A: OK, Everyone. If you haven't already, please put your math homework on my desk.
(Pekala arkadaşlar, halen teslim etmediyseniz/teslim etmeyenleriniz varsa, lütfen matematik ödevlerinizi masama bırakın/getirin.)
Hi, Mandy.
(Merhaba Mandy.)
B: Hi, Mrs. Black.
(Merhaba Bayan Black.)
A: This is an interesting article you wrote for the school paper.
(Okul gazetesine yazdığın makalen ilginç olmuş/ilgimi çekti.)
B: Thanks. You really like it?
(Teşekkürler. Gerçekten beğendiniz mi?)
A: Well I'd like to talk to you about it sometime.
(Bir ara bu konuyla ilgili seninle konuşalım.)
A: Oh, OK.
(Tamam.)
C: Oh, sorry, Mandy.
(Özür dilerim Mandy.)
I didn't mean to bump into you.
(Sana çarpmak istememiştim/istemeden sana çarptım/niyetim sana çarpmak değildi.)
B: Oh, uh, that's OK, Trina.
(Önemli değil, Trina.)
D: Great article, Mandy.
(Makalen/yazın harika olmuş/makaleni çok beğendim Mandy.)
B: Thanks, Chris.
(Teşekkür ederim Chris.)
D: You really made Trina look bad. I love it.
(Trina'nın baya bir fiyakasını bozmuşsun. Çok hoşuma gitti.)
A: Chris, please raise your hand if you want to say something.
(Chris, eğer birşey söylemek istiyorsan lütfen parmağını kaldır.)
D: Sorry, Mrs. Black. I was just talking to Mandy.
(Özür dilerim Bayan Black. Mandy'ye birşey söylüyordum.)
A: Next time, please wait till after class to talk to Mandy.
(Bir dahakine/dahaki sefer, lütfen Mandy'ye birşey söylemek için dersin bitmesini bekle.)
(Bir dahakine Mandy'ye birşey söylemeyi dersin sonrasına bırak.)
D: Yes, Mrs. Black.
(Evet/tamam/anladım Bayan Black.)
C: Excuse me, Mrs. Black, could you please explain that math problem again?
(Afedersiniz Bayan Black, bu matematik problemini bir daha/tekrar açıklayabilir misiniz lütfen?)
I couldn't hear you because Chris was talking.
(Chris konuştuğu için sizi duyamadım/dinleyemedim.)
A: Sure, Trina. OK, so ....
(Tabi/olur Trina. Pekala, ....)
C: Hey, Mandy, what class do you have next period?
(Baksana Mandy, bir dahaki ders hangi dersin sınıfındasın?)
B: Biology.
(Biyoloji.)
C: With Mr. Thompson in room 204?
(204 numaralı Bay Thompson'ın sınıfı mı?)
B: Yes.
C: OK, I'll tell my boyfriend.
(Tamam, erkek arkadaşıma söyleyeceğim/söylerim.)
B: Why?
(Niye ki?)
C: He didn't like what you wrote about me in the paper.
(Gazetede benim hakkımda yazdıkların hoşuna gitmedi.)
B: I'm sorry. But what I wrote was the truth.
(Özür dilerim. Ama yazdığım şeyler yalan değil ki.)
C: Well, I didn't like it, either.
(Benim de hoşuma gitmedi.)
So my boyfriend is going to do something about it.
(Bu yüzden erkek arkadaşım bu konuda birşeyler yapacak.)
B: Like what?
(Ne gibi/mesela?)
C: You'll see.
(Görürsün/göreceksin.)
----- ------
* to bump into someone/something
= to crash into, collide with someone or something accidentally
= çarpmak, toslamak
- It's easy to bump into furniture in the dark.
(Karanlıkta/ışıklar kapalıyken mobilyalara çarpması kolaydır.)
(İnsan karanlıkta mobilyalara kolayca çarpıyor.)
- Tom accidentally bumped into Mary and apologized.
(Tom kazara/istemeden Mary'ye çarpıp özür diledi.)
- The child on the bicycle nearly bumped into me.
(Bisikletli çocuk az kalsın bana çarpıyordu.)
(Bisikletli çocuğun bana çarpmasına ramak kalmıştı.)
- Tom bumped into a Mary on his way to school.
(Tom okula giderken Mary diye/adında birine çarptı.)
- I wasn't looking where I was going and bumped into a garbage can.
(Nereye gittiğime bakmıyordum, ki çöp tenekesine çarptım.)
- I have a huge bruise where I bumped into the corner of the table.
(Masanın köşesine/kenarına çarptığım yerde kocaman bir morluk/çürük var.)
- He bumped into me and I fell.
(Bana çarptı ve yere düştüm.)
- I bumped into the car in front of me on the way to work.
(İşe giderken önümdeki arabaya/araca çarptım/tosladım.)
* to mean to (do something)
= to intend to do sth, to want, to plan, to purpose, to aim
= istemek, niyetlenmek, amaçlamak, düşünmek, kastetmek, planlamak
- I'm sorry, I didn't mean to frighten you.
(Özür dilerim/kusura bakma, seni korkutmak istememiştim/amacım/niyetim seni korkutmak değildi.)
- She didn't mean to offend anyone with her remark.
(Sözleri/yorumu/görüşü ile kimseyi rencide etmeyi amaçlamadı.)
- I didn't mean to eavesdrop on your conversation.
(Amacım/niyetim konuşmanıza kulak misafiri olmak/konuşmanızı gizlice dinlemek değildi.)
- I'm sure you didn't mean to hurt Tom's feelings.
(Amacının/niyetinin Tom'u üzmek/ Tom'un duygularını incitmek olmadığına eminim/olmadığını biliyorum.)
- Tom didn't mean to step on Mary's toes.
(Tom istemeden Mary'nin ayağına bastı.)
- We didn't mean to disparage our contenders.
(Niyetimiz/amacımız/kastımız rakiplerimizi kötülemek/hor görmek/aşağılamak değildi.)
- What do you mean to do?
(Ne yapmak istiyorsun/ne yapmayı planlıyorsun/düşünüyorsun?)
- I mean to leave that meeting with a new contract.
(Bu toplantıdan yeni bir sözleşme/anlaşma yapmış olarak ayrılmak/çıkmak istiyorum.)
* to make someone look bad
= cause someone to appear bad/wrong
= birini kötü/başarısız/haksız göstermek
birinin itibarını zedelemek, birini küçük düşürmek/utandırmak
birini zora sokmak/zor duruma düşürmek/zor durumda bırakmak
görüntüsünü bozmak, fiyakasını bozmak
- Sit down and behave yourself! You're making us look bad.
(Yerine otur ve kendine gel! Bizi küçük düşürüyorsun/utandırıyorsun.)
- You're making me look bad in front of the lady.
(Bayanın önünde beni kötü gösteriyorsun/küçük düşürüyorsun/itibarımı zedeliyorsun.)
- Trying to make someone look bad will only make you look worse.
(Birini kötü göstermeye çalışmak/uğraşmak sadece sizi daha da kötü gösterecektir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder