iyiyim/herşey gayet yolunda/iyi, senden naber?
B: I'm actually in school right now.
Şu an/bu aralar okuldayım.
A: Which school do you attend?
Hangi okula gidiyorsun?
B: I'm attending PCC right now.
PCC’ye (okuluna) gidiyorum.
A: Are you enjoying it there?
Orayı/okulunuseviyor musun/ oradan/okulundan hoşlanıyor musun?
B: It's not bad. There are a lot of people there.
Fena değil. Çok sayıda insan var/kalabalık bir yer.
A: Good luck with that.
Sana okulunda/derslerinde başarılar
B: Thanks.


3
A: How are you doing today?
nasılsın? Nasıl gidiyor? Ne var ne yok?
B: I'm doing great. What about you?
Iyiyim/çok iyiyim. sen nasılsın/senden naber/seni sormalı?
A: I'm absolutely lovely, thank you.
Çok iyiyim, teşekkürler.
B: Everything's been good with you?
herşey yolunda mı/ Nasıl gidiyor/iyi misin?
A: I haven't been better. How about yourself?
Daha iyi olmamıştım/çok iyiyim. Seni sormalı/sen nasılsın?
B: I started school recently.
Geçenlerde/daha yeni okula başladım.
A: Where are you going to school?
Hangi okula gidiyorsun?
B: I'm going to PCC.
PCC’ye (okuluna) gidiyorum.
A: How do you like it so far?
Nasıl, okul hoşuna gitti mi/okulla aran nasıl/okul nasıl gidiyor?
B: I like it so far. My classes are pretty good right now.
Şu ana kadar fena değil/iyi. Derslerim şu an oldukça iyi.
A: I wish you luck.
Başarılar dilerim.
B: Thanks a lot.
Çok teşekkürler.

İngilizce Deyimler ve İfadeler 40

English Expressions & Phrases

give (someone) a ride (to somewhere)

= to provide transportation for someone
    to take someone somewhere in your car
    to give a lift

= (bir kimseyi araba vb ile) götürmek, (bir kimseyi araba vb ile) bir yere bırakmak
    bir kimseyi gideceği yere götürmek/gideceği yere kadar bırakmak
    bir kimseyi arabasına almak
    (arabayla vb) gezdirmek



* I'll give you a ride to the airport.
  (Seni havaalanına ben bırakacağım/bırakırım/götüreceğim/götürürüm.)

* Will you give me a ride to the town?
  (Beni kasabaya/şehre kadar götürür müsünüz/bırakır mısınız?)

* I've got to get into town. Can you give me a ride?
  (Kasabaya/şehre gitmem lazım. beni bırakabilir misin/götürebilir misin?)

* I've got to go to the train station. Can you give me a ride?
  (Tren istasyonuna gitmem gerekiyor/lazım. beni götürebilir misin/bırakabilir misin?)

* Can you give me a ride to work tomorrow? My car is being repaired.
  (Yarın beni işe sen götürebilir misin/bırakabilir misin? Arabam tamirde.)

* It's too late to walk home. Let me give you a ride.
  (Eve yürüyerek gitmek için çok geç bir vakit/bu saatte/vakitte eve yürüyerek gitme, seni ben bırakayım/götüreyim.)

* Would you like me to give you a ride home?
  (Seni evine bırakmamı/götürmemi ister misin?)

* I will give you a ride. Anyway, you are on my way.
  (Seni gideceğin yere bırakırım/götürürüm. Zaten oradan geçiyorum/yolumun üzeri.)

* She gave me a ride home last night.
  (Dün gece beni eve o bıraktı.)

* Could you give me a ride?
  (Beni bırakabilir misin?)

8 Aralık 2014 Pazartesi

İngilizce Ders 8

Elllo Audio Listening
Raisins

Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ
 
Todd: Hey Ruth, how’s it going?
Selam Ruth, nasıl gidiyor/ne var ne yok?
Ruth: Fine, thank you. I’m fine. How are you?
İyi gidiyor teşekkürler. İyiyim. Sen nasılsın?
Todd: Good. Now Ruth, I was noticing that you are eating raisins.
kuru üzüm yediğini farkettim/kuru üzüm yediğin dikkatimi çekti.
Ruth: That’s right yes.
Evet doğru.
Todd: What is it with the raisins? You always have raisins!
Kuru üzüme düşkünlüğün de neyin nesi/nereden geliyor? Sürekli/her zaman kuru üzüm yiyorsun/bulunduruyorsun/taşıyorsun.
Ruth: I really like raisins. They’re so nice. They’re so practical because you can take them anywhere. It’s not like if you take other fruits with you: they squash and they bruise but raisins are so handy and they come in a little packet and you can always have fruit with you.
Kuru üzümü çok seviyorum. Çok güzel birşey. Her yere götürebildiğin için çok pratik birşey. Yanınıza aldığınız diğer meyvyeler/yiyecekler gibi değil, onlar/diğer meyveler eziliyorlar, çürüyorlar ama kuru üzüm çok pratik birşey, küçük paketler halinde oluyor ve her zaman yanınızda meyve taşıyabiliyorsunuz/bulundurabiliyorsunuz.
Todd: That’s a pretty good point there actually but still, I mean, all the time? I see you with raisins every day!
Çok doğru bir noktaya/hususa temas ettin/değindin ama yine de, yani sürekli olarak? Seni her gün elinde kuru üzüm ile görüyorum.
Ruth: I eat raisins every day. I really like them.
Her gün kuru üzüm yerim. Kuru üzümü çok seviyorum.
Todd: Don’t you get sick of them? I mean eating them every day?
Bıkmıyor musun/bıkkınlık gelmiyor mu? Yani her gün kuru üzüm yemekten?
Ruth: I don’t ever get sick of things like raisins or broccoli for that matter. I could never get sick of it.
Kuru üzüm, brokoli gibi şeylerden o sebepten/çok yemekten dolayı hiç bıkmam. Asla bıkkınlık gelmedi.
Todd: Well that’s strange. What about grapes? Because you like raisins do you like grapes?
Garip/tuhaf bir şey/durum. Peki ya üzüm? Kuru üzüm seviyorsun ya, üzüm seviyor musun?
Ruth: Actually I prefer grapes. Grapes are probably my favourite fruit but they’re not practical. You can’t carry them around with you and they’re heavier and they’re more expensive as well. Raisins are cheap.
Aslına bakarsan üzümü daha çok severim. Üzüm en sevdiğim meyvelerdendir diyebilirim ama pratik/kullanımı kolay birşey değil. Yanında taşıyamıyorsun, daha ağır  ve hem de daha pahalı. Kuru üzüm ucuz.
Todd: Have you ever noticed that grapes, at least when I eat grapes, my mouth gets a sensation (not the taste) but something about the texture of eating grapes: my mouth gets a sensation that no other food gives me?
Üzümlerdeki şey hiç dikkatini çekti mi/şeyi hiç farkettin mi, en azından ben üzüm yediğimde, ağzımda bir his oluşuyor, tat değil, üzümün dokusuyla alakalı, ağzımda diğer yiyeceklerde olmayan bir his oluşuyor.
Ruth: Yeah that’s true. I don’t know why that is. Do you think that’s because its slightly acidic maybe?
Evet, doğru. Sebebini/neden olduğunu bilmiyorum. Ne dersin, belki de sebebi hafif asitli olmasıdır?
Todd: Ah maybe, could be.
Belki, olabilir.
Ruth: I don’t know but I like it.
Bilmiyorum ama seviyorum/hoşuma gidiyor.
Todd: Yeah, grapes are great. Actually where I’m from in California it’s a big producer of raisins.
Evet üzüm harika bir şey. Aslına bakarsan California’da bizim oralarda kuru üzüm çok yetiştiriliyor.
Ruth: Oh yeah that’s right and you can get raisins in little red boxes, can’t you?
Evet doğru, küçük kırmızı kutularda/paketlerde kuru üzüm alabiliyorsunuz, değil mi?
Todd: Yeah. The thing is, I love raisins but not just plain. Just eating raisins, I don’t know, doesn’t do it for me but I love raisins in my cereal. And I love raisin bran. Best cereal ever made.
Evet, mesele şu, kuru üzümü severim ama tek başına değil. Sırf kuru üzüm yemek, bilmiyorum ama, bana göre birşey değil, ama kahvaltılık gevreğimde kuru üzümü severim. Kuru üzüm kepeğini de severim. Şimdiye kadar yapılmış en iyi gevrektir.
Ruth: I really like it too.
Ona/kuru üzüm kepeğine ben de bayılırım.
Todd: And I love raisins in cookies.
Kuru üzümlü kurabiyeleri de severim.
Ruth: Yes, me too.
Evet, ben de.
Todd: And raisin bread.
Bir de kuru üzümlü ekmek.
Ruth: I don’t think I’ve ever had raisin bread.
Hiç kuru üzümlü ekmek yediğimi sanmıyorum/hatırlamıyorum.
Todd: What? You’re like a huge raisin fan. And you’ve never had raisin bread?
Ne? Tam bir kuru üzüm hastasısın/delisisin ve/ama hiç kuru üzümlü ekmek yemedin, ha?
Ruth: I don’t think so. Is it like a teacake?
(yediğimi) zannetmiyorum. Çay çöreği gibi birşey mi?
Todd: No, it’s just like a sweet bread with raisins in the middle.
Hayır, içinde/ortasında kuru üzümler olan tatlı bir ekmek gibi birşey.
Ruth: No, I’ve never had that.
Hayır, daha önce hiç ondan yemedim.
Todd: You are deprived!
çok şey kaçırmışsın/kaybetmişsin! neden mahrum kaldığını/neler kaçırdığını bir bilsen!
Ruth: Obviously!
Kesinlikle/çok haklısın!
Todd: Well I’ll find some raisin bread and I’ll give it to you.
Pekala, biraz kuru üzümlü ekmekten bulup sana vereceğim/getireceğim.
Ruth: Oh you’re a star, thank you.
Oh harikasın/çok iyisin/kralsın, teşekkürler. 

23 Kasım 2014 Pazar

İngilizce Ders 7

Elllo Audio Listening
Shopping
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Ruth: Akane, you've got a new skirt!
Akane, eteğin yeniymiş/yeni bir etek almışsın/yapmışsın!
Akane: I do. Thanks for noticing.
Evet/doğru/öyle. Fark ettiğin için teşekkürler.
Ruth: Oh, that's OK. So are you quite into fashion?
Ne demek/rica ederim. Modaya çok düşkün müsündür/modayı iyi/sıkı takip eder misin?
Akane: Well, I do like to buy stuff now and then.
Evet, ara sıra birşeyler almak hoşuma gider/gidiyor.
Ruth: Yeah, and was that the last thing you bought?
Bu en son aldığın şey miydi?
Akane: Ah, I'd say so, yes.
Doğru, evet. (zannedersem/yanılmıyorsam evet)
Ruth: So do you spend quite a lot of money on clothes?
Kılık kıyafete çok fazla para verir misin/harcar mısın?
Akane: Ah, no, I like to look for bargains.
Hayır, kelepir/ucuza birşeyler aramayı/bakmayı severim..
Ruth: Oh, good plan.
Akıllıca.
Akane: Yeah.
Ruth: And was that skirt a bargain?
Bu etek kelepir miydi/bu eteği ucuzluktan mı aldın?
Akane: Oh, yes it was.
Ruth: How much was it?
Ne kadardı/fiyatı ne kadardı/ne kadar ödedin/ne kadara aldın?
Akane: It was actually only 1,300 yen. (Wow) Yeah. That's about 13 Canadian dollars.
Sadece 1300 yendi. Yaklaşık 13 Kanada doları.
Ruth:That's such a bargain. That's fantastic.
Baya ucuzmuş/hiç birşey değil/sudan ucuzmuş. Harika/çok iyi.
Akane: Yeah, it was.
Ruth: So how often do you go shopping?
Ne kadar sık alışverişe çıkarsın/gidersin?
Akane: Um, not too often, maybe about once a month.
Çok sık değil. Belki ayda bir defa falan.
Ruth: Once a month. For clothes?
Ayda bir defa. Elbise/giyecek/kılık kıyafet (almak) için mi?
Akane: Um, yeah, just to browse around, look around. Um, I might not always buy something, but once in awhile I do.
Evet, sadece dolaşıp bakınmak/araştırmak için. Bazen birşeyler almadığım/alışveriş yapmadığım oluyor/olabiliyor, ancak arada bir/ara sıra alışveriş yaparım/birşeyler satın alırım.
Ruth: And where do you go?
Nereye gidersin/gidiyorsun (alışveriş yapmak için)?
Akane: Well, I like to go to the local market, and things like that, cause I think that's the best place to find bargains.
Semt pazarı gibi yerlere gitmeyi seviyorum, çünkü bence buralar kelepir/ucuza birşeyler bulmak için en iyi/uygun yerler.
Ruth:  Of course! Do you normally try clothes on before you buy them?
Kesinlikle! Genellikle elbiseleri/kıyafetleri satın almadan önce dener misin/deniyor musun?
Akane: I do. I prefer to try them on before I buy them. It's not always possible though.
Denerim. Satın almadan önce onları (elbiseleri) giyip denemeyi/üzerimde denemeyi tercih ediyorum. Gerçi her zaman imkan olmuyor.
Ruth: So if you buy something at a market, so you try it on first?
Pekala, pazardan/çarşıdan birşey alıyorsan, o halde önce/evvela dener misin/deniyor musun?
Akane: Well, yes I would ask the person if I can try it on. If they say no, then I would try
to see if it fits or not right on top of my clothes and make a good guess.
Kişiye (satıcıya/görevliye) deneyip deneyemeyeceğimi/deneyebilir miyim diye sorarım. Deneyemezsin derlerse, o zaman bana olup olmadığını anlamak/görmek için elbiselerimin üzerinden deneyip güzel/iyi bir tahminde bulunurum.
Ruth: Do you ever buy clothes which are second hand, which other people have already worn?
Hiç başka insanların giydiği/kullandığı, ikinci el kıyafet alır mısın/aldığın olur mu?
Akane: I used to be really into vintage clothes when I was younger. Yes, there's a huge area
in Toronto where I'm from where there are many shops with vintage clothes, and I used to go there all the time.
Gençken/gençliğimde eski/kullanılmış elbiseleri/giyecekleri çok severdim/çok meraklıydım. Memleketim Toronto’da eski/kullanılmış kıyafetlerin bulunduğu/satıldığı çok sayıda dükkanın olduğu büyük bir yer var, her zaman oraya giderdim.
Ruth: Wow. So there kind of dated clothes are they?
Eski/eskimiş giyecekler/kıyafetler türü şeyler mi?
Akane: Yes, they are. They are second hand clothes. They're used and they're very cheap and very fashionable.
Evet o tür şeyler. Ikinci el kıyafetler. Kullanılmış, çok ucuz ve çok şık şeyler.
Ruth: Oh, that sounds fantastic.
Harikaymış/çok iyiymiş ya! (çok iyi birşeye benziyor)
Akane: Yeah, it is.
Ruth: Does anybody else ever buy you clothes? Do your parents buy you clothes sometimes?
Sana hiç başka elbise/giyecek alan oluyor mu? Ailen bazı zamanlar sana elbise/giyecek alıyor mu?
Akane: Um, I suppose they used to when I was younger, but not anymore, because you know, I like to choose my own things.
Sanırım/galiba ben gençken alıyorlardı ama artık almıyorlar, çünkü bilirsin işte, içimden geleni/kendi beğendiğimi/istediğimi seçmeyi seviyorum.
Ruth: Of course, yeah.
Akane: But once in awhile I might go shopping with my mother, and if there's something
I like she might buy it for me if it's a special occasion.
Ama bazen annemle birlikte alışverişe çıktığım oluyor/olabiliyor, eğer beğendiğim/istediğim birşey olursa, özel bir günse benim için aldığı oluyor.
Ruth: Oh, that's generous.
Eli açıkmış/gönlü zenginmiş.
Akane: She is.
Öyledir.
Ruth: Alright, well thanks for that Akane.
Sohbet için teşekkürler.
Akane: Alright.
Rica ederim/birşey değil/ne demek

17 Kasım 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 39

English Expressions & Phrases

to be short by

= not meeting a requirement; deficient
    not reaching a standard, level, etc
    having less than what is needed
    not having enough of something

= açık/eksik/noksan olmak


* That dress is $100. I have $97. I'm short by $3.
  (Elbise yüz dolar. benim 97 dolarım var. Üç dolar eksiğim/açığım var.)

* I received my paycheck and it was short by ten hours of overtime pay.
  (Maaş çekimi aldım, fazla mesai ücretim on saat eksikti.)

* We need 10 players for our football game. We have eight players, so we're short by two.
  (Futbol maçımız için on oyuncuya ihtiyacımız var. Biz sekiz oyuncuyuz, yani iki oyuncu eksiğiz.)

* The pound of apples that you bought was short by several ounces.
  (Aldığın yarım kilo elma birkaç gram eksik çıktı/eksikmiş.)

* A: My cash register is short by $15.
  (Kasamda on beş dolar açık/eksik var.)
  B: You must have given a customer too much change.
  (Bir müşteriye fazla para üstü vermiş olmalısın/demek ki bir müşteriye fazla para üstü vermişsin.)

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 23

Learning English With Songs


Goodnight Moon / Shivaree


There's a nail in the door
(kapı çivili/sürgülü)
(kapı sımsıkı kapalı/kilitli)
And there's glass on the lawn
(patiska üzerinde kadeh/bardak duruyor)
Tacks on the floor
(yerlerde de yiyecek kırıntıları var)
And the TV is on
(televizyon da açık)
And I always sleep with my guns
(ve ben silahımla yatıyorum)
When you're gone
(sen yokken)

There's a blade by the bed
(yatağımın yanıbaşında bir bıçak)
And a phone in my hand
(ve elimde bir telefon duruyor)
A dog on the floor
(yerde köpek)
And some cash on the nightstand
(komodinin üstünde de bir miktar para-var/duruyor-)
When I'm all alone the dreaming stops
(yalnızken rüya göremiyorum)
And I just can't stand
(dayanamıyorum/katlanmak çok zor)

What should I do I'm just a little baby
(ne yapabilirim ki/elimden ne gelir ki ben daha küçücüğüm)
What if the lights go out and maybe
(ya ışıklar/elektrikler giderse, gidebilir de)
And then the wind just starts to moan
(sonra da rüzgar inlemeye/uğuldamaya başlarsa)
Outside the door he followed me home
(eve kadar peşimi bırakmayıp kapının dışında-ki/bekleyen rüzgar)

Well goodnight moon
(işte böyle, iyi geceler ay)
I want the sun
(ben güneşi istiyorum)
If it's not here soon
(güneş yakında doğmazsa)
I might be done
(işim bitebilir/halim/durumum çok kötü olabilir)
No it won't be too soon 'til I say
(hayır, öyle hemencecik değil, ben diyene kadar)
Goodnight moon
(iyi geceler ay)

There's a shark in the pool
(havuzda köpek balığı var)
And a witch in the tree
(ağaçta da bir cadı duruyor)
A crazy old neighbour and he's been watching me
(çatlak yaşlı komşum beni izliyor/dikizliyor)
And there's footsteps loud and strong coming down the hall
(koridordan/holden doğru sesli ve güçlü adımlar duyuluyor)
Something's under the bed
(yatağın altındaki şey)
Now it's out in the hedge
(şimdi çitin öbür tarafına geçti)
There's a big black crow sitting on my window ledge
(penceremin pervazında tünemiş büyük siyah bir karga var)
And I hear something scratching through the wall
(ve duyuyorum/sesler geliyor bir şey duvarı tırmalıyor)

Oh what should I do I'm just a little baby
What if the lights go out and maybe
I just hate to be all alone
(yapayalnız olmak hiç hoşuma gitmiyor)
Outside the door he followed me home
(eve kadar peşimi bırakmayıp kapının dışında-ki/bekleyen yalnızlık)
Now goodnight moon
(artık iyi geceler ay)
I want the sun
If it's not here soon
I might be done
No it won't be too soon 'til I say
Goodnight moon

Well you're up so high
(çok çok yükseklerdesin)
How can you save me
(beni nasıl kurtarabilesin ki)
When the dark comes here
(buraya karanlık çöktüğünde)
Tonight to take me up
(bu gece beni götürdüğünde)
To my front walk
(evimin önündeki kaldırıma)
And into bed where it kisses my face
(ve yüzüme öpücük kondurduğu yatağıma-götürdüğünde)
And eats my head
(ve başımın etini yediği-yatağıma)

Oh what should I do I'm just a little baby
......
...... 

13 Kasım 2014 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 38

English Expressions & Phrases

egg someone on


= to encourage, urge, or dare someone to continue doing something, usually something unwise
    to provoke, to incite
    to urge someone to do something that is usually negative

= doldurmak, dolduruşa getirmek, gaza getirmek, gaz vermek
    kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek, saldırtmak
    teşvik etmek, ayartmak
    cesaretlendirmek, yüreklendirmek


* She was egging him on to fight.
  (Kavga etmesi için onu tahrik ediyordu/gaza getiriyordu/dolduruyordu.)

* The gang tried to egg us on but we didn't want to fight.
  (Çete bizi tahrik etmek için uğraştı ama biz kavga etmedik.)

* I didn't mean to do it, the others kept egging me on!
  (Bunu yapmak istememiştim ama diğerleri beni tahrik etti/kışkırttı/gaza getirdi.)

* His friends kept egging him on, but Daniel refused to steal the watch.
  (Arkadaşları durmadan/sürekli onu teşvik etti/kışkırttı ama Daniel saati çalmayı kabul etmedi/reddetti.)

* John wouldn't have done the dangerous experiment if his brother hadn't egged him on.
  (Eğer kardeşi onu teşvik etmeseydi/cesaretlendirmeseydi John bu tehlikeyi deneyi yapamazdı.)

* The two boys kept throwing stones because the other children were egging them on.
  (Diğer çocuklar onları tahrik ettiği için o iki çocuk taş atmaya devam etti.)

* He didn't want to fight, but the other boys egged him on until he finally got angry and threw the first punch.
  (Kavga etmek istememişti ama diğer çocuklar sonunda sinirlendirip ilk yumruğu atana kadar onu tahrik ettiler.)

* A crowd of youths egged him on as he climbed the wall.
  (Gençler/gençlerden oluşan kitle/kalabalık duvara tırmanırken onu cesaretlendirdi/ona gaz verdiler.)

* His drama coach egged him on so he'd go onto the stage and perform as well as he did during the rehearsals.
  (Tiyatro hocası onu cesaretlendirdi/yüreklendirdi, bunun üzerine sahneye çıkıp provalardaki kadar iyi bir performans ortaya koydu.)

* She didn't really want to learn to drive but her children kept egging her on.
  (Araba kullanmayı öğrenmeyi hiç de istemiyordu ama çocukları sürekli onu teşvik etti/cesaretlendirdi.)

* I wouldn’t have gone bungee jumping if John hadn’t egged me on to do it.
  (Eğer John beni cesaretlendirmeseydi, bungee jumping yapmaya gidemezdim.)

* She never would have done it herself, but the girls were egging her on.
  (Bunu kendisi asla yapmazdı, ama kızlar onu ayarttılar/dolduruşa getirdiler.)
  (Asla bunu yapacak biri değil, ama kızların dolduruşuna/tahrikine/gazına gelmiş.)


* Don't egg him on! He gets himself into enough trouble without your encouragement.
  (Onu tahrik etmeyin/kışkırtmayın. Sizin cesaretlendirmeniz/yüreklendirmeniz olmadan da kendisini yeterince belaya sokan biri zaten.)

* Two girls were fighting outside the club, egged on by a group of friends.
  (İki kız arkadaşlarının tahrikleriyle/kışkırtmalarıyla kulübün/gece kulübünün dışında kavga ediyordu.)

* Quit egging him on about his pet peeves.
  (Onu en sevmediği şeyler üzerinden tahrik etmeyi bırakın.)

* I didn't want to steal the exam, but they egged me on.
  (Sınav sorularını çalmak istememiştim ama beni kışkırttılar/teşvik ettiler.)

* All the boys egged Peter on to steal some beer from the shop.
  (Bütün çocuklar Peter'i dükkandan bir kaç bira çalması için kışkırttılar/gaza getirdiler/teşvik ettiler.)

* He was silly to jump in the river, but the others shouldn't have egged him on!
  (Nehre atlaması aptalcaydı ama diğerleri de onu tahrik etmemeliydi/gaza getirmemeliydi.)

12 Kasım 2014 Çarşamba

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 22

Learning English With Songs


It Must Have Been Love / Roxette


It must have been love but it's over now
(sanırım -hissettiklerim/yaşadıklarım- aşktı ama artık bitti)

Lay a whisper on my pillow
(Yastığımın üzerine bir fısıltı koy/bırak)
(Başımı yastığa koyduğumda fısılda bana)
Leave the winter on the ground
(Bırak kış yerde kalsın)
(Kış günü ısıt yatağımı)
I wake up lonely, there's air of silence
(-yatakta-yalnız/bir başıma uyanıyorum/gözlerimi açıyorum, sessizlik havası hakim/sessizlik hüküm sürüyor)
In the bedroom and all around
(yatak odamda ve her yerde)

Touch me now, I close my eyes
(dokun şimdi bana, yumuyorum gözlerimi)
And dream away
(dalıyorum hayallere/hayaller kurmaya başlıyorum)

It must have been love but it's over now
(sanırım -hissettiklerim/yaşadıklarım- aşktı ama artık bitti)
It must have been good but I lost it somehow
(sanırım o yaşadıklarım/hissettiklerim iyi/güzel birşeydi ama bir şekilde o güzelliği kaybettim)
(Şimdi anladım/kafam dank etti, meğerse aşkı/çok güzel birşeyi kaçırmışım/kaybetmişim)
It must have been love but it's over now
From the moment we touched till the time had run out
(birbirimize dokunduğumuz andan vaktimiz/zamanımız sona erene/tükenene kadar)

Make believing we're together
(sanki birlikteymişiz gibi hayal ediyorum)
That I'm sheltered by your heart
(kalbinde tüm kötü ve tatsız şeylerden uzak olduğumu-hayal ediyorum-)
But in and outside, I've turned to water
(Ama evde veya dışarıdayken su oluyorum/suya dönüşüyorum)
Like a teardrop in your palm
(mesela avuç içinde bir gözyaşı damlası-oluyorum-)

And it's a hard winter's day
(ve zorlu/çetin bir kış günü)
I dream away
(ben hayallere dalıyorum)

It must have been love but it's over now
It was all that I wanted, now, I'm living without
(istediğim tek şeydi o/aşk, artık/şimdi onsuz/aşksız yaşıyorum/onsuzum/aşksızım)
It must have been love but it's over now
It's where the water flows, it's where the wind blows
(aşk varken sular akardı, aşk varken rüzgar eserdi)
(Şimdi çetin kış gününde sular donuk, rüzgar esmiyor)

It must have been love but it's over now
......... 

10 Kasım 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 37

English Expressions & Phrases


on (the) average


= the usual amount of something
    around, about
    generally; usually, typically

= ortalama, ortalama olarak, ortalamada
    yaklaşık, yaklaşık olarak
    genel itibariyle, genellikle, umumiyetle



* We sold, on average, 300 units a month.
  (Ortalamada aylık 300 parça satış yapmışız.)

* Women on average tend to be more interested in shopping than men are.
  (Kadınlar ortalama olarak/genel itibariyle alışverişe ilgi göstermeye erkeklerden daha çok meyilli/yatkın oluyor.)

* Children watch, on average, five hours of television every day.
  (Çocuklar her gün ortalama beş saat televizyon izliyor.)

* She can read 50 pages an hour, on the average.
  (Ortalama olarak saatte elli sayfa okuyabiliyor.)

* I cook chicken, on average, once every two months.
  (Ortalama her iki ayda bir tavuk pişiririm/tavuk yemeği yaparım.)

* This report looks OK, on average.
  (Bu rapor genel itibariyle/hatlarıyla iyi görünüyor.)
  (Bu raporda genel itibariyle/hatlarıyla bir sorun gözükmüyor/görünmüyor.)


* On average, it rains once a week here.
  (Ortalama olarak burada haftada bir yağmur yağar.)
  (Burası ortalama olarak haftada bir yağmurludur/yağmurlu olur.)


* Prices have increased on average by five percent.
  (Fiyatlar ortalama yüzde beş arttı/yükseldi/fiyatlarda ortalama yüzde beşlik bir artış oldu/yaşandı/meydana geldi.)

* On average, women live longer than men.
  (Ortalama olarak, kadınlar erkeklerden daha uzun yaşıyor.)

* On average, women live between five and seven years longer than men.
  (Ortalama olarak kadınlar erkeklerden beş ila yedi yıl arasında daha uzun yaşarlar.)

* On average, he watches three movies a week.
  (Ortalama olarak haftada üç film izler/izliyor.)

* On average, a person’s income is highest when they are in their mid-50s.
  (Genel itibariyle bir kimsenin geliri ellili yaşlarının ortasına geldiğinde en yüksek seviyeye ulaşır.)

* The city's police chief says they arrest, on average, 300 people each day.
  (İl emniyet müdürü ortalama olarak her gün üç yüz kişiyi tutukladıklarını/üç yüz kişinin tutuklandığını söyledi/açıkladı.)

7 Kasım 2014 Cuma

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 21

Learning English With Songs


I Want To Know What Love Is / Foreigner


I gotta take a little time
(biraz zamana ihtiyacım var/bana biraz zaman ver)
A little time to think things over
(olan biteni/gidişatı/herşeyi iyice düşünmem için biraz zaman-istiyorum/biraz zamana ihtiyacım var-)
I better read between the lines
(satır aralarını okusam/işin iç yüzünü anlasam iyi olur/ederim)
In case I need it when I'm older
(yaşlandığımda ihtiyacım olacak çünkü)

Now this mountain I must climb
(şimdi tırmanmam gereken dağ bu/aşmam/halletmem gereken sorun bu)
Feels like a world upon my shoulders
(dünyayı omuzlamışım sanki/bir dünya yük var sanki omuzlarımda)
I through the clouds I see love shine
(bulutların ardında aşk parıltısını görüyorum/sıkıntılı günler geçince aşkı bulacağım)
It keeps me warm as life grows colder
(bunu düşünmek beni sıcak tutuyor hayat soğurken)

In my life there's been heartache and pain
(hayatımdan aşk acısı ve keder eksik olmadı/olmuyor)
I don't know If I can face it again
(buna/aşk acısına tekrar katlanabilir miyim bilmiyorum/emin değilim)
Can't stop now, I've traveled so far
(artık duramam/vazgeçemem, bu kadar uzun yol katetmişim/almışım)
To change this lonely life
(bu yalnız hayatımı değiştirmek için/değiştireyim diye)

I wanna know what love is
(aşk neymiş/nasıl birşey miş bilmek/öğrenmek istiyorum)
I want you to show me
(bana senin göstermeni istiyorum)(bunu senden öğrenmek istiyorum)
I wanna feel what love is
(aşk neymiş/nasıl birşeymiş hissetmek/yaşamak istiyorum)
I know you can show me
(gösterebileceğini/öğretebileceğini biliyorum)

I'm gonna take a little time
(kendime biraz zaman vereceğim/ayıracağım)
A little time to look around me
(etrafıma/çevreme bakınmam için biraz zaman-ayıracağım)
I've got nowhere left to hide
(saklanacak/kaçacak yerim kalmadı)
It looks like love has finally found me
(öyle görünüyor ki/görünen o ki aşk sonunda/nihayet buldu beni)

In my life there's been heartache and pain
I don't know if I can face it again
I can't stop now, I've traveled so far
To change this lonely life

I wanna know what love is
I want you to show me
I wanna feel what love is
I know you can show me

I wanna know what love is
I want you to show me
And I wanna feel, I want to feel what love is
And I know, I know you can show me

Let's talk about love
(aşktan bahsedelim/konuşalım)
I wanna know what love is, the love that you feel inside
(aşk neymiş öğrenmek istiyorum, aşkı, içinde hissedersin ya hani)
I want you to show me, and I'm feeling so much love
(bana aşkı öğretmeni istiyorum, çok güçlü/sağlam bir aşka ihtiyacım var)
I wanna feel what love is, no, you just cannot hide
(aşk neymiş hissetmek/yaşamak istiyorum, hayır öylece kaçamazsın/saklanamazsın)
I know you can show me, yeah
(bana gösterebileceğini/öğretebileceğini biliyorum, evet)

I wanna know what love is, let's talk about love
(aşk neymiş öğrenmek istiyorum, aşktan bahsedelim/konuşalım)
I want you to show me, I wanna feel it too
(bana aşkı öğretmeni istiyorum, aşkı yaşamak da istiyorum)
I wanna feel what love is, I want to feel it too
(aşk neymiş hissetmek/yaşamak istiyorum, yaşamak da istiyorum)
And I know and I know, I know you can show me
(ve biliyorum, biliyorum, biliyorum bana öğretebileceğini)
Show me love is real, yeah
(aşkın gerçek olduğunu göster/kanıtla bana)
I wanna know what love is...

------------

* gotta
= have got to (...meli, ..malı)
- Do what you gotta do.
  (Ne yapman gerekiyorsa yap.)
- I gotta go.
  (Gitmem/çıkmam lazım/gerekiyor/gitmeliyim/çıkmalıyım-telefonu- kapatmam lazım.)
- You gotta see this.
  (Bunu görmelisin/bunu kaçırma.)
- There's a couple of things I gotta do.
  (Yapmam gereken bir kaç/bir iki şey var.)
not: have/has ilaveli kullanımı ise zorunluluk anlamına daha fazla vurgu yaparken ayrıca bunun yakın zamanda olması gerektiğini ifade eder.
- I've gotta tell my wife I'll be late.
  (Geç kalacağımı eşime söylemem/haber vermem lazım)(bir an önce)

* to think over
= iyice/dikkatlice/enine boyuna düşünmek, düşünüp taşınmak, tekrar/bir daha düşünmek
- I need a few minutes to think it over.
  (Tekrar/bir daha düşünmek için bir kaç dakika istiyorum.)
- I've thought it over and have made up my mind; I'm going to take the job in Leeds.
  (İyice düşündüm ve kararımı verdim; Leeds'deki işi kabul edeceğim.)
- Let me think over your request for a day or so.
  (Teklifinizi bir iki gün iyice düşüneyim/düşüneceğim.)
- Think over what I said and let me know tomorrow what your decision is.
  (Söylediklerimi iyice düşün ve yarın bana kararını bildir/söyle.)
- I'll think it over and give you an answer next week.
  (Bunu iyice/dikkatlice/enine boyuna düşünüp haftaya size bir cevap/cevabımı veririm.)

* to read between the lines
= satır aralarını okumak, denmek/söylenmek isteneni anlamak, gizli/saklı manaları bulmak/çıkarmak,
  ima edileni anlamak, altında yatan anlamı anlamak/çıkarmak, içyüzünü anlamak
- After listening to what she said, if you read between the lines, you can begin to see what she really means.
  (Onun söylediklerini dinledikten sonra/dinleyince, satır aralarını okuduğunuzda, onun gerçekte ne söylediğini anlamaya başlayabilirsiniz.)
- Don't believe every thing you read literally. Learn to read between the lines.
  (Okuduğun herşeyi kelimesi kelimesine/genel anlamıyla kabullenme. Satır aralarını okumayı/onların altındaki gizli manaları bulmayı/çıkarmayı öğren.)
- I got a letter from Robyn and she isn't happy. She didn't say anything but I could tell by reading between the lines that something's wrong.
  (Robyn'den mutlu olmadığına dair bir mektup aldım/geldi. Herşeyi yazmamış/anlatmamış ama satır aralarını okuduğumda şunu diyebilirim ki bir sorunu var.)
- A good writer doesn't tell the reader everything directly but leaves it up to the reader to figure things out for themselves by reading between the lines.
  (İyi bir yazar okuyucuya herşeyi doğrudan anlatmaz/yazmaz/sunmaz ama bazı şeyleri satır aralarını okuyup kendilerinin bulup anlaması için bırakır.)

* gonna
= going to ifadesinin informal/günlük konuşma kısaltması
- What we gonna do now? (= What are we going to do now?)
  (Ne yapacağız şimdi?)