7 Haziran 2015 Pazar

Videolarla Pratik İngilizce-12

Prank Call



A: May I use your phone a minute?
  (Telefonunuzu bir dakika/biraz kullanabilir miyim?)
B: Sure.
  (Tabi/elbette/buyur.)
C: Thank you for calling The Net Cafe, this is Aaron.
  (The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler, ben Aaron.)
   How may I help you?
  (Size nasıl yardımcı olabilirim?)
A: Aaron, I'd like to speak to the manager.
  (Aaron, yönetici/müdür ile görüşmek/konuşmak istiyorum/görüşecektim/konuşacaktım.)
C: I'm sorry. Becca is not available right now.
  (Özür dilerim. Becca şu an burada değil.)
   May I take a message?
  (Bir mesajınız/notunuz var mıydı/bir notunuz/mesajınız varsa alabilir miyim?)
A: No, thanks. I'll call back later. Goodbye.
  (Hayır, teşekkürler. Daha sonra tekrar/yine ararım. Hoşçakalın.)
B: Becca, why did you call Aaron?
  (Becca, Aaron'ı niye aradın ki?)
   And why did you use a different voice?
  (Ayrıca niye sesini/ses tonunu değiştirdin/sesini değiştirerek konuştun?)
A: I wanted to see how Aaron answers the phone.
  (Aaron'ın telefonlara nasıl cevap verdiğini/baktığını görmek/kontrol etmek istedim.)
   Sometimes he's not very professional.
  (Bazen çok profesyonel hareket etmiyor/davranmıyor.)
D: Did he do a good job just now?
  (Az önce/evvel/şimdi nasıl iyi miydi/başarılı mıydı/becerebildi mi/iyi iş çıkardı mı?)
A: Yes, he was very professional and polite!
  (Evet, çok profesyonel ve nazikti/kibardı.)
D: I want to call him.
  (Onu aramak istiyorum.)
B: Jeff! What are you going to do?
  (Jeff! Ne yapacaksın ki?)
D: Don't worry, Mia.
  (Merak etme, Mia.
   Aaron won't even know it's me.
  (Aaron arayanın ben olduğumu/benim aradığımı anlamayacak bile.)
  (Aaron arayanın ben olduğumun/benim aradığımın farkına bile varmayacak.)
B: Honey, aren't you a little old to make prank calls?
  (Canım/tatlım/hayatım, telefon şakası yapmak/birini telefonda işletmek için biraz fazla yaşlı değil misin?)
D: These aren't prank calls.
  (Bu telefon şakası sayılmaz/buna telefon şakası denmez.)
   They're tests.
  (Buna test/deneme denir.)
   Hello.
  (Alo/merhaba)
C: Hello. Net Cafe.
  (Alo/merhaba/buyrun, Net Cafe.)
D: What specials will you have next week?
  (Gelecek hafta -mönüde- ne/hangi yemekleriniz var?)
A: Put him on speakerphone!
  (Hoparlöre bağlasana/alsana/versene!)
  (Sesini dışarıya versene!)
D: OK!
  (Tamam.)
C: I'll check for you, sir.
  (Sizin için bakayım/bakıyorum efendim.)
   May I put you on hold?
  (Sizi biraz bekletebilir miyim?/bekleteceğim.)
  (Hattan ayrılmayın/hatta kalın lütfen.)
D: Sure.
  (Tamam/tabi/olur/pekala.)
B: Wow, Becca, he's very polite!
  (Vay, Becca çok kibar/nazik.)
A: Yes, he is.
  (Evet öyle.)
   I guess he really listened to me!
  (Sanırım/galiba/anlaşılan/öyle görünüyor ki beni/sözümü/dediklerimi gerçekten dinlemiş.)
B: Yeah. Actually, it's really cute.
  (Evet. Aslına bakarsan, bu-sözlerini dinlemesi/dikkate alması- çok iyi/güzel/hoş bir şey.)
A: I know.
  (Bence de/aynen/haklısın.)
B: I want to call him next!
  (Sonra da onu ben aramak istiyorum.)
D: Sure! Hello?
  (Olur/tamam! Alo?)

E: So you, Jeff and Mia all called Aaron?
  (Demek sen, Jeff ve Mia hepiniz birden Aaron'ı aradınız ha?
   But he didn't know it was you?
  (Aama o sizin olduğunuzu/aradığınızı/arayanın siz olduğunu anlamadı ha?
A: Right.
  (Evet/doğru/aynen.)
F: Aaron told me the cafe phone rang a lot last night.
  (Aaron bana dün gece kafenin telefonun çok çaldığını/arandığını/kafeyi çok arayanın olduğunu söylemişti.)
   Now I know why!
  (Şimdi nedenini anlıyorum/anladım.)
E: I can't believe you three made prank calls!
  (Siz üçünüzün telefon şakası yaptığına inanamıyorum/yapmasına çok şaşırdım.)
A: They weren't prank calls.
  (Ona telefon şakası denmez/telefon şakası değildi onlar.)
   I wanted to test Aaron to see how he answers the phone.
  (Aaron'ın telefonlara nasıl baktığını/cevap verdiğini görmek/anlamak için onu test etmek/sınamak istedim.)
E: I want to call him!
  (Ben de onu aramak istiyorum.)
   Hello, is Becca there?
  (Alo/merhaba, Becca orada mı?)
C: I'm sorry, she's not available right now.
  (Özür dilerim, şu an burada değil.)
   Would you like to leave a message?
  (Mesaj/not bırakmak ister misiniz/bir mesajınız/notunuz var mıydı?)
E: Can you tell her Ella Pettis called?
  (Ona Ella Pettis'in aradığını söyleyebilir misiniz?/söyleyin lütfen.)
C: Sure. Can you spell your last name for me?
  (Tabi/elbette. Soyadınızı benim için kodlayabilir/heceleyebilir misiniz?)
E: jah jah!
  (Gülme sesleri...)
C: Hey! Amber? Is that you?
  (Hey! Amber? Sen misin/sensin değil mi?)
E: Uh, no. Oops.
  (Oh hayır.)

C: I can't believe you had all those people call me.
  (Bütün bu insanlara beni arattırdığına inanamıyorum.)
  (Nasıl bütün bu insanlara beni aratırsın, çok şaşırdım/inanamıyorum.)
A: Well, you did a good job!
  (Çok başarılıydın/iyi iş çıkardın.)
C: Great!
  (Aman ne güzel/harika/çok sevindim.)
   Thank you for calling The Net Cafe.
  (The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler.)
   What? Ron?
  (Kim? Ron mu?
   Hah! Is this Jeff? Nick? Goodbye!
  (Çok komik! Jeff sen misin? Nick? Hoşçakal!)
A: You got another prank call? Funny!
  (Sana bir telefon şakası daha mı yapıldı? Garip/ilginç!
C: I can't believe Becca told people to call me!
  (Becca'nın insanlara beni aramasını söylemesine inanamıyorum.)
A: Aaron, Ron just called my cell phone.
  (Aaron, az önce Ron beni cepten aradı.)
C: No, he didn't.
  (Hayır, aramadı.)
A: Yes, he did.
  (Evet, aradı.)
   Look at the caller ID!
  (Arayan numaraya/arayanın ismine/gelen aramaya bak!)
   He wants to know why you just hung up on him.
  (Az önce/demin neden suratına/yüzüne telefonu kapattığını öğrenmek istiyor/sordu.)
------- ------
* to do a good job
= to do something well
= iyi/güzel/başarılı iş çıkarmak
  bir işi/çalışmayı vs başarıyla tamamlamak
- You are expected to do a good job.
  (İşini güzel/iyi/doğru yapman bekleniyor.)
- Tom did a good job proofreading my paper.
  (Tom kitabımın/yazımın/makalemin/raporumun yazım hatalarını düzeltmede güzel bir iş çıkardı.)
  (Tom kitabımın tashihini güzel/başarılı bir şekilde gerçekleştirdi.)
- I know you will do a good job.
  (Başaracağını biliyorum/başaracağına inanıyorum/başaracağından eminim.)

* even
= used for emphasis
  used to show that something is surprising, unusual, unexpected, or extreme
= bile, dahi, hatta
  güçlendirme vurgusu
  şaşırma/sürpriz vurgusu
- Some computers can even talk to you.
  (Kimi/bazı bilgisayarlar sizinle konuşabilirler bile.)
- Tom doesn't even know why he was expelled from school.
  (Tom okuldan niye/niçin atıldığını/uzaklaştırıldığını bile bilmiyor.)
- They even served champagne at breakfast.
  (Kahvaltıda şampanya bile vardı/servis ettiler.)
- I didn't even know you liked basketball.
  (Basketbolu sevdiğini bilmiyordum bile/basketbolu sevdiğinden haberim bile yoktu.)
- São Paulo is a huge city, larger even than New York.
  (Sao Paula New York'dan bile daha büyük bir şehirdir.)
- The task might be difficult, impossible even.
  (Verilen görev/vazife zor olabilir, hatta imkansız bile olabilir.)
- They didn’t even offer me a cup of tea.
  (Bir bardak çay bile ikram etmediler/vermediler.)
- It's a very difficult job - it might even take a year to finish it.
  (Çok zor/zorlu bir iş. Bitirmesi/bitmesi bir sene bile sürebilir/alabilir.)
- If you don't even see the startup screen, you likely have a hardware problem.
  (Başlangıç/açılış ekranını bile görmüyorsanız/ekranı bile açılmıyorsa, büyük ihtimalle/kuvvetle ihtimal donanımsal arızanız vardır.)

* I can't believe
= used when you are very surprised or shocked by something
= inanamıyorum, çok şaşırdım, aklıma gelmezdi
  beklemezdim, ummazdım, tahmin etmezdim
- I can't believe this is happening to us.
  (Bunları yaşadığımıza/başımıza bu gelenlere inanamıyorum.)
  (Bu yaşadıklarımızı/başımıza gelenleri aklım almıyor.)
  (Bunları yaşayacağımızı/bunların başımıza geleceğini hiç tahmin etmezdim/ummazdım.)
- I can't believe that you like that restaurant.
  (O restoranı beğenmene/sevmene çok şaşırdım.)
  (O restoranı beğeneceğin aklıma gelmezdi.)
- I can't believe Tom was an under cover cop.
  (Tom'un gizli/sivil polis olduğuna inanamıyorum/olduğu aklıma gelmezdi/olduğunu hiç ummazdım.)
- I can't believe I never noticed that before.
  (Bunu daha önce fark etmemiş olmama inanamıyorum.)
  (Nasıl bunu daha önce fark edememişim, aklım almıyor/çok şaşkınım.)
- I can't believe that she is older than my mother.
  (Onun annemden daha büyük/yaşlı olduğuna inanamıyorum.)
  (Onun annemden daha büyük/yaşlı olduğunu aklım almıyor/hiç tahmin etmezdim.)
- I still can't believe they had a snow leopard in that zoo.
  (O hayvanat bahçesinde bir kar leoparının bulunduğuna/olduğuna hala inanamıyorum/bulunmasına hala çok şaşkınım.)
- I can't believe you're not as excited as I am.
  (Benim kadar heyecanlı olmamana/heyecanlanmamana inanamıyorum.)
  (Nasıl benim kadar heyecanlı olmazsın/heyecanlanmazsın, aklım almıyor.)
- I can't believe you're trying to bribe me.
  (Bana nasıl rüşvet vermeye çalışırsın/kalkarsın, inanamıyorum/çok şaşırmış haldeyim.)

* to have someone do something
= to give someone the responsibility to do something
= birisine bir şey yaptırmak
- I had my brother carry my bag.
  (Çantamı kardeşime taşıttım.)
- I had the taxi driver collect us.
  (Taksi şoförüne bizi aldırttım.)
- We had them wash the dishes.
  (Bulaşıkları onlara yıkattık.)
- Please have your secretary fax me the paper.
  (Lütfen evrağı sekreterinizle bana fakslatın.)
  (Sekreterinize söyleyin, evrağı bana fakslasın.)
- He had the mechanic repair the car.
  (Arabasını tamirciye yaptırdı/tamir ettirdi.)
- The doctor had his nurse take the patient's temperature.
  (Doktor hemşiresine hastanın ateşini ölçtürdü.)
- We should'nt have our guests pay for the food.
  (Yemeğin parasını/hesabı misafirlere ödettirmemeliyiz.)
- I had the dentist pull out my tooth.
  (Dişçiye dişimi çektirdim.)
- I will have my son write the letter.
  (Mektubu oğluma yazdıracağım.)
- I'll have my assistant send you those documents later today.
  (Bugün akşama/gün sonuna doğru sana bu evrakları yardımcıma yollatacağım.)
- Can you have her call me?
  (Beni aratır mısınız/beni aramasını söyler misiniz/söyleyin lütfen.)
- I had the cleaner clean the house.
  (Temizlikçiye evi temizlettim.)
- I had the waiter bring some water.
  (Garsona su getirttim/garsondan su getirmesini istedim.)
- I had the shop deliver the food.
  (Yiyeceklerimi marketten getirttim.)

* to hang up on someone
= to end a telephone conversation before it is finished
  to end a phone call with someone
= birisinin yüzüne/suratına telefonu kapamak
- Don't you dare hang up on me!
  (Sakın telefonu yüzüme/suratıma kapatma/kapatayım deme!)
- I've learned to hang up on people who call to sell me insurance and stuff.
  (Sigorta ve öteberi/ıvır zıvır şeyler satmak için arayan insanların yüzüne telefon kapatılacağını öğrendim/anladım.)
- Did you hang up on your mother?
  (Telefonu annenin yüzüne mi kapattın?)
- Bastard hung up on me.
  (Adi/puşt herif telefonu yüzüme kapattı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder