5 Haziran 2015 Cuma

Videolarla Pratik İngilizce-11

the way to answer the phone at work



A: Hello? Yeah this is The Net Cafe.
  (Alo/buyrun? Evet burası The Net Cafe.)
   You want to talk to Becca?
  (Becca'yla mı görüşmek/konuşmak istiyordunuz?
   Sorry, she's not here.
  (Üzgünüm, burada değil.)
   Sure, no problem. Bye.
  (Tabi, rica ederim/ne demek. Hoşçakal.)
B: Aaron Harris!
A: Oh! Hi, Becca.
  (oh, merhaba Becca.)
B: Do you always answer the phone like that?
  (Telefonlara hep böyle/bu şekilde mi cevap veriyorsun/bakıyorsun?)
  (Arayanlarla hep böyle/bu şekilde mi konuşuyorsun?)
A: Sometimes.
  (Bazen/ara sıra/her zaman değil.)
B: That's not the way to answer the phone at work!
  (İşyerinde telefonlara öyle/o şekilde bakılmaz/telefonlar öyle/o şekilde cevaplanmaz.)
   You should say, "Thank you for calling The Net Cafe. This is Aaron."
  ("The Net Cafe'yi aradığınız teşekkürler. Ben Aaron" demelisin.)
A: I know. But what I said was OK, right?
  (Biliyorum/haklısın/doğru söylüyorsun. Ama benim dediğim/dediklerim de yanlış/hatalı değildi, değil mi?)
   I was friendly.
  (Dostça/sıcak konuştum.)
B: Yes, but you were so informal!
  (Evet, ama çok gayriresmiydin/laubaliydin.)
A: Customers like friendly workers!
  (Müşteriler sıcakkanlı/cana yakın çalışanları/personeli sever.)
B: We're supposed to be friendly and professional.
  (Cana yakın ve de profesyonel olmamız lazım/gerekiyor/olmalıyız.)
  (Bizlerden cana yakın ve de profesyonel olmamız bekleniyor.)
A: Ah, OK.
  (Tamam.)
B: I mean it, Aaron.
  (Ben ciddiyim, Aaron.)
   I wouldn't want to have to tell our boss about this.
  (Patronumuza bu durumdan/olaydan bahsetmek zorunda kalmak istemem.)
A: You'd tell Ron I don't answer the phone well enough?
  (Arayanlara güzel cevap vermediğimi/arayanlarla güzel bir şekilde konuşmadığımı Ron'a söyleyecek misin/söyler misin?)
B: I will if I have to.
  (Mecbur kalırsam/gerekirse söylerim.)
A: All right then! Don't worry, sis.
  (Tamam öyleyse/Peki öyle olsun! Sen merak etme kardeşim.)
   I'll be so professional that everyone will be happy!
  (O kadar/öyle profesyonel olacağım/davranacağım ki herkes mutlu/memnun olacak.)
B: I hope so!
  (Umarım/inşallah/hadi bakalım!)
   OK, Aaron!
  (Haydi/hadisene Aaron!)
A: Thank you for calling The Net Cafe. This is Aaron.
  (The Net Cafe'yi aradığınız teşekkürler. Ben Aaron.)
   How may I help you?
  (Size nasıl yardımcı olabilirim?)
B: Much better!
  (Çok daha iyi/ha işte böyle)
A: Yes, Becca is available.
  (Evet, Becca buradalar/müsaitler)
   May I ask who is calling?
  (Kim arıyordu efendim?)
   One moment, please.
  (Bir saniye lütfen.)
   Here you go.
  (buyrun/Al bakalım/buyur al bakalım)
   It's a customer. She wants to talk to the manager.
  (Bir müşteri arıyor/arayan bir müşteri. Yöneticiyle konuşmak istiyor/muş.)
B: Hello, this is Becca Harris.
  (Alo/merhaba, ben Becca Harris/Becca Harris ile görüşüyorsunuz.)
   Oh, hi, mom!
  (Oh, merhaba anne.)
--------- -------
* to answer the phone
= to respond to a telephone call
= telefona bakmak, telefona cevap vermek, telefonu açmak
- He interrupted his work to answer the phone.
  (Telefona bakmak/cevap vermek için işine ara verdi.)
- Would you answer the phone for me, please? My hands are all greasy.
  (Benim yerime telefona bakabilir misin lütfen? Ellerim hep yağlı.)
- She stood up to answer the phone.
  (Telefona bakmak/cevap vermek için ayağa/yerinden kalktı.)

* I mean it
= I'm serious
  I'm not joking or exaggerating
= ben ciddiyim, çok ciddiyim, şaka yapmıyorum
- Don't laugh! I mean it.
  (Gülme. Ben ciddiyim/şaka yapmıyorum.)
- Give it back now! I mean it.
  (Hemen ver onu bana geri. Ciddiyim ben/şaka yapmıyorum ben.)

* sis
= short for sister
= sister'ın sokak/argo dilinde kısaltması
- Me and my sis went to the movies.
  (Kız kardeşimle sinemaya gittik.)

* so ... that ... 
= to show a fact with a result or consequence
  to show extreme feelings or an opinion about something
  (so+adjective/adverb+that)
= o kadar/öyle ... ki ...
  (so+sıfat/zarf+that)
- The music is so loud that I cannot hear you.
  (Müziğin sesi o kadar yüksek/açık ki seni duyamıyorum.)
- He speaks so quickly that nobody understands what he says.
  (Öyle hızlı konuşuyor ki kimse söylediklerini/ne dediğini anlamıyor.)
- The box was so heavy that Tony couldn't move it.
  (Kutu o kadar ağırdı ki Tom kaldıramadı/taşıyamadı.)
- I am so tired that I cannot explain now.
  (O kadar/öyle yorgunum ki şu an anlatamam.)
- The meal was so good that we decided to have dinner at the same restaurant again tonight.
  (Yemek o kadar güzeldi ki bu akşam aynı restoranda tekrar/bir daha yemek yemeye karar verdik.)
- Pamela's feet are so big that she can't find shoes her size.
  (Pamela'nın ayakları o kadar/öyle büyük ki kendi numarasında ayakkabı bulamıyor.)
  (Pamela'nın o kadar/öyle büyük ayakları var ki kendi numarasında ayakkabı bulamıyor.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder