= to allow/permit someone to do something
to make it possible for somebody to do or have something
to give permission or opportunity to
to cause to, to make
= yapmasına izin vermek/müsaade etmek
zemin sunmak, olanak sağlamak
neden olmak
* John let me drive his new car.
(John bana yeni arabasını sürdürdü.)
* My boss let me leave early.
(Patronum erken çıkmama müsaade etti/izin verdi.)
* I won't let anybody drive my brand-new car.
(Kimsenin son model arabamı kullanmasına izin vermem.)
(Son model arabamı kimseye kullandırtmam.)
* Barry never lets anyone touch the piano.
(Barry piyanosuna asla kimseyi dokundurtmaz.)
* This feature lets you read a document hands free.
(Bu özellik bir belgeyi/dökumanı ellerinizi kullanmadan okumanızı sağlar/sağlamaktadır.)
(Bu özellik ile/sayesinde bir belgeyi ellerinizi kullanmadan okuyabilirsiniz.)
* A break in the clouds let us see the summit.
(Bulutlardaki bir aralık/açıklık sayesinde zirveyi gördük/görebildik/zirveyi görebilmemizi sağladı.)
* He often lets me use his typewriter.
(Çoğunlukla/çoğu kez daktilosunu kullanmama izin verir/daktilosunu bana kullandırır.)
* He decided to let his hair grow long.
(Saçını uzatmaya karar verdi.)
* I don't believe in letting children do whatever they want to do.
(Çocukların ne istiyorsa yapmalarına izin verilmesi gerektiğine inanmıyorum/verilmesi taraftarı değilim/gerektiğini doğru bulmuyorum.)
* Let your shoes dry completely before putting them on.
(Giymeden önce bırak ayakkabıların tamamen kurusun.)
(Ayakkabıların tamamen kurusun da öyle giy.)
* The farmer lets me live in a caravan behind his barn.
(Çiftçi ahırının arkasında karavanımda yaşamama/kalmama izin veriyor/ses çıkarmıyor.)
* Her Dad never lets her have ice-cream.
(Babası onun dondurma almasına asla izin vermiyor/vermez.)
(Babası ona hiçbir zaman/kesinlikle dondurma aldırtmıyor.)
* They agreed to let us live there rent-free.
(Orada kira ödemeden oturmamızı kabul ettiler/oturmamıza razı oldular.)
* It isn't hygienic to let the cat sit on the dining table.
(Kedinizin yemek masasına oturmasına izin vermeniz/müsaade etmeniz hiyjen/sağlık açısından doğru değil.
(John bana yeni arabasını sürdürdü.)
* My boss let me leave early.
(Patronum erken çıkmama müsaade etti/izin verdi.)
* I won't let anybody drive my brand-new car.
(Kimsenin son model arabamı kullanmasına izin vermem.)
(Son model arabamı kimseye kullandırtmam.)
* Barry never lets anyone touch the piano.
(Barry piyanosuna asla kimseyi dokundurtmaz.)
* This feature lets you read a document hands free.
(Bu özellik bir belgeyi/dökumanı ellerinizi kullanmadan okumanızı sağlar/sağlamaktadır.)
(Bu özellik ile/sayesinde bir belgeyi ellerinizi kullanmadan okuyabilirsiniz.)
* A break in the clouds let us see the summit.
(Bulutlardaki bir aralık/açıklık sayesinde zirveyi gördük/görebildik/zirveyi görebilmemizi sağladı.)
* He often lets me use his typewriter.
(Çoğunlukla/çoğu kez daktilosunu kullanmama izin verir/daktilosunu bana kullandırır.)
* He decided to let his hair grow long.
(Saçını uzatmaya karar verdi.)
* I don't believe in letting children do whatever they want to do.
(Çocukların ne istiyorsa yapmalarına izin verilmesi gerektiğine inanmıyorum/verilmesi taraftarı değilim/gerektiğini doğru bulmuyorum.)
* Let your shoes dry completely before putting them on.
(Giymeden önce bırak ayakkabıların tamamen kurusun.)
(Ayakkabıların tamamen kurusun da öyle giy.)
* The farmer lets me live in a caravan behind his barn.
(Çiftçi ahırının arkasında karavanımda yaşamama/kalmama izin veriyor/ses çıkarmıyor.)
* Her Dad never lets her have ice-cream.
(Babası onun dondurma almasına asla izin vermiyor/vermez.)
(Babası ona hiçbir zaman/kesinlikle dondurma aldırtmıyor.)
* They agreed to let us live there rent-free.
(Orada kira ödemeden oturmamızı kabul ettiler/oturmamıza razı oldular.)
* It isn't hygienic to let the cat sit on the dining table.
(Kedinizin yemek masasına oturmasına izin vermeniz/müsaade etmeniz hiyjen/sağlık açısından doğru değil.
(Kedinizi yemek masasında oturtmanız hiyjen/sağlık açısından doğru değil.)
* I have a pass that lets me ride 20 times.
(20 defa binebildiğim/biniş yapabildiğim bir pasom var/paso aldım.)
* I have a pass that lets me ride 20 times.
(20 defa binebildiğim/biniş yapabildiğim bir pasom var/paso aldım.)
(Bir pasom var/paso aldım, 20 defa binilebiliyor.)
* He let Jack lead the way.
(Jack'in yolu göstermesine/öncülük etmesine karışmadı/ses çıkarmadı/karşı çıkmadı.)
* I'm letting you stay up late, just this once.
(Geç saatte yatmana izin veriyorum, bu seferlik.)
* She didn't intend to let him drive.
(Arabayı ona vermeye/sürdürmeye niyeti yoktu/niyetli değildi.)
* The inheritance let us finally buy a house.
(Kalan miras sayesinde sonunda/nihayet ev alabildik/ev sahibi olabildik.)
* Will your parents let you go to the party?
(Ailen seni partiye gönderecek mi/partiye gelmene izin verecek mi/müsaade edecek mi?)
* Will you let me go home please?
(İzninizle/müsaadenizle eve gideyim/kalkayım ben.)
* Will you let me speak? You are not the only person here.
(Konuşmama izin verir misiniz/Müsaade et de/bırak da ben de konuşayım? Burada sadece siz yoksunuz.)
* Won’t you let me give my own opinion? I demand the right to express myself.
(Kendi fikrimi/düşüncemi söylememe izin vermeyecek misiniz? Kendimi/düşüncemi ifade etme hakkımı istiyorum.)
* Will you let me take a photo of you?
(Fotoğrafınızı çekebilir miyim?)
* Will you let me pay for the meal?
(Bırak yemeğin parasını/hesabı ben ödeyim.)
* Come on Dad! Please let me go to the concert.
(Hadi/yapma baba! Lütfen izin ver de/bırak da konsere gideyim/konsere gitmeme izin ver.)
* Why don’t you let me go? All my friends are going.
(Gitmeme izin versen ne olur? Bütün arkadaşlarım/arkadaşlarımın hepsi gidiyor.)
* We don’t let employees use the office telephone for personal calls.
(Çalışanlarımızın kişisel/şahsi aramaları için şirket/ofis telefonunu kullanmalarına izin vermiyoruz.)
(Çalışanlarımız kişisel aramalarında ofis telefonunu kullanamazlar.)
* This is a secret just between you and me, so don't let it slip out.
(Bu yalnızca seninle benim aramda kalsın/bir sır, bu yüzden ağzından kaçmasına izin verme/ağzından kaçırma/kimse duymasın.)
* Don't let him come in. He's crazy!
(İçeri girmesine izin verme/onu içeriye alma. Delinin/çılgının/kaçığın biridir/tekidir.)
* Don't let this discourage you from trying it again.
(Bunun/bu olayın seni bir daha denemekten vazgeçirmesine/alıkoymasına izin verme.)
(Bu/bu olay, seni bir daha denemekten vazgeçirmesin.)
* Don't let him know her address.
(Adresini/Nerede oturduğunu ona söylemeyin/Adresini/Nerede oturduğunu bilmesin/öğrenmesin.)
* Don't let the camera get wet.
(Aman kamera ıslanmasın.)
* Don't let your heart rule your head.
(Kalbinin/duygularının aklına hükmetmesine izin verme.)
* Don't let anyone know it was me who told you.
(Sana bunu benim söylediğimi/anlattığımı kimse bilmesin/kimseye söyleme.)
* Don't let me forget to post the letters.
(Mektupları atmayı/postalamayı/postaya vermeyi unutturma/hatırlat bana.)
* Don't let him intimidate you.
(Gözünü korkutmasına/seni yıldırmasına/sindirmesine izin verme.)
* Don't let it worry you.
(Bunun/bu olayın seni üzmesine izin verme./Takma kafana/Dert etme.)
* Don't let me catch you doing that again.
(Bunu bir daha yaptığını görmeyeyim senin/bir daha bunu yaparken /görmeyeyim/yakalamayayım seni.)
* I'll overlook it this time, but don't let it happen again.
(Bu sefer görmezden geleceğim/geliyorum, ama bir daha olmasın/görmeyeyim.)
* Wow, you have 2 girlfriends? Don't let one see you with the other.
(Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyle görmesin.
(Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyleyken görmese iyi/bari/Aman biriyleyken öbürüne yakalanma.)
* Don't let yesterday take up too much of today.
(Dünün bugüne fazlaca/çok fazla taşmasına izin vermeyin.)
* He let Jack lead the way.
(Jack'in yolu göstermesine/öncülük etmesine karışmadı/ses çıkarmadı/karşı çıkmadı.)
* I'm letting you stay up late, just this once.
(Geç saatte yatmana izin veriyorum, bu seferlik.)
* She didn't intend to let him drive.
(Arabayı ona vermeye/sürdürmeye niyeti yoktu/niyetli değildi.)
* The inheritance let us finally buy a house.
(Kalan miras sayesinde sonunda/nihayet ev alabildik/ev sahibi olabildik.)
* Will your parents let you go to the party?
(Ailen seni partiye gönderecek mi/partiye gelmene izin verecek mi/müsaade edecek mi?)
* Will you let me go home please?
(İzninizle/müsaadenizle eve gideyim/kalkayım ben.)
* Will you let me speak? You are not the only person here.
(Konuşmama izin verir misiniz/Müsaade et de/bırak da ben de konuşayım? Burada sadece siz yoksunuz.)
* Won’t you let me give my own opinion? I demand the right to express myself.
(Kendi fikrimi/düşüncemi söylememe izin vermeyecek misiniz? Kendimi/düşüncemi ifade etme hakkımı istiyorum.)
* Will you let me take a photo of you?
(Fotoğrafınızı çekebilir miyim?)
* Will you let me pay for the meal?
(Bırak yemeğin parasını/hesabı ben ödeyim.)
* Come on Dad! Please let me go to the concert.
(Hadi/yapma baba! Lütfen izin ver de/bırak da konsere gideyim/konsere gitmeme izin ver.)
* Why don’t you let me go? All my friends are going.
(Gitmeme izin versen ne olur? Bütün arkadaşlarım/arkadaşlarımın hepsi gidiyor.)
* We don’t let employees use the office telephone for personal calls.
(Çalışanlarımızın kişisel/şahsi aramaları için şirket/ofis telefonunu kullanmalarına izin vermiyoruz.)
(Çalışanlarımız kişisel aramalarında ofis telefonunu kullanamazlar.)
* This is a secret just between you and me, so don't let it slip out.
(Bu yalnızca seninle benim aramda kalsın/bir sır, bu yüzden ağzından kaçmasına izin verme/ağzından kaçırma/kimse duymasın.)
* Don't let him come in. He's crazy!
(İçeri girmesine izin verme/onu içeriye alma. Delinin/çılgının/kaçığın biridir/tekidir.)
* Don't let this discourage you from trying it again.
(Bunun/bu olayın seni bir daha denemekten vazgeçirmesine/alıkoymasına izin verme.)
(Bu/bu olay, seni bir daha denemekten vazgeçirmesin.)
* Don't let him know her address.
(Adresini/Nerede oturduğunu ona söylemeyin/Adresini/Nerede oturduğunu bilmesin/öğrenmesin.)
* Don't let the camera get wet.
(Aman kamera ıslanmasın.)
* Don't let your heart rule your head.
(Kalbinin/duygularının aklına hükmetmesine izin verme.)
* Don't let anyone know it was me who told you.
(Sana bunu benim söylediğimi/anlattığımı kimse bilmesin/kimseye söyleme.)
* Don't let me forget to post the letters.
(Mektupları atmayı/postalamayı/postaya vermeyi unutturma/hatırlat bana.)
* Don't let him intimidate you.
(Gözünü korkutmasına/seni yıldırmasına/sindirmesine izin verme.)
* Don't let it worry you.
(Bunun/bu olayın seni üzmesine izin verme./Takma kafana/Dert etme.)
* Don't let me catch you doing that again.
(Bunu bir daha yaptığını görmeyeyim senin/bir daha bunu yaparken /görmeyeyim/yakalamayayım seni.)
* I'll overlook it this time, but don't let it happen again.
(Bu sefer görmezden geleceğim/geliyorum, ama bir daha olmasın/görmeyeyim.)
* Wow, you have 2 girlfriends? Don't let one see you with the other.
(Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyle görmesin.
(Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyleyken görmese iyi/bari/Aman biriyleyken öbürüne yakalanma.)
* Don't let yesterday take up too much of today.
(Dünün bugüne fazlaca/çok fazla taşmasına izin vermeyin.)
(Dünün işlerini bugüne çok fazla bırakmayın.)
* Don't let me detain you.
(Bak tutuklarım seni/sizi./Kendini-zi tutuklatma-yın bana.)
* If he needs money, let him earn it!
(Paraya ihtiyacı varsa, verme para, bırak kazansın.)
(Parasının olmasını istiyorsa, çalışıp kazansın/kazanacak.)
* Don't let this chance slip by.
(Bu fırsatın kaçıp gitmesine izin verme-yin./Bu fırsatı/şansı kaçırmayın/tepmeyin/kaybetmeyin/yitirmeyin.)
* Don't let children have their own way.
(Çocuklarınızın kendi başına buyruk olmalarına/bildiklerini okumalarına izin vermeyin.)
* Don't let the children monopolize the television.
(Çocukların televizyonu ele geçirmelerine/istedikleri gibi kullanmalarına/izlemelerine izin vermeyin.)
* Don't let making a living prevent you from making a life.
(Yaşamınızı kazanma uğraşınızın yaşamınızı yaşam olmaktan çıkarmasına izin vermeyin.)
(Para kazanayım derken yaşamayı/hayatı ıskalamayın/elinizden kaçırmayın.)
* Don't let fear decide your fate.
(Korkularının kaderini belirlemesine izin verme/Korkuların kaderin olmasın.)
* Don't let what you cannot do interfere with what you can do.
(Yapamayacaklarınızın yapabileceklerinizi etkilemesine izin vermeyin.)
(Yapamayacağınız şeyler yapabileceğiniz şeylere engel olmasın.)
* My wife let me go out with the guys last night.
(Eşim geçen akşam arkadaşlarımla çıkmama izin verdi/sesini çıkarmadı/bir şey demedi.)
* I don't know if my boss will let me take the day off.
(Patronum bana bir gün izin verir mi/bir günlük izin kullandırır mı bilmiyorum/emin değilim/bir şey diyemem.)
* Peter never lets his kids watch TV after 7 PM.
(Peter akşam 7'den sonra çocuklarının TV izlemesine asla/kesinlikle müsaade etmez/çocuklarına TV izletmez.)
* Let me show you how to open it. It’s a bit tricky.
(-Bırak da/müsaade et-Sana nasıl açılacağını/açıldığını göstereyim. Biraz karmaşık/alengirli/ustalık/dikkat isteyen bir şey.)
* My mother lets me stay out till midnight on a Saturday.
(Annem cumartesi günleri gece yarısına kadar dışarıda durmama/eve gelmememe izin veriyor/bir şey demiyor/demez.)
* Let me go! I promise I won't tell anyone.
(Bırak gideyim! Söz veriyorum/yemin ediyorum kimseye söylemeyeceğim/söylemem/anlatmayacağım/anlatmam.)
* Stop interrupting and let me finish what I was saying.
(Araya girme de/sözümü kesme de konuşmamı/sözlerimi bitireyim/tamamlayayım/diyeceklerimi diyeyim.)
* If God lets me live and I beat this cancer, I am going to do something to make a difference in other people’s lives.
(Allah ömür verir ve bu kanseri yenersem/atlatırsam, diğerlerinin yaşamlarını değiştirecek şeyler/işler yapacağım.)
* Don't let me detain you.
(Bak tutuklarım seni/sizi./Kendini-zi tutuklatma-yın bana.)
* If he needs money, let him earn it!
(Paraya ihtiyacı varsa, verme para, bırak kazansın.)
(Parasının olmasını istiyorsa, çalışıp kazansın/kazanacak.)
* Don't let this chance slip by.
(Bu fırsatın kaçıp gitmesine izin verme-yin./Bu fırsatı/şansı kaçırmayın/tepmeyin/kaybetmeyin/yitirmeyin.)
* Don't let children have their own way.
(Çocuklarınızın kendi başına buyruk olmalarına/bildiklerini okumalarına izin vermeyin.)
* Don't let the children monopolize the television.
(Çocukların televizyonu ele geçirmelerine/istedikleri gibi kullanmalarına/izlemelerine izin vermeyin.)
* Don't let making a living prevent you from making a life.
(Yaşamınızı kazanma uğraşınızın yaşamınızı yaşam olmaktan çıkarmasına izin vermeyin.)
(Para kazanayım derken yaşamayı/hayatı ıskalamayın/elinizden kaçırmayın.)
* Don't let fear decide your fate.
(Korkularının kaderini belirlemesine izin verme/Korkuların kaderin olmasın.)
* Don't let what you cannot do interfere with what you can do.
(Yapamayacaklarınızın yapabileceklerinizi etkilemesine izin vermeyin.)
(Yapamayacağınız şeyler yapabileceğiniz şeylere engel olmasın.)
* My wife let me go out with the guys last night.
(Eşim geçen akşam arkadaşlarımla çıkmama izin verdi/sesini çıkarmadı/bir şey demedi.)
* I don't know if my boss will let me take the day off.
(Patronum bana bir gün izin verir mi/bir günlük izin kullandırır mı bilmiyorum/emin değilim/bir şey diyemem.)
* Peter never lets his kids watch TV after 7 PM.
(Peter akşam 7'den sonra çocuklarının TV izlemesine asla/kesinlikle müsaade etmez/çocuklarına TV izletmez.)
* Let me show you how to open it. It’s a bit tricky.
(-Bırak da/müsaade et-Sana nasıl açılacağını/açıldığını göstereyim. Biraz karmaşık/alengirli/ustalık/dikkat isteyen bir şey.)
* My mother lets me stay out till midnight on a Saturday.
(Annem cumartesi günleri gece yarısına kadar dışarıda durmama/eve gelmememe izin veriyor/bir şey demiyor/demez.)
* Let me go! I promise I won't tell anyone.
(Bırak gideyim! Söz veriyorum/yemin ediyorum kimseye söylemeyeceğim/söylemem/anlatmayacağım/anlatmam.)
* Stop interrupting and let me finish what I was saying.
(Araya girme de/sözümü kesme de konuşmamı/sözlerimi bitireyim/tamamlayayım/diyeceklerimi diyeyim.)
* If God lets me live and I beat this cancer, I am going to do something to make a difference in other people’s lives.
(Allah ömür verir ve bu kanseri yenersem/atlatırsam, diğerlerinin yaşamlarını değiştirecek şeyler/işler yapacağım.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder