11 Haziran 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 96

let someone/something do something

= to allow/permit someone to do something
    to make it possible for somebody to do or have something
    to give permission or opportunity to
    to cause to, to make

= yapmasına izin vermek/müsaade etmek
    zemin sunmak, olanak sağlamak
    neden olmak

* John let me drive his new car.
  (John bana yeni arabasını sürdürdü.)

* My boss let me leave early.
  (Patronum erken çıkmama müsaade etti/izin verdi.)

* I won't let anybody drive my brand-new car.
  (Kimsenin son model arabamı kullanmasına izin vermem.)
  (Son model arabamı kimseye kullandırtmam.)

* Barry never lets anyone touch the piano.
  (Barry piyanosuna asla kimseyi dokundurtmaz.)

* This feature lets you read a document hands free.
  (Bu özellik bir belgeyi/dökumanı ellerinizi kullanmadan okumanızı sağlar/sağlamaktadır.)
  (Bu özellik ile/sayesinde bir belgeyi ellerinizi kullanmadan okuyabilirsiniz.)

* A break in the clouds let us see the summit.
  (Bulutlardaki bir aralık/açıklık sayesinde zirveyi gördük/görebildik/zirveyi görebilmemizi sağladı.)

* He often lets me use his typewriter.
  (Çoğunlukla/çoğu kez daktilosunu kullanmama izin verir/daktilosunu bana kullandırır.)

* He decided to let his hair grow long.
  (Saçını uzatmaya karar verdi.)

* I don't believe in letting children do whatever they want to do.
  (Çocukların ne istiyorsa yapmalarına izin verilmesi gerektiğine inanmıyorum/verilmesi taraftarı değilim/gerektiğini doğru bulmuyorum.)

* Let your shoes dry completely before putting them on.
  (Giymeden önce bırak ayakkabıların tamamen kurusun.)
  (Ayakkabıların tamamen kurusun da öyle giy.)

* The farmer lets me live in a caravan behind his barn.
  (Çiftçi ahırının arkasında karavanımda yaşamama/kalmama izin veriyor/ses çıkarmıyor.)

* Her Dad never lets her have ice-cream.
  (Babası onun dondurma almasına asla izin vermiyor/vermez.)
  (Babası ona hiçbir zaman/kesinlikle dondurma aldırtmıyor.)

* They agreed to let us live there rent-free.
  (Orada kira ödemeden oturmamızı kabul ettiler/oturmamıza razı oldular.)

* It isn't hygienic to let the cat sit on the dining table.
  (Kedinizin yemek masasına oturmasına izin vermeniz/müsaade etmeniz hiyjen/sağlık açısından doğru değil.
  (Kedinizi yemek masasında oturtmanız hiyjen/sağlık açısından doğru değil.)

* I have a pass that lets me ride 20 times.
  (20 defa binebildiğim/biniş yapabildiğim bir pasom var/paso aldım.)
  (Bir pasom var/paso aldım, 20 defa binilebiliyor.)
* He let Jack lead the way.
  (Jack'in yolu göstermesine/öncülük etmesine karışmadı/ses çıkarmadı/karşı çıkmadı.)

* I'm letting you stay up late, just this once.
  (Geç saatte yatmana izin veriyorum, bu seferlik.)

* She didn't intend to let him drive.
  (Arabayı ona vermeye/sürdürmeye niyeti yoktu/niyetli değildi.)

* The inheritance let us finally buy a house.
  (Kalan miras sayesinde sonunda/nihayet ev alabildik/ev sahibi olabildik.)

* Will your parents let you go to the party?
  (Ailen seni partiye gönderecek mi/partiye gelmene izin verecek mi/müsaade edecek mi?)

* Will you let me go home please?
  (İzninizle/müsaadenizle eve gideyim/kalkayım ben.)

* Will you let me speak? You are not the only person here.
  (Konuşmama izin verir misiniz/Müsaade et de/bırak da ben de konuşayım? Burada sadece siz yoksunuz.)

* Won’t you let me give my own opinion? I demand the right to express myself.
  (Kendi fikrimi/düşüncemi söylememe izin vermeyecek misiniz? Kendimi/düşüncemi ifade etme hakkımı istiyorum.)

* Will you let me take a photo of you?
  (Fotoğrafınızı çekebilir miyim?)

* Will you let me pay for the meal?
  (Bırak yemeğin parasını/hesabı ben ödeyim.)

* Come on Dad! Please let me go to the concert.
  (Hadi/yapma baba! Lütfen izin ver de/bırak da konsere gideyim/konsere gitmeme izin ver.)

* Why don’t you let me go? All my friends are going.
  (Gitmeme izin versen ne olur? Bütün arkadaşlarım/arkadaşlarımın hepsi gidiyor.)

* We don’t let employees use the office telephone for personal calls.
  (Çalışanlarımızın kişisel/şahsi aramaları için şirket/ofis telefonunu kullanmalarına izin vermiyoruz.)
  (Çalışanlarımız kişisel aramalarında ofis telefonunu kullanamazlar.)

* This is a secret just between you and me, so don't let it slip out.
  (Bu yalnızca seninle benim aramda kalsın/bir sır, bu yüzden ağzından kaçmasına izin verme/ağzından kaçırma/kimse duymasın.)

* Don't let him come in. He's crazy!
  (İçeri girmesine izin verme/onu içeriye alma. Delinin/çılgının/kaçığın biridir/tekidir.)

* Don't let this discourage you from trying it again.
  (Bunun/bu olayın seni bir daha denemekten vazgeçirmesine/alıkoymasına izin verme.)
  (Bu/bu olay, seni bir daha denemekten vazgeçirmesin.)

* Don't let him know her address.
  (Adresini/Nerede oturduğunu ona söylemeyin/Adresini/Nerede oturduğunu bilmesin/öğrenmesin.)

* Don't let the camera get wet.
  (Aman kamera ıslanmasın.)

* Don't let your heart rule your head.
  (Kalbinin/duygularının aklına hükmetmesine izin verme.)

* Don't let anyone know it was me who told you.
  (Sana bunu benim söylediğimi/anlattığımı kimse bilmesin/kimseye söyleme.)

* Don't let me forget to post the letters.
  (Mektupları atmayı/postalamayı/postaya vermeyi unutturma/hatırlat bana.)

* Don't let him intimidate you.
  (Gözünü korkutmasına/seni yıldırmasına/sindirmesine izin verme.)

* Don't let it worry you.
  (Bunun/bu olayın seni üzmesine izin verme./Takma kafana/Dert etme.)

* Don't let me catch you doing that again.
  (Bunu bir daha yaptığını görmeyeyim senin/bir daha bunu yaparken /görmeyeyim/yakalamayayım seni.)

* I'll overlook it this time, but don't let it happen again.
  (Bu sefer görmezden geleceğim/geliyorum, ama bir daha olmasın/görmeyeyim.)

* Wow, you have 2 girlfriends? Don't let one see you with the other.
  (Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyle görmesin.
  (Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyleyken görmese iyi/bari/Aman biriyleyken öbürüne yakalanma.)

* Don't let yesterday take up too much of today.
  (Dünün bugüne fazlaca/çok fazla taşmasına izin vermeyin.)
  (Dünün işlerini bugüne çok fazla bırakmayın.)
* Don't let me detain you.
  (Bak tutuklarım seni/sizi./Kendini-zi tutuklatma-yın bana.)

* If he needs money, let him earn it!
  (Paraya ihtiyacı varsa, verme para, bırak kazansın.)
  (Parasının olmasını istiyorsa, çalışıp kazansın/kazanacak.)

* Don't let this chance slip by.
  (Bu fırsatın kaçıp gitmesine izin verme-yin./Bu fırsatı/şansı kaçırmayın/tepmeyin/kaybetmeyin/yitirmeyin.)

* Don't let children have their own way.
  (Çocuklarınızın kendi başına buyruk olmalarına/bildiklerini okumalarına izin vermeyin.)

* Don't let the children monopolize the television.
  (Çocukların televizyonu ele geçirmelerine/istedikleri gibi kullanmalarına/izlemelerine izin vermeyin.)

* Don't let making a living prevent you from making a life.
  (Yaşamınızı kazanma uğraşınızın yaşamınızı yaşam olmaktan çıkarmasına izin vermeyin.)
  (Para kazanayım derken yaşamayı/hayatı ıskalamayın/elinizden kaçırmayın.)

* Don't let fear decide your fate.
  (Korkularının kaderini belirlemesine izin verme/Korkuların kaderin olmasın.)

* Don't let what you cannot do interfere with what you can do.
  (Yapamayacaklarınızın yapabileceklerinizi etkilemesine izin vermeyin.)
  (Yapamayacağınız şeyler yapabileceğiniz şeylere engel olmasın.)

* My wife let me go out with the guys last night.
  (Eşim geçen akşam arkadaşlarımla çıkmama izin verdi/sesini çıkarmadı/bir şey demedi.)
  
* I don't know if my boss will let me take the day off.
  (Patronum bana bir gün izin verir mi/bir günlük izin kullandırır mı bilmiyorum/emin değilim/bir şey diyemem.)

* Peter never lets his kids watch TV after 7 PM.
  (Peter akşam 7'den sonra çocuklarının TV izlemesine asla/kesinlikle müsaade etmez/çocuklarına TV izletmez.)

* Let me show you how to open it. It’s a bit tricky.
  (-Bırak da/müsaade et-Sana nasıl açılacağını/açıldığını göstereyim. Biraz karmaşık/alengirli/ustalık/dikkat isteyen bir şey.)

* My mother lets me stay out till midnight on a Saturday.
  (Annem cumartesi günleri gece yarısına kadar dışarıda durmama/eve gelmememe izin veriyor/bir şey demiyor/demez.)

* Let me go! I promise I won't tell anyone.
  (Bırak gideyim! Söz veriyorum/yemin ediyorum kimseye söylemeyeceğim/söylemem/anlatmayacağım/anlatmam.)

* Stop interrupting and let me finish what I was saying.
  (Araya girme de/sözümü kesme de konuşmamı/sözlerimi bitireyim/tamamlayayım/diyeceklerimi diyeyim.)

* If God lets me live and I beat this cancer, I am going to do something to make a difference in other people’s lives.
  (Allah ömür verir ve bu kanseri yenersem/atlatırsam, diğerlerinin yaşamlarını değiştirecek şeyler/işler yapacağım.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder