25 Ağustos 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 147

people person

= who gets on well with others
    extroverted, has great social skills, and loves interacting with people
    an outgoing, gregarious person with good communication skills
    a sociable and compassionate person

= insanlarla arası iyi olan
    insanlarla iyi geçinen/anlaşan, insanlarla iletişimi iyi olan
    konuşkan/muhabbetli/girişken/sosyal insan
    sevecen/müşfik/güler yüzlü/sıcak insan/kişi




* He was always energetic and positive and he was a people person.
  (O her zaman enerjik/çalışkan ve pozitif/yapıcıydı ve insanlarla iletişimi çok iyiydi.)

* I am a people person, and would make a good team leader.
  (İnsanlarla aram iyidir/iyi anlaşırım ve iyi bir takım/ekip lideri olurum.)

* Ashley's been promoted to director of human resources. She'll do a great job – she's a real people person.
  (Ashley insan kaynakları yöneticiliğine terfi ettirildi/etti. İşini çok iyi yapıyor, insanlarla iletişimi gerçekten iyi olan biri/tam bir sosyal insan.)

* Colleagues say she's a good people person who can really motivate a team.
  (Meslektaşları/Çalışma arkadaşları onun bir takımı/ekibi/insanları son derece motive edebilen girişken biri olduğunu söylüyorlar.)

* Gary is such a people person he can get along with almost anybody.
  (Gary öyle sosyal/muhabbetli/sıcak biri ki hemen hemen herkesle geçinebilir/anlaşabilir.)
  (Gary öyle sosyal/muhabbetli/sıcak biri ki anlaşamayacağı/geçinemeyeceği kimse neredeyse/hemen hemen hiç yoktur.)

* Did you see how Tom handled that irate customer, he is a real people person.
  (Tom'un öfkeli müşteriyle ilgilenişini/nasıl ilgilendiğini/öfkeli müşteriyi nasıl sakinleştirdiğini gördün mü, gerçekten insanlarla çok iyi anlaşan/iletişim kurabilen biri.)

* John's a real people person, he can chat to anyone.
  (John tam sosyal/konuşkan/girişken biri, herkesle sohbet/muhabbet edebilir.)

* "Superintendents need to learn to be people persons" he explains.
  (Yöneticilerin insanlarla iyi iletişim kurmayı öğrenmeleri gerekiyor diye açıklamada bulundu.)

* You have to be a people person who enjoys constant contact with customers.
  (Müşterilerle sürekli iletişim/bağlantı halinde olmayı seven/olmaktan hoşlanan sosyal/güler yüzlü/sıcak bir insan olunması gerekiyor/gerekmektedir.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 146

crunch the numbers

= to do a lot of calculations
    to do lot of math to figure out the answer to a question
    to do the math

= hesabını kitabını yapmak, ince/ayrıntılı hesaplar yapmak
    zor/karmakarışık hesaplar yapmak, rakamlarla boğuşmak
    çok haneli hesaplar yapmak
 


* After crunching the numbers, our accounting department informed us that we don't have enough money to buy the new equipment.
  (Hesap kitap yaptıktan sonra/Maliyetini hesapladıktan sonra, muhasebe/finansal departmanımız bize yeni malzemeyi/cihazı alabilecek/almaya yetecek kadar paramız olmadığını bildirdi/olmadığı bilgisini verdi/iletti.)

* A trade delegation has gone to Japan ahead of the Prime Minister, to crunch the numbers with their Japanese counterparts.
  (Japon mevkidaşlarıyla hesabını kitabını yapmak/hesaplamalarını/maliyetlerini çıkarmak/konuşmak için başbakanın ziyaretinden önce/ziyareti öncesi ticari bir heyet Japonya'yı ziyaret ediyor/Japonya ziyareti gerçekleştiriyor.)

* We crunched the numbers, and it looks like we could make a lot of money on this product.
  (Hesabını kitabını yaptık ve öyle görünüyor ki/görünen o ki bu üründen çok para kazanabiliriz/bu ürün bize çok para kazandırabilir.)

* I don't know exactly how much it'll be. I'll call the office and have them crunch the numbers.
  (Tam olarak kaça patlayacağını/ne kadara mal olur bilmiyorum. Ofise gidip bir hesabını kitabını yapayım.)

* We decided to go ahead with the deal after we crunched the numbers and met with the management team.
  (Hesabını kitabını yapıp ve yönetim ekibimizle görüştükten sonra anlaşmayı sürdürmeye/devam ettirmeye/uzatmaya karar verdik.)

* I spent all night crunching numbers and realized that we were spending way too much money building our new factory in Tennessee.
  (Bütün gece oturup hesabını kitabını yaptım ve Tennessee'deki yeni fabrika inşaatımıza fazla para harcadığımızı anladım/fark ettim/harcadığımız ortaya çıktı.)

* Preparing John's presentation to the Federal Reserve Board required many hours of crunching numbers.
  (John'un Federal Rezerv Kuruluna sunumunun hazırlığı rakamlarla boğuşmayla/hesap kitap yapmakla geçen saatler gerektiriyor.)

24 Ağustos 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 145

have a lot/enough/too much on one's plate
have one's plate full

= to have a lot of work and responsibilities at the moment
    to have a lot of problems to deal with

= yapacak çok işi olmak, çok yoğun/meşgul olmak
    bir çok görevi/sorumluluğu/işi olmak
    işi başından aşkın olmak, işten başını kaldıramamak
    zaten yeterince derdi/sorunu/işi olmak



* Ann has a lot on her plate at the moment. She's just had twins!
  (Ann şu an çok meşgul. Daha yeni ikizleri oldu/ikiz doğurdu.)

* Don't bother your mother -- she's got a lot on her plate at the moment.
  (Anneni rahatsız etme, şu an işi başından aşkın.)

* Sorry I didn’t call you back sooner; I have a lot on my plate right now.
  (Sana daha önce/erken dönüş yapamadığım/seni daha çabuk geri arayamadığım için kusura bakma, şu anda çok meşgulüm/işten başımı kaldıramıyorum.)

* What with the new baby and the new house, they have a lot on their plate.
  (Yeni doğan bebeklerini ve yeni eve taşınmalarını düşünecek/hesaba katacak olursak, yapacak bir sürü işleri var.)

* I can't take that on now; I've got too much on my plate already.
  (Şu an onunla ilgilenemem, zaten işim başımdan aşkın/elimde bir sürü iş var.)

* I don't want to burden my daughter with my problems; she's got enough on her plate with her husband in prison.
  (Kendi sorunlarımla kızıma yük/sıkıntı olmak istemiyorum, hapisteki kocasının derdi ona yetiyor zaten.)

* Simon can't take on any more work. He's got his plate full as it is.
  (Simon daha fazla işle uğraşamaz/ilgilenemez. Bu haliyle zaten işi başından aşkın/başını işten kaldıramıyor.)

* I'm sorry I didn't answer your email. I have a lot on my plate right now. I have an important report to finish by Friday, and one of my kids is sick.
  (E-postana cevap yazmadığım için özür dilerim. Şu an çok meşgulüm/yoğunum. Cumaya yetiştirmem gereken önemli bir raporum var çocuklarımdan biri hasta oldu.)

* Sorry, but the manager can't speak to you today. The company is launching new products next week and she's got too much on her plate right now.
  (Kusura bakmayın, bugün müdür sizinle konuşamayacak/görüşemeyecek. Şirket bu hafta yeni ürününü piyasaya sürüyor, bu sebeple müdür çok yoğun.)

* Wow, Melissa, you take care of your aging mom, go to college, work full-time, and try to run a household. You have a lot on your plate!
  (Vay, Melissa, ihtiyar/yaşlı annene bakıyorsun, okula gidiyorsun, tam zamanlı işte çalışıyorsun ve bir evi çekip çevirmek/idare etmek için uğraşıyorsun. Çok fazla işin/sorumluluğun var.)

* Abraham has a lot on his plate right now, we should try to help him in whatever ways we can so he’s not so stressed out.
  (Abraham'ın şu an işi başından aşkın, çok fazla strese girmemesi için ne yapabiliyorsak yardımcı olmamız lazım.)

* A: Are you going to the football game with us next weekend?
  (Önümüzdeki hafta bizimle futbol maçına gelecek misin/gelir misin?)
  B: No, I have a lot on my plate right now. My new job is demanding a lot of overtime work. My wife is out of town on a business trip and I'm taking care of the kids.
  (Hayır, Şu an çok yoğunum. Yeni girdiğim işte çok fazla mesaiye kalmam gerekiyor. Karım iş gezisi için şehir dışına çıktı, bu yüzden çocuklarla ben ilgileniyorum.)

* A: Why did you quit your job?
  (İşten niye çıktın/ayrıldın?)
  B: I didn't like my boss, and I hated having a lot on my plate all the time.
  (Patronumdan hoşlanmadım ve her zaman bir sürü yapacak işimin olması hoşuma gitmedi.)

* A: I'm sorry for not coming to your party on Saturday. I've got a lot on my plate right now, what with tests and school interviews coming up.
  (Cumartesi günkü partinize gelemeyeceğim için kusura bakmayın. Yaklaşan sınavlar ve okul mülakatları/görüşmeleri nedeniyle şu an çok yoğunum.)
  B: I understand. Maybe you can come next time when you're not so swamped.
  (Anlıyorum. Müsait olduğun başka zaman gelirsin belki.)

* A: Don't ask your mom for any more favors right now. She has a lot on her plate at the office.
  (Annenden daha fazla bir şey yapmasını isteme şu an. Ofiste işi başından aşkın.)
  B: I hate this! Ever since she started working, she has no time for me!
  (Bundan nefret ediyorum/Off ya! İşe girdiğinden/Çalışmaya başladığından beri bana vakit ayırmıyor.)

23 Ağustos 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 144

go/sell like hotcakes/hot cakes

= to be sold very fast
    to sell quickly and in large numbers
    a lot of customers are buying it very fast

= peynir ekmek gibi satılmak, su gibi satmak/satılmak
    kapış kapış gitmek, yok satmak
    (ürün) havada kapışılmak, talep çok fazla olmak
    satışı iyi olmak, popüler olmak
    üretimi talebe yetişmemek



* The delicious candy sold like hotcakes.
  (Tadına doyulmayan şeker/çikolata kapış kapış gitti/peynir ekmek gibi sattı/yok sattı.)

* The new game is apparently selling like hot cakes.
  (Yeni oyun anlaşılan/görünen o ki çok popüler/çok fazla talep görüyor.)

* The fancy new cars were selling like hotcakes.
  (Lüks son model arabalar kapış kapış gitti/havada kapışıldı.)

* The new product is selling like hotcakes. We'll need to produce more to keep up with the demand!
  (Bu yeni ürün yok satıyor. Talebe yetişmemiz için üretimi çoğaltmamız/artırmamız gerekiyor.)

* His record sold like hot cakes on the first day after its release.
  (Plağı/Albümü yayınlanmasının birinci gününde havada kapışıldı/büyük talep gördü.)

* The new Harry Potter books sold like hot cakes.
  (Yeni/Son Harry Potter kitabı peynir ekmek gibi satıldı.)

* Since word got out about the Perry case, the book has been selling like hot cakes.
  (Perry davasıyla ilgili haberin yayılmasından/duyulmasından dolayı/ötürü kitap peynir ekmek gibi satılıyor.)

* During a power outage, candles sell like hot cakes.
  (Elektrik kesintisi süresince mumlar kapış kapış gitti/yok sattı.)

* Milk, flashlights, and batteries sell like hotcakes when there's a big snowstorm in the forecast.
  (Hava durumunda büyük bir kar fırtınası/tipi tahmini/uyarısı olduğu zaman süt, el feneri ve pil peynir ekmek gibi/yok satıyor/pile talep çok fazla oluyor.)

* Since the band is playing here for only one night, I'm sure the tickets will sell like hotcakes.
  (Grup burada sadece bir gece çalsın/sahne alsın, eminim ki biletler havada kapışılır.)

* The new CD has only been released for about a week but already it is selling like hotcakes.
  (Yeni CD'si/albümü piyasaya çıkalı yaklaşık bir hafta olacak ama daha şimdiden peynir ekmek gibi satıyor.)

* Smartphones are confident to sell like hotcakes this Christmas, meaning that many persons will be finding their initial smartphone.
  (Bu Noel'de akıllı telefonlara talebin çok fazla olacağından herkes çok emin, bu da bir çok insanın ilk akıllı telefonunu alacağı anlamına geliyor.)

20 Ağustos 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 143

think outside/out of the box

= to think differently/unconventionally, or from a new perspective
    to think in a creative way that is different from usual

= farklı açıdan düşünmek/bakmak/değerlendirmek/yaklaşmak
    alışılmış kalıpların/alışılmışın/geleneklerin dışına çıkmak
    geniş bir perspektiften bakmak/değerlendirmek/fikir üretmek
    alışılmışın dışında kararlar almak/hareket etmek
    değişik/farklı çözüm yolları aramak/düşünmek
    daha geniş düşünmek



* You won't come up with good ideas until you think outside the box.
  (Farklı açılardan bakmadıkça iyi fikirler bulamazsınız.)

* Let's think outside the box for a minute and try to find a better solution.
  (Bir dakikalığına alışılmış kalıpların dışında düşünüp daha iyi bir çözüm bulmaya çalışalım.)

* She is not good at thinking outside the box.
  (Kalıpların dışına çıkmayı pek sevmez.)

* You've got to learn to think outside the box, John.
  (Farklı açıdan bakmayı öğrenmen lazım John.)

* We try to encourage our researchers to think outside the box.
  (Araştırmacılarımızı geleneklerin dışına çıkmaları için cesaretlendiriyoruz/teşvik ediyoruz.)

* We are urging both sides to think outside the box.
  (İki tarafa da daha geniş düşünmelerini/olaya daha geniş bir açıdan bakmalarını tavsiye ediyoruz/düşünmeye/bakmaya çağırıyoruz/davet ediyoruz.)

* We need to come up with a really good advertising campaign. Let’s try to think outside the box.
  (Çok iyi bir reklam firması bulmamız lazım. Herkesçe bilinen reklam firmaları dışında bir firma bulmaya çalışalım.)

* We need to think outside the box if we are going to come up with something really new.
  (Eğer gerçekten de yeni bir şeyler bulacaksak, alışılmış kalıpların dışında düşünmemiz/hareket etmemiz lazım.)

* These guys are incredibly creative - they really know how to think out of the box.
  (Bu adamlar inanılmaz yaratıcı adamlar, farklı açıdan düşünmeyi/bakmayı çok iyi biliyorlar.)

* You have to think outside the box and adapt those strategies to your business.
  (Daha geniş düşünüp bu stratejileri iş hayatına adapte etmen/uyarlaman gerekiyor.)

* To bring in new members, we have to be willing to try innovative ideas and think outside the box.
  (Yeni üyeler kazanmak/Aramıza yeni üyeler katmak için, yenilikçi fikirler bulmaya ve daha geniş düşünmeye hazır olmalıyız.)

* The boss wants some new ideas - it's time to think outside the box.
  (Patron yeni fikirler duymak/görmek istiyor, daha geniş düşünmenin/alışılmışın dışına çıkmanın zamanı geldi.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 142

(on the) plus side

= positively; from a favorable view or perspective
    used to introduce a positive statement

= işin iyi tarafı/güzel yanı
    iyi/olumlu/güzel tarafından bakarsak/bakacak/düşünecek/ele alacak/değerlendirecek olursak




* My boss spilled water all over my keyboard today. On the plus side, it's much cleaner now.
  (Patronum bugün klavyemin üzerine baştan aşağı su döktü. Ama olaya iyi tarafından bakacak olursam, klavyem artık çok daha temiz.)

* But on the plus side, I'm pretty scared of flying, so if I don't go, it's still a win-win situation.
  (Ama iyi/olumlu tarafından bakarsak/bakılacak olursa, uçmaktan çok korkan biriyimdir ben, bu yüzden eğer gitmezsem yine de kazançlı sayılırım/bir şey kaybetmiş olmam/sayılmam.)

* On the plus side, the topic that we chose was very common, so it was easy to find information.
  (İyi tarafı, seçtiğimiz konu çok bilinen/yaygın bir konuydu, bu yüzden hakkında bilgi bulmak zor değildi.)

* On the plus side, death is one of the few things that can be done just as easily lying down.
  (İyi tarafından değerlendirecek olursak, ölüm uzanırken/yatarken çok kolay bir şekilde yapılabilecek birkaç bir şeyden biridir.)

* On the plus side - you'll have the place pretty much to yourself!
  (İyi/Güzel tarafı, evin çok büyük bir kısmının kendinize kalacak olması!)

* The engine's operational lifespan was shortened, but on the plus side it became easier to construct.
  (Motorların çalışma/hizmet/kullanım ömrü kısaldı, ama iyi tarafı ise motorların yapımı/imal edilmesi daha kolay hale geldi.)

* Also on the plus side, sales in the firm's travel retail businesses such as shops at ports and airports grew by three per cent to £301m.
  (Ayrıca işin güzel yanı, liman ve havaalanlarındaki mağazalar/dükkanlar gibi seyahat perakendeciliği firmalarındaki satışlar yüzde üç artışla 301 milyon sterlin oldu.)

* On the plus side, I've had more time over the past month to catch up with some reading.
  (Güzel tarafı, okuyamadığım kitapları tamamlamak için geçen ay boyunca daha çok vaktim oldu.)

* On the plus side, Paris is one of the best holiday destinations if the weather isn't great, because there are so many beautiful buildings and galleries to discover.
  (İyi tarafından bakacak olursak, keşfedilecek/gezilecek/görülecek birçok güzel yapı ve müze olduğu için hava güzel olmasa da Paris en iyi/güzel tatil beldelerinden/yörelerinden/noktalarından biri.)

* I've wasted hours on Internet, but on the plus side I have another day of weekend before I have to go to work.
  (Onca saatim internette geçti, ama güzel tarafı iş günümden önce bir haftasonu günüm daha var.)

* He has broken his leg and will have to give up sport for some weeks. On the plus side, he will be able to spend more time studying.
  (Bacağı kırıldı, birkaç boyunca spordan uzak durmak/spora ara vermek zorunda. Olaya iyi tarafından bakacak olursak, ders çalışmaya/derslerine daha çok zaman ayırabilecek.)

* It is snowing heavily and we shan't be able to travel as we planned. On the plus side, we don't have to visit my mother in law.
  (Kuvvetli kar yağışı var, düşündüğümüz/planladığımız seyahati/yolculuğu yapamayacağız. Güzel tarafı, kaynanamı ziyaret etmek zorunda değiliz.)

* It’s not a perfect setup but, on the plus side, I can work at home.
  (Çok güzel bir iş düzeni değil ama olumlu tarafından bakacak olursak, evden çalışabiliyorum.)

* On the minus side, the job doesn't pay very well, but on the plus side, the hours are very convenient.
  (Kötü/Olumsuz tarafı, işin maaşı çok iyi değil, ama iyi/güzel tarafı, çalışma saatleri çok rahat/uygun.)

* On the plus side, all the staff are enthusiastic.
  (Olumlu olarak şunu söyleyebilirim ki tüm personel/çalışanların hepsi şevkle hizmet ediyorlar.)

* The plus side of working at home is that you can be more flexible.
  (Evden çalışmanın iyi/güzel tarafı bir yere fazla bağlı kalmıyorsun/daha esnek olabiliyorsun.)

* On the plus side, you'll have a wonderful house if you move there.
  (Olumlu bakacak olursak, buraya taşınırsan/taşındığında harika bir evin olacak/evde oturacaksın.)

19 Ağustos 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 141

win-win (situation)

= good for everyone who is involved
    advantageous or satisfactory to all parties involved
    a cooperative agreement that is good for both people/companies

= iki tarafın da/tarafların kazançlı çıktığı/memnun olduğu durum
    iki tarafın da/tüm tarafların lehine/avantajına olan durum
    tarafların isteklerinin/çıkarlarının ortasının bulunduğu durum
    bir tarafın kazancının diğerinin kaybı olmadığı durum
    bir taraf kazanırken diğer tarafın kaybetmediği durum
    kazan-kazan durumu
    alan memnun satan memnun



* Flexible working hours are a win-win situation for employers and employees.
  (Esnek çalışma saatleri işverenlerin de çalışan da lehine/avantajına/yararına olan bir durumdur.)

* The decision is a win-win for both sides.
  (Bu karar iki tarafın da lehinedir/Bu, iki tarafın da lehine/avantajına olan bir karardır.)
  (Bu, iki taraf için de olumlu bir karardır.)

* It appeared to be a perfect win-win situation.
  (Görünüşe göre tam bir kazan-kazan durumuydu.)
  (Herkesin/Tüm tarafların avantajına/lehine olan bir durum gibi görünüyordu/duruyordu.)

* It sounds like a win- win situation.
  (İki tarafın da kazançlı çıkacağı bir anlaşmaya benziyor/anlaşma gibi duruyor.)

* It's a win-win proposition for the buyer and the seller.
  (Alıcının da satıcının da memnun olacağı/kazançlı çıkacağı bir teklif/öneri.)

* This partnership will bring increased publicity to their company and new customers to ours. It’s a win-win situation.
  (Bu ortaklık, onların şirketlerinin bilinirliğini arttırırken bize de yeni müşteriler kazandıracak. Yani iki tarafında da kazançlı çıktığı bir durum.)

* You should always try and put yourself in a win win situation so that no matter what things will go your way.
  (Her ne olursa olsun işlerin/olayların senin istediğin gibi/doğrultuda gerçekleşmesi için daima uğraşıp/didinip kendini kazan-kazan durumuna sokmalısın/dahil etmelisin.)

* All intercultural encounters are a win-win for both parties, as they provide an opportunity for learning.
  (Öğrenim fırsatı/olanağı sağladığı için kültürlerarası buluşmaların/münakaşaların hepsi iki tarafın da kazancınadır/yararınadır.)

* Some stores will buy merchandise that other stores couldn't sell for a discounted price, this is considered a win win for both stores.
  (Birkaç mağaza, diğer mağazaların indirimli fiyatla satamadıkları/indirim yaptıkları halde ellerinde kalan ürünleri satın alacaklar, bu hem alıcı mağazanın ve hem de satıcı mağazanın avantajına/yararına olarak kabul ediliyor/görülüyor.)

* In theory this was supposed to be a win-win, since Google would be sending them traffic and they could make money on that traffic.
  (Teoride/Teorik olarak bunun iki tarafın da kazancına/yararına olması gerekiyordu/bekleniyordu, çünkü Google onları internet sistemine dahil edecek, onlar da internetten para kazanacaktı.)

* Fair trade is a win-win situation because both producers and consumer benefit.
  (Adil/Dürüst ticaret, hem üreticinin hem de tüketicinin yararına/kazancına olduğu için bir kazan-kazan durumudur.)

* The deal left each side to likely gain significantly so we had determined and labeled the deal a win win deal.
  (Anlaşma her bir tarafa/tarafların her birine beklenen/umulan kazancı sağlamıştı, bu yüzden anlaşmayı kararlaştırıp bir kazan-kazan anlaşması olarak niteledik.)

* The internship requirement for graduation has proved to be a win-win venture; companies receive the benefit of creative students with cutting-edge technical skills, while the students gain real-world experience in their chosen profession.
  (Mezuniyet/Mezun olmak için staj yapma zorunluluğunun bir kazan-kazan girişimi/müessesesi olduğu kanıtlanmıştır/ortaya çıkmıştır; öğrenciler seçtikleri mesleklerinde gerçek hayat tecrübesi elde ederlerken şirketler de en modern/ileri teknik becerilere/yeteneklere sahip yaratıcı öğrencilerden yararlanmaktadır.)

* Both sides had to think of the summit not as a chance for unilateral victory, but as a win-win game—and they did.
  (İki tarafın da zirveyi/toplantıyı tek tarafın elde edeceği bir zafer fırsatı olarak değil, aksine kaybedenin olmadığı bir oyun olarak görmesi gerekiyordu, öyle yaptılar da.)

* This is a win-win innovation—the kind of invention that makes you think it can really change the world.
  (Bu herkesin faydasına/kimseye bir zararı olmayan bir buluş/icat, size dünyayı gerçekten değiştirebileceğini düşündürten bir türden icat/buluş bu.)

* After all, the notion of win-win is so five minutes ago.
  (Ne de olsa/Zaten, herkes kazansın anlayışı/düşüncesi eskidenmiş/artık kalmadı/mazide kaldı/çoktan tarih oldu/düşüncesinin modası çoktan geçti.)

* Eating a salad dressing that contains a healthy fat is a win-win situation.
  (İçeriğinde yararlı/faydalı yağ bulunan/barındıran salata sosu yemek kişinin isteklerinin ortasının bulunduğu bir durumdur.)
  (Hem kuru kuruya lezzetsiz bir salata yememiş oluyorsun hem de yararlı yağ tüketmiş oluyorsun.)

* In other words they have managed to engineer a win-win situation for themselves, at the expense of their bitter rivals to the north of the island.
  (Başka bir ifadeyle/deyişle, adanın kuzeyindeki amansız/dişli rakiplerinin aleyhine olması sebebiyle iki türlü kazançlı çıktıkları bir durum meydana getirmeyi başardılar.)

* I'm truly confident that we can together win the future through a new win-win situation concept.
  (Her iki tarafın da kazanacağı yeni bir durum konseptiyle geleceği birlikte kazanabileceğimize tüm samimiyetimle inanıyorum/inancım tam.)

* We strive to establish a culture of cooperation that seeks to resolve the problems through a win-win approach.
  (Sorunlara, tüm tarafların kazançlı çıkacağı bir anlayışla çözüm bulunmasını amaçlayan bir işbirliği kültürü oluşturmak için çaba gösteriyoruz.)

* Remittances seem to be win-win situation both for the poorer recipient countries and the richer host nations.One country gets the money it so badly needs.the other country gets workers who are prepared to do the jobs that many non-immigrants are less willing to do.
  (İşgücü göçü her iki tarafın da , gönderen fakir ülkelerin de , talep eden zengin ülkelerin de çıkarına gibi görünüyor. Bir ülke çok ihtiyacı olan paraya kavuşurken diğer ülke yerlilerin pek yapmak istemedikleri işleri yapacak işçilere kavuşuyor.)

16 Ağustos 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 140

test the water(s)

= to try something new to see if it will be successful or not
    to explore a possible course of action; approach initially
    to try something first before deciding whether to get involved in it
    to explore or probe, as before making a commitment
    to experiment to see how successful or acceptable something is before implementing it
    to try to discover what people think about an idea before you do anything about it
    to try to discover what a situation is really like before you become very involved in it
    to send/put out feelers; trial balloon

= yeni bir şey denemek, yoklamak, kontrol etmek, incelemek, ölçmek, tartmak
    karar vermeden önce araştırma/ön çalışma yapmak
    bulmaya/öğrenmeye/anlamaya çalışmak
    nabız yoklamak, nabzını ölçmek, nabız tutmak, zemin yoklamak
    düşüncesini/fikrini/görüşünü almak
    ağzını aramak, ne düşündüğünü/düşünüldüğünü öğrenmeye çalışmak



* We are testing the waters to see if online ads increase sales.
  (İnternet reklamlarının satışları arttırıp arttırmadığını inceliyoruz/araştırıyoruz/bulmaya/öğrenmeye çalışıyoruz.)

* We tested the waters and found that that there is great demand for our new product.
  (Bir ön çalışma yaptık ve yeni ürünümüze büyük bir talep olduğunu gördük/anladık/öğrendik.)
  (Yaptığımız ön piyasa çalışmasında yeni ürünümüze büyük bir talebin olduğu ortaya çıktı.)

* I think we should test the waters before we open a hotel in this part of town.
  (Bence şehrin bu bölgesinde/kısmında bir otel açmadan önce bir ön çalışma yapmalıyız/yapsak iyi olur.)

* We're testing the waters to see if changing the product's packaging will increase sales.
  (Ürünün paketini/ambalajını değiştirmenin satışları arttırıp artırmadığına bakıyoruz/arttırmadığını gözlüyoruz/araştırıyoruz/öğrenmeye çalışıyoruz.)

* I mentioned my idea to a couple of friends as a way of testing the water and they were very enthusiastic about it.
  (Bakayım ne diyecekler diye/Düşüncelerini öğrenmek/almak için birkaç arkadaşıma niyetimi/planımı açtım/niyetimden/planımdan bahsettim, çok heyecanlandılar/planıma bayıldılar.)

* Perhaps you should go to a couple of meetings to test the waters before you decide whether to join the club.
  (Belki de kulübe katılıp katılmayacağına karar vermeden önce nabız yoklamak/tutmak için birkaç görüşmeye gitsen iyi olur/edersin.)

* Bob is very cautious about committing to anything, and always tests the waters before making a decision.
  (Bob bir şeyi yaparken/bir işe kalkışırken çok tedbirli hareket eder ve her zaman karar vermeden önce araştırma yapar/insanların düşüncelerini alır/nabız yoklar.)

* You should go to a couple of classes to test the waters before you decide whether to take the course.
  (Kursa katılıp katılmamaya karar vermeden önce nasıl bir kurs olduğunu anlamak/görmek için birkaç derse gitsen/katılsan iyi olur.)

* Taking classes in a subject is a good way to test the waters and explore a potential career.
  (Bir konuda/alanda kursa gitmek/katılmak/dersler almak, henüz belli olmamış/kesinleşmemiş mesleğinizi bulmanın/tespit etmenin ve keşfetmenin güzel/faydalı bir yoludur.)

* We thought we'd test the waters before committing to a serious relationship.
  (Ciddi bir ilişkiye başlamadan/girişmeden önce bir deneme/tanıma süresi geçiririz diye düşünmüştük/düşünüyorduk/sanıyorduk.)

* It was clear to everyone that in his speech the Prime Minister was testing the waters.
  (Herkes, başbakanın konuşmasında nabız yokladığını/tepkileri ölçtüğünü anlamıştı.)

* Candidates like to test the waters before running for office.
  (Adaylıklarını koymadan/Adaylık başvurularından önce adaylar seçmenin nabzını tutarlar/tutmayı tercih ederler.)

* Wilson always tests the water before he introduces a budget.
  (Wilson bir mali programı/bütçeyi sunmadan/uygulamaya koymadan önce daima tepkileri öğrenmeye/kamuoyunun nabzını tutmaya çalışırdı.)

15 Ağustos 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 139

bang for the/one's buck

= worth of one's money or effort
    value for the money spent; excitement for the money spent; a favorable cost-to-benefit ratio
    if something provides more bang for the buck, it means it has more value for the money spent
    the leverage provided by an investment

= paranın/emeğinin/zahmetinin karşılığı/sonucu
    verdiğin/harcadığın paraya/zamana/zahmete değmek
    belli bir paranın karşılığında alınabileceğin en iyisi, verilen paraya en iyisini almak
    harcanılan paranın karşılığı, paranın meydana getirdiği etki
    yatırım getirisi, yatırımın geri dönüşümü
    uygun maliyetli, daha hesaplı/ekonomik



* I think we should use online ads instead of TV commercials. They give more bang for the buck.
  (Bence TV yerine internete reklam vermeliyiz. Verdiğin paraya daha çok değiyor/paranın karşılığını daha çok alıyorsun.)
  (TV'ye reklam vereceğimize internete reklam versek daha iyi olur bence. Fiyat performans/memnuniyet bakımından internete reklam vermek çok daha iyi.)

* Newspaper advertising works well for us because we get the best bang for the buck.
  (En uygun maliyetli olduğu için/En iyi fiyat performansa sahip olduğu için/Geri dönüşümü güzel olduğu için gazete reklamının/ilanının bize iyi faydası/katkısı oluyor.)

* She wants the most bang for her buck.
  (Parasının karşılığını en iyi şekilde almak/görmek istiyor.)
  (Parasıyla alabileceğinin en iyisini almak istiyor.)

* You can get a lot of bang for your buck at this store.
  (Bu mağazada verdiğiniz paranın karşılığını fazlasıyla geri alırsınız.)
  (Bu mağazada çok uygun fiyatlara alışveriş yapabilirsiniz.)

* If you buy in bulk, you get more bang for your buck.
  (Açık/ambalajsız/kutusuz/şişesiz ürünler satın alırsan/Alışverişini toptan yaparsan, çok daha ekonomik olur/uygun fiyata almış olursun.)

* You might get "a lot of bang for your buck" by reserving seats early and saving hundreds of dollars.
  (Yerinizi/koltuğunuzu önceden ayırtarak/rezervasyon yaptırarak biletinizi en iyi/uygun fiyata alıp yüzlerce dolarınız size kalabilir/yüzlerce dolar tasarruf edebilirsiniz.)

* How much bang for the buck did you really think you would get from a twelve-year-old car—at any price?
  (Fiyatı ne olursa olsun 12 yaşında/yıllık bir arabayı alarak gerçekten ne kadar kâr etmeyi düşündün/bekliyordun?)

* This is a great little red wine that gives you plenty of bang for the buck.
  (Bu, paranızın karşılığını fazlasıyla alabileceğiniz/fiyatı çok uygun/ekonomik harika küçük kırmızı bir şaraptır.)

* Get the combo platter - you get better bang for your buck!
  (Size hepsinden karışık bir tabak getireyim/Karışık tabak alın, fiyatı daha uyguna gelir.)

* We offer free child care, so people get more bang for their buck when they join our health club.
  (Ücretsiz çocuk bakım hizmeti sunuyoruz, böylece insanlar sağlık/spor/fitness kulübümüze geldiklerinde ekonomik olarak çok daha kazançlı çıkmış oluyorlar.)

* For most users, these new computers provide more bang for the buck.
  (Çoğu kullanıcıya göre, bu yeni bilgisayarlar fiyat performans bakımından daha iyiler.)

* You get more bang for your buck at garage sales. They're fun!
  (Garaj/İkinci el satışlarında çok uyguna/ekonomik alışveriş yapılıyor. Garaj satışları çok eğlenceli oluyor/geçiyor.)

* Buying a condominium is better than renting for years and years; more bang for the buck.
  (Bir daire almak senelerce kiralamaktan daha iyi/mantıklı, çok daha ekonomik/maliyeti çok daha uyguna geliyor.)

* We were able to get a big bang for our buck when we advertised on the Internet.
  (İnternete reklam verdiğimizde reklama verdiğimiz para bize fazlasıyla dönebiliyordu.)
  (İnternete verdiğimiz reklam sayesinde o reklama harcadığımız paranın daha fazlasını kazanabiliyorduk.)

* We always get the largest packages of dog food—more bang for the buck.
  (Her zaman en büyük boy köpek maması paketinden alıyoruz, daha hesaplı/ekonomik oluyor.)

* Even though Mariko's trip to London was expensive, she felt that she got some bang for her buck as she had many good experiences!
  (Her ne kadar Mariko'nun Londra seyahati/gezisi pahalıya patladıysa da/tuzlu olduysa da, o harcadığı paranın yaşadığı bir çok güzel şeye fazlasıyla değdiğini düşünüyordu.)

* They’re very careful when they spend money, and they’re going to insist on getting the most bang for their buck.
  (Para harcarken çok dikkatlidirler, paralarıyla en iyisini almak için kılı kırk yararlar.)

* This restaurant offers people the most bang for the buck.
  (Burası en uygun maliyetli/fiyatı en uygun restoran.)
  (Bu restoranda aynı fiyata/parayla diğer restoranlarda yediğinizden daha fazla yiyebilirsiniz.)

* He claims that the new stadium offers taxpayers too little bang for the buck.
  (Vergi verenlerin parasıyla inşa edilen stadyumun harcanan bu paraya değmediğini söylüyor/iddia ediyor/değmediği görüşünü dile getiriyor.)

* A: I heard you bought a new HDTV.
  (Yeni bir HDTV aldığını duydum.)
  B: Yeah I did!
  (Evet, aldım.)
  A: How much was it?
  (Ne kadara/Kaç paraya aldın?)
  B: I got it for $799.99. It was 50% off!
  (799.99 dolara aldım. Yüzde 50 indirim vardı/indirimliydi.)
  A: Wow! You got a lot of bang for your buck!
  (Vay, baya uyguna/ucuza almışsın.)

13 Ağustos 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 138

off the top of one's head

= without giving it too much thought/precise knowledge
    based on what you remember
    in an impromptu way, offhandedly

= bir anda akla gelen
    düşünmeden/bir yere bakmadan, bir çırpıda, hemen, anında
    bildiğime/hatırladığıma göre, bildiğim/hatırladığım kadarıyla
    doğaçlama, irticalen
    bir hazırlık yapmadan, hazırlıksız bir şekilde
    kafadan atarak, rastgele



* Off the top of my head, I can think of four examples!
  (Kafadan/Hemen fazla düşünmeden dört örnek/misal verebilirim/sayabilirim.)

* I can't tell you her phone number off the top of my head. I'll have to check.
  (Onun telefon numarasını kafadan söyleyemem/ezbere bilmiyorum/numarası ezberimde değil. Bakmam/bakıp da söylemem lazım.)

* I don't know the exact number off the top of my head, but I'd estimate that we spent about $400,000 on training for employees last year.
  (Tam rakam şu an aklıma gelmiyor, bakmam lazım ama tahminimce geçen sene çalışanların eğitimi için/eğitimlerine dört yüz bin dolar harcadığımızı söyleyebilirim.)

* A: How much do you think this car would be worth on a trade?
  (Sence bu arabanın piyasada ederi nedir/ne kadardır?)
  B: Well, right off the top of my head, I'd say about a thousand.
  (Hızlıca bir tahminde bulunacak/bir şey söyleyecek olursam, bin dolar derim/derdim.)

* I can't recall what exactly he said off the top of my head, but it was cruel!
  (Tam olarak söyledikleri şu an hemen aklıma gelmiyor ama kırıcı/hoş olmayan sözlerdi.)

* I cannot think of any good examples off the top of my head, but give me a couple of hours and I'm sure I could come up with something.
  (Şu an aklıma iyi bir örnek gelmiyor, ama bana bir iki saat süre ver, eminim ki aklıma gelecektir.)

* The one thing that everyone can tell you off the top of their head is their name.
  (Herkesin kafadan/düşünmeden/bir çırpıda söyleyeceği tek şey isimleridir.)

* Off the top of my head, I remember 11 people on the guest list.
  (Hızlıca/Uzun uzun düşünmeden bir şey söyleyecek olursam, konuk listesinde on bir kişinin olduğunu hatırlıyorum/on bir kişi vardı sanırım.)

* A: What time does the morning train come in?
  (Sabah treni saat kaçta geliyor/burada oluyor?)
  B: Off the top of my head, I don't know.
  (Kesin/tam bir şey söylemem gerekirse, bilmiyorum.)

* There are some good restaurants around here, but I can't tell you their names off the top of my head.
  (Buralarda birkaç iyi restoran var ancak sana isimlerini aklımdan veremem/söyleyemem.)

* Off the top of my head, I think we have 4 bottles of wine in the cellar.
  (Hatırladığım kadarıyla, sanırım mahzende/kilerde dört şişe şarabımız var/olacak/kaldı.)

* She recited the poem off the top of her head.
  (Önceden bir hazırlığı olmadan/hazırlık yapmadan şiiri ezberinden okudu.)

* Off the top of my head, I'd say Mary is 45 years old.
  (Hızlıca bir tahminde bulunacak/bir şey söyleyecek olursam, Mary'nin yaşı için kırk beş derim/derdim.)

* A: What was the name of that plumber you used?
  (Senin çağırdığın tesisat ustasının adı neydi?)
  B: I couldn't tell you off the top of my head.
  (Öyle hemen aklıma gelmiyor, biraz düşünmem lazım.)

* I can think of a dozen potential reasons off the top of my head.
  (Aklıma hemen bir düzine muhtemel/olası sebep geliyor.)
  (Hemen aklıma gelen bir düzine muhtemel sebep sayabilirim/söyleyebilirim.)

* A lot of songs have the word love in the title, but off the top of my head I can't think of one.
  (Adında aşk kelimesi geçen/bulunan bir sürü şarkı var ama şimdi aklıma bir tanesi bile gelmiyor.)

* I don't know for sure, but off the top of my head I'd say that renting a two-bedroom apartment would cost about a thousand dollars a week.
  (Tam olarak bilmiyorum/emin değilim ama hatırladığım/bildiğim kadarıyla iki odalı bir dairenin kirasının haftalık yaklaşık bin dolar olduğunu söyleyebilirim.)

* Off the top of my head I could probably only name about three women artists.
  (Kafadan/Öyle düşünmeden muhtemelen sadece üç kadın sanatçı ismi sayabilirim.)

* I couldn't tell you what the final score was off the top of my head.
  (Sana son skoru/maç skorunu/sonucunu ezbere/kafamdan söyleyemem.)
  (Son skoru/Kaç kaç bittiğini tam hatırlamıyorum.)

* A: What's the capital of Mauritania?
  (Moritanya'nın başkenti neresidir?)
  B: I couldn't tell you off the top of my head, but I could go and look it up.
  (Aklıma bir şey gelmiyor/Valla kafadan bir şey diyemeyeceğim, ama gidip bakabilirim/araştırabilirim.)

* I can't give you the figure off the top of my head, but it's around, say, 500.
  (Düşünmeden sana bir rakam/sayı veremem/söyleyemem ama yaklaşık 500 gibi.)

* A: What date is their wedding?
  (Düğünleri ne zaman/hangi tarihte?)
  B: I couldn't tell you off the top of my head.
  (Hatırlayamıyorum/Aklıma gelmiyor/Kafamdan atmak istemiyorum.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 137

on the back burner 

= less important at the moment
    on hold or suspended temporarily, on the shelf
    as a low priority, not getting or needing immediate attention

= geri planda, ikinci planda, düşük öncelikli
    askıya alınmış, daha sonraya ertelenmiş, rafa kalkmış/kaldırılmış
    geçici olarak durdurulmuş/bekletilen, beklemede, askıda
    kazığa alınmış/çekilmiş
    ikinci derecede önem arz eden, öncelik arz etmeyen, aciliyeti olmayan



* The building project is on the back burner for now.
  (Yapı/Bina projesi şimdilik askıya/beklemeye alındı/rafa kaldırıldı.)

* We've all had to put our plans on the back burner for a while.
  (Hepimiz bir süreliğine planlarımızı rafa kaldırmak/beklemeye almak zorunda kaldık.)

* This matter was on the back burner for a long time.
  (Bu mesele epeydir/uzun bir süredir geri plana atılmış vaziyetteydi/durumdaydı.)

* It wasn't April 15th yet so I put the taxes on the back burner.
  (Daha Nisan'ın 15'i gelmediği için ben de vergileri/vergi ödemesini sonraya bıraktım.)

* That project is on the back burner until we deal with higher priorities.
  (Daha yüksek öncelikli olanları halledene kadar o proje askıya/beklemeye alındı/rafa kaldırıldı.)

* We will have to put this on the back burner for a while.
  (Bunu bir süreliğine/kısa bir süre için ertelememiz/sonraya bırakmamız/rafa kaldırmamız gerekecek.)
  (Bunu bir süreliğine/kısa bir süre için ertelemek/sonraya bırakmak/rafa kaldırmak zorundayız.)

* Plans for the new factory have been put on the back burner until the economy improves.
  (Yeni fabrika için planlar/taslaklar ekonomi düzelene/iyileşene kadar askıya alındı/rafa kaldırıldı.)

* That idea is simmering on the back burner for now.
  (O fikir/proje şimdilik geri planda pişiyor/olgunlaşıyor.)
  (O fikir şimdilik biraz daha pişmesi/olgunlaşması için beklemeye/askıya alındı.)

* They kept the project on the back burner all summer.
  (Yaz boyunca/Bütün yaz projeyi ikinci/geri planda tuttular/plana attılar.)

* It's a great idea, but we're too busy to look into it now so we'll put it on the back burner for a while.
  (Harika bir fikir ama şu an onu inceleyecek/ele alacak vaktimiz yok, bu yüzden onu bir süreliğine daha sonraya erteleyelim/bırakalım.)

* After months on the back burner, the debate about e-mail privacy is about to be renewed.
  (Sonra bakarızla/konuşuruzla geçen ayların ardından e-posta mahremiyetiyle ilgili tartışma yeniden başlamak/alevlenmek üzere.)

* Put other issues on the back burner until after the election.
  (Diğer meseleleri seçim bitene kadar askıya/beklemeye alın/rafa kaldırın.)

* She decided to attend Harvard, where she would study political theory and put her acting career on the back burner.
  (Siyaset teorisi okuyacağı Harward'a gitmeye karar verip oyunculuk kariyerini ikinci/geri plana attı/rafa kaldırdı/daha sonraya erteledi.)

* We'll have to put her proposal on the back burner until we have more funds.
  (Sermayemiz daha fazla olana dek onun teklifini askıya/beklemeye almamız gerekecek.)

* The injured goalie has been on the back burner for weeks.
  (Sakatlanan/Sakatlık geçiren kaleci haftalardır kızağa çekilmiş/ikinci plana atılmış/ikinci kaleci konumuna düşmüş durumda/vaziyette.)

* Then he became really ill and he put all his plans on the back burner.
  (Sonra/Ardından ciddi şekilde rahatsızlanıp/hasta olup tüm planlarını rafa kaldırdı/daha sonraya erteledi.)

* Let’s put this project on the back burner for now. Our CEO wants us to work on another project that is much more urgent, and needs to be finished in the next 2 weeks.
  (Şimdilik bu projeyi/işi daha sonraya bırakalım/bırakıyoruz. Yönetim kurulu başkanımız bizden çok daha aciliyeti olan ve iki hafta içerisinde bitirilmesi gereken diğer bir proje üzerinde çalışmamızı istiyor/istedi.)

* I'd involved so much of my time on the Spectrum project, and everybody else's time too, that everything else was on the back burner.
  (Ömrümün çoğunu/büyük kısmını Spectrum projesinde geçirdim/projesine harcadım, benim gibi başkaları da, öyle ki diğer her şey geri/ikinci plandaydı/başka hiçbir şey Spectrum projesi kadar önemli değildi.)

* The preliminary market analysis is on the back burner; I have some other projects that are taking priority.
  (Ön pazar/piyasa araştırması rafa kalkmış/beklemeye alınmış/daha sonraya bırakılmış durumda, elimde önceliği/aciliyeti olan diğer bazı/birkaç proje/iş var.)

12 Ağustos 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 136

in/into the black

= not in debt; in a financially profitable condition
    operating at a profit or being out of debt
    If a bank account is in the black, it contains some money.

= kara geçmek, kar etmek
    gelir/kazanç elde etmek
    borçlu olmamak, alacaklı olmak
    mali bakımdan güçlü, ödeme gücü olan, ödeme gücüne sahip



* It is hoped the club will be back in the black by the end of the season.
  (Kulübün sezon sonuna kadar/doğru tekrar kara geçmesi bekleniyor.)

* Bill was happy to say they were in the black.
  (Bill karda olduklarını/mali durumlarının sağlam olduğunu mutlu bir şekilde söyledi/ifade etti/açıkladı/duyurdu.)

* I wish my accounts were in the black.
  (Keşke hesaplarım artıda olsaydı/kar ediyor olsaydım.)
  (Mali bakımdan/Finansal açıdan güçlü/sağlam olmayı çok isterdim.)

* New production methods put the company in the black.
  (Yeni üretim metotları firmayı kara geçirdi.)

* Sally moved the company into the black.
  (Sally finansal durumu güçlü/kar eden bir firmaya geçti/transfer oldu.)

* You should always be making every decision based on what you think will be able to keep you in the black.
  (Daima bütün kararlarını düşündüğün/tasarladığın/aklındaki şeyin sana kar/gelir getirip getirmediğine/sağlayıp sağlamayacağına göre almalısın/vermelisin.)

* Now that the company is in the black, there's a good chance it will become a deal stock.
  (Firma/Şirket karda olduğu/mali bakımdan güçlü olduğu için, borsaya girmesi/açılması/hisselerinin borsada işlem görmesi için iyi bir fırsat var.)
  (Firmanın ekonomik göstergeleri iyi/sağlam/pozitif olduğu için borsaya girmesinin/açılmasının tam zamanı!)

* When making an investment, it's best to go with a company in the black as it means it's turning a profit.
  (Yatırım yapacağın/hisse alacağın zaman, en iyisi mali durumu güçlü yani kar elde eden bir firmadan hisse almaktır.)
  (Yatırım yapacaksan/hisse senedi alacaksan, en iyi/akıllıca yol finansal açıdan sağlam yani gelir elde eden bir firmanın hisse senetlerini almaktır.)

* Some states have legalized gambling as a way to put their finances in the black.
  (Bazı/kimi eyaletler mali durumlarını güçlendirmenin/gelir elde etmenin bir yolu/yöntemi olarak kumarı yasal hale getirdiler.)

* It's great new for everyone that the company is back in the black this year after sales increased in the last quarter.
  (Son çeyrekte satışlardaki artıştan sonra firmanın bu sene tekrar kara geçtiği haberi herkesi çok sevindirdi/memnun etti.)

* He spent the next two years scraping and clawing his way back into the black.
  (Sonraki iki yılı didişip/mücadele edip tekrar kara geçmek/durumunu düzeltmek/düzlüğe çıkmak/işleri rayına oturtmak için harcadı/çabalamakla geçirdi.)

* An insurance company operating in the black will be able to pay for further growth.
  (Kar eden bir sigorta şirketi daha da fazla/çok büyümenin bedelini ödeyebilir/acısını çekebilir.)

* Many analysts believe the deal will allow the company to move into the black within six to 12 months.
  (Birçok analist yapılan anlaşmanın, şirketin altı ila on iki ay içinde/arasında kara geçmesine olanak sağlayacağına inanıyor/sağlayacağını düşünüyor.)

* It's taken a long time, but we've paid off our loans and we're in the black again at last.
  (Uzun zaman aldı/geçmesi gerekti ama borçlarımızı/kredilerimizi ödeyip/kapatıp tekrar kara geçtik en sonunda/nihayet.)

* If you rearrange your debts and save more than you spend, you could be in the black again within three years.
  (Eğer borçlarını yeniden yapılandırır ve kazancından daha az harcarsan, üç yıl içerisinde tekrar kara geçebilirsin/düzlüğe çıkabilirsin.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 135

in/into the red

= losing money, in debt
    into debt or an unprofitable financial condition
    If a company is in the red, it means it is operating with debt.
    If you or your bank account are in the red, you owe money to the bank.

= borçlu olmak, borca girmek, borç içinde olmak
    zarar etmek, zararda olmak, para kaybetmek
    (parasal durum vb) kırmızıda/kritik



* Our company ended the year in the red with a debt of $5,000,000.
  (Firmamız bu yılı beş milyon dolar borçla/zararla kapadı/geride bıraktı.)

* The figures are going to be in the red this year.
  (Rakamlar bu yılı zararla/ekside kapatacağımızı söylüyor.)

* The worldwide recession has caused many companies to be in the red.
  (Küresel ekonomik durgunluk birçok firmanın zarar etmesine yol açtı/neden oldu.)

* I've paid off most of my credit card bills - but I'm still in the red.
  (Kredi kartı borcumun çoğunu/büyük kısmını ödedim, ama yine de/hala borcum kaldı/var/borçluyum.)

* Joshua can't keep track of funds, so half the time his company is in the red.
  (Joshua paranın kaydını tutamıyor/muhasebeyi beceremiyor, bu yüzden yılın yarısı şirketi/firması zarar ediyor.)

* The newspaper strike put many businesses in the red.
  (Gazete grevi birçok işletmeyi zarara soktu/işletmeye para kaybettirdi.)

* Of course, the best way to deal with debt is never to get into the red in the first place.
  (Elbetteki borçlarla mücadele etmenin/borçların üstesinden gelmenin/borçları halletmenin en iyi yolu asla/hiçbir zaman evvela/en başta/öncelikli olarak borç almak/borçlanmak değildir.)

* James is horrible at selling things. If everyone were like him we'd be in the red in no time.
  (James'in satış yapma becerisi/yeteneği berbat/çok kötü. Eğer herkes onun gibi olsaydı, bir iki günde/çok az bir sürede zarar ederdik/mali durumumuz kritik seviyeye gelirdi.)

* Tourism is down and many hotels are operating in the red.
  (Turizm çökmüş durumda ve otellerin çoğu zararına faaliyet gösteriyor.)

* Because the airline had to give everyone their money back after the delays, they now say they're operating in the red.
  (Uçuşların ertelenmesinden sonra tüm yolculara paralarının iade edilmesinden dolayı, havayolları firması şu anda zarar ettiklerini/zararına çalıştıklarını açıkladı.)

* Towards the end of the month however, Joe tends to slip into the red by up to £300.
  (Ne olursa olsun/Öyle ya da böyle/Bir şekilde ay sonuna doğru/ay sonu geldiğinde, Joe hep/genellikle/çoğu zaman 300 Pound/Sterlin ekside olur.)

* There was a gloomy mood in the upper halls of management when the news came that after all of our efforts we were still in the red.
  (O kadar çabamızdan sonra/çabamıza rağmen hala zararda olduğumuz/finansal durumumuzun kritik olduğu haberi geldiğinde üst kattaki yönetim koridorlarında karamsar/sıkıntılı bir hava vardı.)

* The phone company found itself about $1.8 billion in the red.
  (Telefon şirketi kendisini yaklaşık 1.8 milyar dolarlık bir borcun içinde buldu.)

* State government has been operating in the red for five straight years.
  (Eyalet hükumeti aralıksız/peş peşe/arkaya beş yıldır/yıldan beri borçlu bir şekilde yönetimini/idaresini sürdürüyor.)

* The business has been operating in the red for the last 2 years, hopefully sales will pick up so employees don't have to worry.
  (İşletme iki yıldır zararda/zarar ediyor, inşallah satışlar durumu toparlar da/düzeltir de işçilerin/personelin endişelenmelerine/korkulu rüya görmelerine gerek kalmaz.)

* What with all those car repairs, we're going to be in the red this month.
  (Bütün bu araba tamiratlarını/onarımlarını düşünecek olursak/hesaba katarsak, bu ay zarar edeceğiz/zararda olacağız.)
  (Tüm bu araba tamiratlarından dolayı bu ay zarardayız.)

* Lucy was using creative accounting for months to hide from the stakeholders the fact that ABC, Ltd. was in the red.
  (Lucy, hissedarlardan ABC Ltd. firmasının zararda olduğunu gizlemek/örtmek için aylardır muhasebeyi alışıldık olmayan tarzda tutuyor.)
  (Lucy, ABC Ltd. firmasının zarar ettiğini/zararda olduğunu hissedarların anlamaması için aylardır muhasebeyi yenilikçi usullerle tutuyor.)

* You should quit your job my friend because the company you work is in the red. I think it will go bankrupt soon.
  (Dostum işinden ayrılman iyi olur/ayrılsan iyi edersin, çünkü çalıştığın firma zarar ediyor/borç içinde. Bence yakında iflas edecek/eder.)

10 Ağustos 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 134

ramp up

= to increase or cause to increase

= arttırmak, yükseltmek
    ..e hız/ağırlık vermek, hızlandırmak
    sıkılaştırmak



* We need to ramp up our efforts to find new customers.
  (Yeni müşteriler bulma çalışmalarımıza hız vermemiz gerekiyor.)
  (Yeni müşteriler bulmak için daha çok çalışmamız/çaba sarfetmemiz gerekiyor.)

* Police ramp up security measures ahead of London G20 Summit.
  (Polis/Emniyet Londra G20 Zirvesi öncesi güvenlik önlemlerini/tedbirlerini arttırdı/sıkılaştırdı/arttırıyor/sıkılaştırıyor.)

* The factory ramped up production to meet the increased demand.
  (Fabrika, artan talebi karşılamak için üretimi arttırdı.)

* Headcount ramped up over three months.
  (Bordrolu çalışan insan sayısı üç ayda arttı/artış gösterdi.)

* The company announced plans to ramp up production to 10,000 units per month.
  (Firma üretimi aylık on bin adete çıkarmayı/yükseltmeyi planladıklarını duyurdu.)

* To stay competitive, they'll have to ramp up product development as well as cutting prices.
  (Rekabet gücünü sürdürebilmek/Rekabet edebilmek için/adına, fiyat indiriminin yanı sıra ürün geliştirmeye de ağırlık/hız verecekler.)

* Announcement of the merger is expected to ramp up share prices over the next few days.
  (Birleşme ilanının/duyurusunun/açıklamasının beş gün boyunca hisse fiyatlarını arttırması/yükseltmesi bekleniyor/tahmin ediliyor.)
  (Birleşmenin duyurulmasıyla/ilan edilmesiyle birlikte sonraki beş gün süresince hisse fiyatlarında artış/yükseliş bekleniyor/tahmin ediliyor.)

* Mitsubishi has ramped up the speed of its new micro-controllers.
  (Mitsubishi yeni mikro denetleyicilerinin hızını/performansını arttırdı/yükseltti.)

6 Ağustos 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 132

it turns out (that)
(it turned out)

= to be found to be in the end
    to be found to be something, as after experience or trial
    to happen; to end up; to result

= meğer, meğerse
    sonunda anlaşıldı/ortaya çıktı ki
    sonra bir baktım ki, sonra öğreniyorum ki



* It turns out that it's on Wednesday, not tomorrow.
  (Meğer Çarşamba günüymüş, yarın değilmiş.)

* It turns out that my roommate had left his window unlocked anyway.
  (Zaten oda arkadaşımın camı açık bıraktığı/kapatmadığı ortaya çıktı/anlaşıldı.)

* It turns out that Ray had borrowed the money from one of his students.
  (Ray'ın öğrencilerinden birinden borç para aldığı anlaşıldı/ortaya çıktı.)

* So it turns out that I had been waiting on the wrong side of the train station.
  (Yani meğerse ben tren istasyonunun yanlış tarafında bekliyormuşum.)

* It turns out that she had known him when they were children.
  (Meğer onu daha çocuklarken tanıyormuş.)

* It was supposed to be an investment, but it turns out it actually depreciated in value.
  (Yatırım yapılma beklentisi vardı ama sonra değer kaybettiği/değerinin düştüğü anlaşıldı/ortaya çıktı.)

* Just my luck! I finally meet a woman I'm very attracted to, and it turns out she's taken.
  (Bendeki şansa bak ya/Şansıma tüküreyim. Sonunda çok etkilendiğim bir kızla karşılaşıyorum, sonra öğreniyorum ki/bir bakıyorum ki/meğer kızın ilişkisi/sahibi varmış.)

* It turns out that he just made a lucky guess.
  (Meğer şanslı bir tahminde bulunmuş.)

* It turns out we were right.
  (Haklı olduğumuz ortaya çıktı/anlaşıldı.)

* It turns out that he knew about the crime all along.
  (Meğerse cinayetten en başından beri haberi varmış/cinayeti en başından beri biliyormuş.)
  (Sonra ortaya çıktı ki cinayetten en başından beri haberdarmış/bilgisi varmış.)

* I thought it was at ten. It turned out that it was at eleven.
  (Ben saat onda zannediyordum. Meğer saat yedideymiş.)

* It turned out that my memory was correct.
  (Hafızam beni yanıltmadı.)

* She thought she was pregnant, but it turned out to be a false alarm.
  (Onun hamile olduğunu sanıyordu/sanmıştı ama meğerse/sonra bir öğrendi ki yanlış alarmmış/anlaşılmaymış.)

* After it was all over, it turned out that both of us were pleased with the bargain.
  (Her şey sona erdikten/tamamlandıktan sonra, anlaşmanın ikimizi de memnun ettiği ortaya çıktı/anlaşıldı/görüldü.)

* He thought he'd just sprained it, but it turned out it was fractured.
  (Ayağını/bileğini sadece burktuğunu sanmıştı ama sonra çatladığı/kırıldığı anlaşıldı.)
  (Bileğinin sadece burkulduğunu düşünmüştü/sanmıştı, meğerse burkma değilmiş, çatlak/kırık varmış.)

5 Ağustos 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 131

Big deal.

= Used to say that something is not as important as it seems to be.
    Used ironically to indicate that something is unimportant or unimpressive.
    So what? Who cares?

= küçümseme ifadesi, hıh
    aman ne önemli, aman ne de büyük başarı, sanki büyük bir marifet
    büyük marifet, çok etkilendim pöh, o da bir şey mi
    ne olmuş yani, ne olacak ki, eee ne olmuş, ne fark eder
    bana ne, çok da tın, çok da umurumdaydı, kimin umurunda ki



* So she got a part in the school play? Big deal!
  (Demek ona okul gösterisinde/müsameresinde rol verdiler ha? Aman ne de büyük başarı!)

* So you're the mayor's cousin—big deal!
  (Demek belediye başkanının kuzenisin, çok etkilendim/aman ne önemli.)

* It's just a game. If you lose, big deal.
  (Bu sadece bir oyun. Kaybedersen/kazanamazsan, çok da tın/ne olur yani!)

* He can run a mile in 15 minutes? Big deal! Some people can do it in four.
  (Bir mili on beş dakikada mı koşabiliyormuş? Aman ne büyük başarı/Ne olmuş yani! O mesafeyi dört dakikada koşabilenler var.)

* So you gained a few pounds. Big deal!
  (Demek bir iki kilo aldın ha. Sanki büyük bir marifet!)

* A: I ran five miles this morning.
  (Bu sabah beş mil koştum)
  B: Big deal! I ran ten.
  (O da bir şey mi! Ben on mil koştum.)

* A: She's going to be angry.
  (Sinirlenecek/kızacak.)
  B: Big deal.
  (Ne olacak ki/ne fark eder ki/Çok da tın!)

* A: You broke it!.
  (Kırdın işte/Sen kırdın!)
  B: Big deal.
  (Çok da tın/çok da umurumdaydı/bana ne!)

* A: Did you hear that Jeremy got the job at TechCorp? Apparently he's making $200,000 a year.
  (Jeremy, TechCorp şirketinde işe girmiş duydun mu? Galiba bir yılda iki yüz bin dolar kazanıyormuş.)
  (Jeremy'nin TechCorp şirketinde işe girdiğinden haberin var mıydı? Yıllık kazancı iki yüz bin dolarmıymış ne.)
  B: Big deal. He only got that job because his uncle is vice-president of the company.
  (Hıh/Aman ne büyük marifet! Şirketin başkan yardımcısı amcası olduğu için gireceği tek iş oydu.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 130

Just my luck!

= a sarcastik way to say you're having bad luck
    used when something bad happens to you
    Can you believe it?

= bendeki de şans işte, şansıma tüküreyim, ben böyle şansın emi
    bendeki şansa bak ya, zaten şaşırırdım öyle olmasa




* They sold the last ticket five minutes before I got there - just my luck!
  (Ben oraya varmadan beş dakika önce son bileti satmışlar. Bendeki şansa bak ya/Şansıma tüküreyim emi.)

* Red wine all down my white shirt! Just my luck!
  (Kırmızı şarap beyaz gömleğime döküldü. Şansıma tüküreyim.)

* It rained on my only day off. Just my luck!
  (İzinli olduğum tek bir gün vardı, o gün de yağmur yağdı. Bendeki şansa bak ya!)

* Just my luck! I finally meet a woman I’m very attracted to, and it turns out she’s taken.
  (Bendeki şansa bak ya/Şansıma tüküreyim. Sonunda çok etkilendiğim bir kızla karşılaşıyorum, sonra öğreniyorum ki/bir bakıyorum ki/meğer kızın ilişkisi/sahibi varmış.)

* So he left five minutes before I got here, did he? Just my luck.
  (Demek ben gelmeden beş dakika önce çıktı/ayrıldı ha? Bendeki de şans işte.)

* Just my luck, they’d sold out by the time I got there.
  (Şansıma tüküreyim, ben oraya ulaşana kadar hepsini satmışlar/hepsi satılmış.)

* I didn't get to the phone in time. Just my luck!
  (Telefona vaktinde yetişemedim. Zaten şaşırırdım vaktinde yetişsem.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 129

Now, where was I?
(Now, where were we?)

= used to get back on topic after a distraction or interruption

= evet/pekala nerede kalmıştım/kalmıştık?
    Ne anlatıyordum? Neyden bahsediyorduk?



* Now where was I? I'm afraid I've lost my train of thought.
  (Nerede kalmıştım/Ne anlatıyordum? Maalesef/ne yazık ki neden bahsettiğimi unutuyorum.)

* Now, where was I! I think I lost my place.
  (Nerede kalmıştım? Galiba yerimi kaybettim/Nerede kalmıştım unuttum.)

* Now where was I before I was rudely interrupted!
  (Pekala kaba bir şekilde sözüm yarıda kesilmeden önce nerede kalmıştım/ne anlatıyordum/neyden bahsediyordum ben!)

* Now, where was I? Oh, yes, neologisms.
  (Evet nerede kalmıştım/neyden bahsediyordum? Tamam hatırladım, uydurma kelimeler/kelime uydurmak)

* A: Where was I?
  (Nerede kalmıştım/Ne anlatıyordum?)
  B: You had just described the War of 1812.
  (1812 Savaşı'nı anlatıyordunuz.)

* A: Now, where were we?
  (Evet nerede kalmıştık?)
  B: We just installed the software, but we haven’t registered yet.
  (Yalnızca yazılımı yükledik/yüklemiştik, ama daha henüz kaydını yapmadık/kaydetmemiştik.)
  B: Oh, right. OK, you can click here to start the registration process.
  (Oh evet. Tamam, buraya tıklayarak kayıt işlemini/sürecini başlatabilirsin.)

4 Ağustos 2015 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 128

Join the club.
(Welcome to the club!)

= an expression indicating that the person spoken to is in the same, unfortunate state as the speaker
    When someone says something that you agree with
    expression of sympathy, tell me about it

= (aynı/benzer sorundan muzdarib/şikayetçi olan kimseye söylenir.)
    aramıza hoş geldin, yalnız değilsin, bir öyle olan sen değilsin
    al benden de o kadar, aynen ben de
    bir de bana sor, bana mı anlatıyorsun, bilmez miyim
    doğru söylüyorsun, haklısın, sana katılıyorum, bence de, aynı fikirdeyim/görüşteyim




* You don't have anyplace to stay? Join the club! Neither do we.
  (Kalacak herhangi bir yerin yok mu? Aramıza hoş geldin! Bizim de kalacak yerimiz yok/biz de seninle aynı durumdayız.)

* Did you get fired too? Join the club!
  (Seni de mi kovdular/işten çıkardılar? Aramıza hoş geldin/beni de/bizi de kovdular.)

* You're getting poor response times? Join the club!
  (Cevap hakkı için yeterli süre vermediler mi? Aramıza hoş geldin/yalnız değilsin.)

* If you don't understand the rules, join the club: no one else does either!
  (Eğer kuralları anlamadıysanız, yalnız değilsiniz/aramıza hoş geldiniz: Zaten anlayan da yok.)

* A: I've got so much work to do – I'm so stressed out.
  (Yapacak bir sürü işim. Acayip stres yaptım.)
  B: Join the club.
  (Aramıza hoş geldin/Al benden de o kadar.)
  (I have a lot of work and am stressed out too.)

* A: I can't stop eating chocolate.
  (Çikolataya hayır diyemiyorum/çikolatadan uzak duramıyorum.)
  B: Join the club!
  (Al benden de o kadar.)

* A: We can't afford a vacation this year.
  (Bu sene bütçemiz tatil için müsait değil/Bu yıl maddi nedenlerle tatile çıkamayacağız.)
  B: Join the club!
  (Biz de aynı durumdayız/Biz de sizin gibi tatile gidemeyeceğiz bu sene.)

* A: I've got no money till the end of this week.
  (Bu hafta sonuna kadar parasızım.)
  B: Join the club!
  (Al benden de o kadar/benim de durumum aynı.)

* You waited three hours for the doctor? Join the club!
  (Üç saat doktoru mu bekledin? Al benden de o kadar/Ben de saatlerce doktoru bekledim.)

* If you're confused, join the club!
  (Şaşırdıysan/şaşkınlık yaşıyorsan/kafan karıştıysa, yalnız değilsin/al benden de o kadar/bir şaşıran sen değilsin.)

* A: If this train doesn't come, I'll be late for work!
  (Bu tren gelmezse işe geç kalacağım.)
  B: Join the club!
  (Aynen ben de/al benden de o kadar!)

* So you didn't get a job either? Join the club!
  (Demek sen de iş bulamadın/işe giremedin ha? Aramıza hoş geldin/ben de senin gibiyim.)

* So you think you deserve to be paid more money for your work? Well, join the club.
  (Demek işinin/emeğinin karşılığının daha fazla ücret olduğunu düşünüyorsun ha? Böyle düşünen bir sen değilsin/Zaten herkes/çoğu kimse böyle düşünüyor.)

* A: My son won't do what I tell him to do.
  (Oğlum ona yapmasını söylediğim şeyi yapmaz/yapmıyor/benim sözümü dinlemiyor.)
  B: Join the club. I can't get my daughter to obey me, either.
  (Aynı dert bende de var/bilmez miyim. Kızım da benim sözümü dinlemiyor/bana itaat etmiyor.)

* A: Man, I think Allen is such a douche.
  (Dostum, bence Allen tam bir mal/dangalak.)
  B: Join the club.
  (Bence de/Aynı fikirdeyim.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 127

(The) more the merrier!

= The more people there are, the happier the situation will be.
    additional people will make something better
    The more people there are involved in something, the more fun it will be.
    used to show that you are happy when more people are going to join in an activity.
    often used to welcome those who wish to participate in an activity but hesitate to join in uninvited.

= ne kadar çok/kalabalık o kadar iyi
    (bir şeyden) ne kadar fazla olursa o kadar iyi (olur)!
    ne kadar kalabalık olursak o kadar çok eğleniriz/güzel olur
    daha fazla konuk ortamı daha neşeli hale getirir
    Mutluluk paylaştıkça artar, üzüntüler paylaştıkça azalır
    Herkesin başımızın üstünde yeri var



* John's invited all his family to come along, and why not? The more the merrier.
  (John'un ona tüm ailesiyle birlikte gelmesini/yanında ailesini de getirmesini söylemesinin neresi kötü ki? Ne kadar kalabalık olursa o kadar çok eğleniriz/güzel vakit geçiririz.)

* Of course you can have a ride with us! The more the merrier.
  (Elbette sen de bizimle/bizim arabayla gelebilirsin. Arabada ne kadar kalabalık olursak yolculuk o kadar güzel geçer.)

* The manager hired a new employee even though there's not enough work for all of us now. Oh, well, the more the merrier.
  (Her ne kadar hepimiz için yeterince iş olmasa da müdür yeni bir eleman aldı. Olsun, ne kadar çok kişi olursak o kadar daha iyi.)

* A: Is it OK if my nieces and nephews come to your son's party?
  (Yeğenlerimi de oğlunuzun partisine getirmemde bir sakınca var mı?)
  (Oğlunuzun partisine yeğenlerimle birlikte katılabilir miyim/katılmamda bir sakınca var mı?)
  B: Of course – the more the merrier! Don’t worry, we’ll have plenty of cake for everyone.
  (Tabi ki, Ne kadar kalabalık olursak o kadar iyi olur! Merak etme, herkese yetecek kadar pastamız var.)

* A: Do you mind if I bring a couple of friends to your party?
  (Partine bir iki arkadaşımı da getirmemin bir sakıncası var mı/getirebilir miyim?)
  B: Not at all - the more the merrier!
  (Hiçbir sakıncası yok/ne demek/tabi ki, ne kadar kalabalık o kadar daha iyi.)

* A: Hey do you want to go out to eat?
  (Dışarıya bir şeyler yemeye gidelim mi?)
  B: Okay.
  (Olur/tamam/gidelim.)
  C: Can I come with you guys?
  (Beyler ben de sizinle gelebilir miyim/geleyim mi?)
  A: Sure! The more, the merrier!
  (Tabi/Ne demek! Başımızın üstünde yerin var.)

3 Ağustos 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 126

No hard feelings.

= no anger or resentment, no problem,
    to make an agreement with someone not to be angry, Are we cool?
    I won't stay angry; I am not angry;
    I haven't taken offense; All is forgiven

= darılmadım, gücenmedim, alınmadım
    dargın değiliz, bir kırgınlığım/dargınlığım yok
    darılmak yok ama; alınmaca gücenmece yok, küsmek yok
    kızmadın ya? küs değiliz değil mi? bana kırgın değilsin değil mi?



* A: I'm really sorry. I shouldn't have said that; I feel terrible.
  (Çok özür diliyorum senden. Öyle dememeliydim/öyle konuşmamam gerekiyordu; kendimi berbat hissediyorum.)
  B: That's OK. No hard feelings.
  (Sorun/önemli değil. Bir kırgınlığım yok sana.)

* The nervous boyfriend hoped his girlfriend had no hard feelings after he forgot her birthday. Unfortunately, she was quite mad.
  (Endişeli/tedirgin çocuk, doğumgününü hatırlamadığı/unuttuğu/es geçtiği kız arkadaşının kendisine kızgın olmamasını ummuştu. Ne yazık ki kız çok kızgındı/öfkeliydi.)

* I hope there are no hard feelings about excluding your group.
  (Grubunuzu almadığım/kabul etmediğim için umarım gücenmemişsinizdir.)

* A: I'm sorry I broke our date last night.
  (Dün geceki randevumuza gelemediğim için özür dilerim.)
  B: That's OK; no hard feelings.
  (Sorun değil, darılmadım sana/bir kırgınlığım yok sana.)

* So, we're still friends, right? No hard feelings?
  (Yani hala dostuz/aramız iyi; değil mi? Dargın değilsin değil mi bana?)

* It just didn't work out. No hard feelings.
  (İşe yaramadı işte. Dargın/kızgın değilim.)

* Brad said after the game that he had no hard feelings toward Sean.
  (Brad maçın ardından Sean'a karşı bir kırgınlığının olmadığını söyledi.)

* A: I hope you don't have any hard feelings.
  (Umarım bana darılmamışsındır/bir dargınlığın yoktur.)
  B: No, I have no hard feelings.
  (Hayır, sana bir dargınlığım yok.)

* Son: Mom, dad, I have some bad news. I had a party when you were away and someone broke your piano.
  (Anneciğim babacığım, size kötü haberlerim/bir haberim var. Siz yokken bir parti verdim ve biri piyanoyu kırdı.)
  Mom: No hard feelings, son. We didn’t like that piano anyways.
  (Önemli/sorun değil/Sana kızmadık evlat/oğlum. O piyanoyu zaten sevmiyorduk/O piyano zaten hoşumuza gitmiyordu.)

1 Ağustos 2015 Cumartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 125

Make yourself at home.

= say this to welcome a visitor to your home
    sit down, get comfortable and relax
    Please make yourself comfortable in my home.
= rahatınıza bakın, keyfine bak
    kendi evinizdeymiş gibi davranın/hareket edin/hissedin
    kendini evinde farz et
    benim evin senin evin demek



* A: Hi! Please come on in – make yourselves at home.
(Merhaba! Lütfen içeri gel/buyur, kendi evindeymişsin gibi hareket et.)
B: Thank you! You have a lovely apartment.
(Teşekkürler! Çok hoş/şirin bir dairen/evin varmış/Dairene/evine bayıldım.)
* When we arrived at my apartment, I showed my guests the sofa and said, "Make yourself at home."
(Evime/daireme vardığımızda, konuklarıma kanepeyi gösterip rahatlarına bakmalarını söyledim.)
* I said "Make yourself at home" after inviting my friends inside.
(Arkadaşlarımı içeriye buyur ettikten sonra rahatlarına bakmalarını/kendi evlerindeymiş gibi davranmalarını söyledim.)
* A: Please come in and make yourself at home.
(Lütfen içeri gir ve kendini evinde farzet.)
B: Thank you. I'd like to.
(Teşekkürler. Memnuniyetle/Harika/ne güzel.)
* A: I hope I'm not too early.
(Umarım çok erken gelmemişimdir.)
B: Not at all. Come in and make yourself at home. I've got a few little things to do.
(Hiç de bile. Gir/gel içeri ve kendi evindeymişsin gibi rahat ol. Benim az bir işim var.)
A: Nice place you've got here.
(Evin güzelmiş/evini beğendim.)

İngilizce Deyimler ve İfadeler 124

It's/What a small world!

= say this in reaction to an unexpected coincidence
    said when you see someone in an unexpected place

= dünya küçük




* So you know my old science teacher! Well, it's certainly a small world, isn't it?
  (Demek benim eski fen hocamı tanıyorsun. Dünya gerçekten küçük, öyle değil mi?)

* I never thought I'd run into Samantha at a ball game-it's a small world.
  (Bir futbol maçında Samantha ile karşılaşacağım asla aklıma gelmezdi. Eee dünya küçük.)

* Imagine you knowing Erik! It's a small world, isn't it?
  (Vay be demek Erik'i tanıyorsun/Erik'i tanıdığına inanamıyorum. Dünya küçük, öyle değil mi?)

* A: I heard you have a degree in physics. Where did you go to school?
  (Duyduğuma göre fizik okumuşsun/fizik mezunuymuşsun. Hangi okula gittin/okuldaydın?)
  B: At Stanford University.
  (Stanford Üniversitesi.)
  A: What a small world! I studied there too. What year did you graduate?
  (Dünya küçük! Ben de orada okudum. Hangi yıl mezun oldun/kaç senesi mezunusun?)

* A: So you really went to college with my brother?
  (Demek gerçekten kardeşimle aynı okula gittin ha?)
  B: It's a small world.
  (Dünya çok küçük.)