30 Haziran 2015 Salı

Videolarla Pratik İngilizce-17

make someone look bad



A: OK, Everyone. If you haven't already, please put your math homework on my desk.
  (Pekala arkadaşlar, halen teslim etmediyseniz/teslim etmeyenleriniz varsa, lütfen matematik ödevlerinizi masama bırakın/getirin.)
   Hi, Mandy.
  (Merhaba Mandy.)
B: Hi, Mrs. Black.
  (Merhaba Bayan Black.)
A: This is an interesting article you wrote for the school paper.
  (Okul gazetesine yazdığın makalen ilginç olmuş/ilgimi çekti.)
B: Thanks. You really like it?
  (Teşekkürler. Gerçekten beğendiniz mi?)
A: Well I'd like to talk to you about it sometime.
  (Bir ara bu konuyla ilgili seninle konuşalım.)
A: Oh, OK.
  (Tamam.)
C: Oh, sorry, Mandy.
  (Özür dilerim Mandy.)
   I didn't mean to bump into you.
  (Sana çarpmak istememiştim/istemeden sana çarptım/niyetim sana çarpmak değildi.)
B: Oh, uh, that's OK, Trina.
  (Önemli değil, Trina.)
D: Great article, Mandy.
  (Makalen/yazın harika olmuş/makaleni çok beğendim Mandy.)
B: Thanks, Chris.
  (Teşekkür ederim Chris.)
D: You really made Trina look bad. I love it.
  (Trina'nın baya bir fiyakasını bozmuşsun. Çok hoşuma gitti.)
A: Chris, please raise your hand if you want to say something.
  (Chris, eğer birşey söylemek istiyorsan lütfen parmağını kaldır.)
D: Sorry, Mrs. Black. I was just talking to Mandy.
  (Özür dilerim Bayan Black. Mandy'ye birşey söylüyordum.)
A: Next time, please wait till after class to talk to Mandy.
  (Bir dahakine/dahaki sefer, lütfen Mandy'ye birşey söylemek için dersin bitmesini bekle.)
  (Bir dahakine Mandy'ye birşey söylemeyi dersin sonrasına bırak.)
D: Yes, Mrs. Black.
  (Evet/tamam/anladım Bayan Black.)
C: Excuse me, Mrs. Black, could you please explain that math problem again?
  (Afedersiniz Bayan Black, bu matematik problemini bir daha/tekrar açıklayabilir misiniz lütfen?)
   I couldn't hear you because Chris was talking.
  (Chris konuştuğu için sizi duyamadım/dinleyemedim.)
A: Sure, Trina. OK, so ....
  (Tabi/olur Trina. Pekala, ....)

C: Hey, Mandy, what class do you have next period?
  (Baksana Mandy, bir dahaki ders hangi dersin sınıfındasın?)
B: Biology.
  (Biyoloji.)
C: With Mr. Thompson in room 204?
  (204 numaralı Bay Thompson'ın sınıfı mı?)
B: Yes.
C: OK, I'll tell my boyfriend.
  (Tamam, erkek arkadaşıma söyleyeceğim/söylerim.)
B: Why?
  (Niye ki?)
C: He didn't like what you wrote about me in the paper.
  (Gazetede benim hakkımda yazdıkların hoşuna gitmedi.)
B: I'm sorry. But what I wrote was the truth.
  (Özür dilerim. Ama yazdığım şeyler yalan değil ki.)
C: Well, I didn't like it, either.
  (Benim de hoşuma gitmedi.)
   So my boyfriend is going to do something about it.
  (Bu yüzden erkek arkadaşım bu konuda birşeyler yapacak.)
B: Like what?
  (Ne gibi/mesela?)
C: You'll see.
  (Görürsün/göreceksin.)

----- ------

* to bump into someone/something
= to crash into, collide with someone or something accidentally
= çarpmak, toslamak
- It's easy to bump into furniture in the dark.
  (Karanlıkta/ışıklar kapalıyken mobilyalara çarpması kolaydır.)
  (İnsan karanlıkta mobilyalara kolayca çarpıyor.)
- Tom accidentally bumped into Mary and apologized.
  (Tom kazara/istemeden Mary'ye çarpıp özür diledi.)
- The child on the bicycle nearly bumped into me.
  (Bisikletli çocuk az kalsın bana çarpıyordu.)
  (Bisikletli çocuğun bana çarpmasına ramak kalmıştı.)
- Tom bumped into a Mary on his way to school.
  (Tom okula giderken Mary diye/adında birine çarptı.)
- I wasn't looking where I was going and bumped into a garbage can.
  (Nereye gittiğime bakmıyordum, ki çöp tenekesine çarptım.)
- I have a huge bruise where I bumped into the corner of the table.
  (Masanın köşesine/kenarına çarptığım yerde kocaman bir morluk/çürük var.)
- He bumped into me and I fell.
  (Bana çarptı ve yere düştüm.)
- I bumped into the car in front of me on the way to work.
  (İşe giderken önümdeki arabaya/araca çarptım/tosladım.)

* to mean to (do something)
= to intend to do sth, to want, to plan, to purpose, to aim
= istemek, niyetlenmek, amaçlamak, düşünmek, kastetmek, planlamak
- I'm sorry, I didn't mean to frighten you.
  (Özür dilerim/kusura bakma, seni korkutmak istememiştim/amacım/niyetim seni korkutmak değildi.)
- She didn't mean to offend anyone with her remark.
  (Sözleri/yorumu/görüşü ile kimseyi rencide etmeyi amaçlamadı.)
- I didn't mean to eavesdrop on your conversation.
  (Amacım/niyetim konuşmanıza kulak misafiri olmak/konuşmanızı gizlice dinlemek değildi.)
- I'm sure you didn't mean to hurt Tom's feelings.
  (Amacının/niyetinin Tom'u üzmek/ Tom'un duygularını incitmek olmadığına eminim/olmadığını biliyorum.)
- Tom didn't mean to step on Mary's toes.
  (Tom istemeden Mary'nin ayağına bastı.)
- We didn't mean to disparage our contenders.
  (Niyetimiz/amacımız/kastımız rakiplerimizi kötülemek/hor görmek/aşağılamak değildi.)
- What do you mean to do?
  (Ne yapmak istiyorsun/ne yapmayı planlıyorsun/düşünüyorsun?)
- I mean to leave that meeting with a new contract.
  (Bu toplantıdan yeni bir sözleşme/anlaşma yapmış olarak ayrılmak/çıkmak istiyorum.)

* to make someone look bad
= cause someone to appear bad/wrong
= birini kötü/başarısız/haksız göstermek
  birinin itibarını zedelemek, birini küçük düşürmek/utandırmak
  birini zora sokmak/zor duruma düşürmek/zor durumda bırakmak
  görüntüsünü bozmak, fiyakasını bozmak
- Sit down and behave yourself! You're making us look bad.
  (Yerine otur ve kendine gel! Bizi küçük düşürüyorsun/utandırıyorsun.)
- You're making me look bad in front of the lady.
  (Bayanın önünde beni kötü gösteriyorsun/küçük düşürüyorsun/itibarımı zedeliyorsun.)
- Trying to make someone look bad will only make you look worse.
  (Birini kötü göstermeye çalışmak/uğraşmak sadece sizi daha da kötü gösterecektir.)

29 Haziran 2015 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 99

as for someone/something



= with regard to, regarding; about; concerning
    say this to introduce a topic
    often used to start a sentence that changes or adds to the subject of the last sentence

= sorarsanız/soruyorsanız/derseniz/diyorsanız
    ...e gelince, ...se, ise
    ...e ilişkin/ilgili olarak, bakımından 
    hakkında, konusunda, hususunda
    bir konuya giriş ifadesi

* Totto is a good restaurant. As for the service, it's fast and the waiters are friendly. As for the price, it's pretty cheap.
  (Totto güzel bir restoran. Servis/hizmet bakımından hızlı ve garsonları da güleryüzlü/canayakın. Fiyat bakımından da gayet/oldukça ucuz.)

* I was pleased. As for Emily, well, who cares what she thinks.
  (Ben memnundum/benim bir şikayetim yoktu. Emily'ye gelince, ne düşündüğü çok da umrumdaydı/tın/kimin umrunda ki!)

* I will take care of the dishes, as for the garbage, can you please take it out?
  (Bulaşıkları ben hallederim, çöpe gelince/çöpü ise, bir zahmet sen dışarı çıkarabilir misin/atabilir misin?)

* As for the city’s history and other useful information, additional details information can be found in Internet searches.
  (Kentin/şehrin tarihi hakkında/ile ilgili ve diğer yararlı bilgilere internet aramalarıyla ulaşabilirsiniz.)

* As for the others, they'll arrive later.
  (Diğerleri ise, sonra gelecekler.)

* I can't teach that class today, I'm sick. As for the rest of the teachers, they are still on leave.
  (Bugün derse giremem/ders anlatamam/veremem, hastayım. Diğer öğretmenlere gelince/öğretmenler ise, hala izindeler/henüz izinden dönmediler.)

* As for the festival itself, it is a joyful celebration of the traditions of this city.
  (Festivale gelince, (festival) bu kentin geleneklerinin coşkulu bir kutlaması.)

* The main dish is very delicious. As for dessert, I'd better skip it today.
  (Ana yemek çok lezzetli olmuş. Tatlıya gelince, bugün es/pas geçsem/ben almasam iyi olur/olacak.)

* My wife and I are well. As for our work, it is not going well.
  (Karım ve ben iyiyiz. İşimiz ise iyi gitmiyor.)

* As for the children, they were happy enough to spend all day on the beach.
  (Çocuklara gelince/çocuklar ise bütün günü sahilde/plajda geçirecek kadar mutluydular.)

* A: What did you like about your husband?
  (Kocanın nesini sevdin/Kocanda sevdiğin özellikler neler?)
  B: He's a very good cook. He cooks breakfast and dinner for me. As for household chores, he helps me when he has a chance.
  (Çok iyi yemek yapıyor. Bana kahvaltı ve yemek hazırlıyor. Ev işlerine gelince, fırsat buldukça bana yardımcı oluyor.)

* A: How was your holiday?
  (Tatilin nasıldı/nasıl geçti?)
  B: As for the hotel, it was great. But as for the weather, it was too hot.
  (Hoteli soruyorsan, hotelim harikaydı. Ama havayı soruyorsan, aşırı sıcaktı.)

* A: How's your family and business? 
  (Ailen ve işlerin nasıl?)
  B: My wife and my children are doing well. As for our business, it went bad but it's now recovering.
  (Eşim ve çocuklarım iyiler. İşlerimiz ise, kötüydü ama şu an düzeliyor/toparlanıyor/yoluna giriyor.)

* A: What do we need for the party?
  (Parti için neye/nelere ihtiyacımız var?)
  B: As for food, we need a cake. As for decorations, let's buy some balloons.
  (Yiyecek olarak bir pastaya ihtiyacımız var. Dekorasyon/süsleme olarak da bir kaç balon almalıyız.)

* A: How's the old folks in your family?
  (İhtiyarlar/deden ve ananen ne yapıyor/iyiler mi?)
  B: My grandpa caught fever and is now confined in the hospital. As for my granny, she's doing fine in my Uncle's house.
  (Dedem hummaya yakalandı ve şimdi hastenede tutuluyor. Ananem ise, sağlığı iyi ve dayımlarda kalıyor.)

* A: How's your English skills?
  (İngilizcen nasıl/ne durumda?)
  B: I'm doing good especially in my listening skills. As for my speaking skills, I think I'm improving it gradually.
  (Dinlemede/konuşulanı anlamada iyiyim. Konuşmaya gelince/konuşmada ise, yavaş yavaş/gitgide ilerleme/gelişme kaydettiğimi düşünüyorum.)

25 Haziran 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 98

carry on (with)

= to go on, continue, keep up

= sürmek, devam etmek
    sürdürmek, devam ettirmek




* He carried on as if nothing had happened.
  (Sanki bir şey olmamış gibi devam etti.)

* We have to carry on working for another hour.
  (Bir saat daha çalışmaya devam etmemiz gerekiyor.)

* Carry on with your work while I'm gone.
  (Ben yokken siz çalışmanıza/çalışmaya devam edin.)

* Rescue operations were carried on in spite of the storm.
  (Fırtınaya rağmen kurtarma operasyonuna/çalışmalarına devam edildi.)

* If things carry on the way they are, you'll lose your job.
  (İşler bu şekilde devam ederse/edecek olursa, işinizi kaybedeceksiniz/kaybedersiniz.)

* For the moment we’ve been told to carry on as usual.
  (Şimdilik her zamanki işimize devam etmemiz söylendi.)

* You can carry on with a sport as long as you feel comfortable.
  (Kendini iyi hissettiğin/bir sağlık sorunun olmadığı sürece bir spora devam etmelisin.)

* Turn left at the traffic lights and carry on up the high street.
  (Işıklardan sola dön ve ana caddeye kadar devam et/hiçbir yere sapmadan ilerlemeye devam et.)

* He stopped and looked back, then carried on down the stairs.
  (Durup geriye/arkasına baktı ve sonra da merdivenlerden aşağıya doğru devam etti.)

* Carry straight on until you get to the traffic lights.
  (Trafik ışıklarına varana kadar dümdüz devam et.)

* Carry on to the end of the road and then turn right.
  (Yolun sonuna kadar devam et, sonra da sağa dön.)

* I knew I was going the wrong way, but I just carried on.
  (Yanlış yöne gittiğimi biliyordum/anlamıştım ama yine de devam ettim.)

* We must carry on in spite of our difficulties.
  (Zorluklarla karşılaşsak da devam etmek zorundayız/bırakamayız.)

* She carries on watching the telly.
  (TV izlemeye devam ediyor/izlemeyi sürdürüyor.)

* After you've had some tea, carry on practising.
  (Çayınızı bitirdikten sonra çalışmaya devam edin/işinize dönün.)

* Carry on. You’re doing fine.
  (Devam et/bırakma. İyi yapıyorsun/güzel gidiyorsun.)

* Please carry on in my absence; I'll be back in a minute.
  (Lütfen ben yokken siz devam edin, hemen geleceğim/bir dakikaya döneceğim.)

* Carry on quietly with your work until the teacher arrives.
  (Öğretmeniniz gelene kadar sessizce çalışmaya devam edin/çalışmanızı sürdürün.)

* I'll be gone for a few days, but I hope you will carry on in my absence.
  (Ben bir kaç gün burada olmayacağım, ama ben yokken de devam edeceğinizi/bırakmayacağınızı umuyorum.)

* Don't stop reading there, the poem carries on over the page.
  (Okumayı bırakma orada, şiir öbür/karşı sayfadan devam ediyor.)

* He moved to London to carry on his work.
  (İşini sürdürmek için Londra'ya taşındı.)

* Carry on! Don't mind us!
  (Devam edin! Biz yokuz/bize bakmayın siz!)

* Her daughter intends to carry on her mother’s research.
  (Kızı annesinin araştırmalarını/çalışmalarını sürdürmek istiyor/sürdürmeyi düşünüyor.)

* I didn't mean to interrupt you—please carry on.
  (Sizi bölmek/sözünüzü kesmek istemedim, lütfen devam edin.)

* Just carry on with what you were doing.
  (Yaptığın işe devam et/işi sürdür.)

* Don’t give up now, you must carry on with your plans to open a new business.
  (Şimdi vazgeçme/pes etme, yeni işyeri açma planlarına devam etmelisin.)

* Please carry on with the work you were doing yesterday.
  (Lütfen dünkü işinize/işinizi yapmaya devam ediniz.)

* If you carry on spending money like that, you’ll end up in debt.
  (Eğer böyle/bu şekilde para harcamaya devam edersen/harcamayı sürdürürsen borç batağına düşeceksin/saplanacaksın.)

* I will carry on doing the right thing.
  (Ben doğru şeyi/olanı yapmaya devam edeceğim.)

* He carried on gardening in spite of the rain.
  (Yağmura rağmen bahçe işiyle uğraşmaya devam etti.)

* You'll have an accident if you carry on driving like that.
  (Eğer böyle/bu şekilde araba sürmeye/kullanmaya devam edersen, kaza yaparsın/yapacaksın.)

* The doctors have warned him but he just carries on drinking.
  (Doktor onu uyardı/ikaz etti/tembihledi ama o yine de içmeye devam ediyor.)

* Despite the doctor's advice, he carried on smoking.
  (Doktorun uyarısına rağmen sigara içmeye devam etti.)

* A: The noise from the upstairs flat is so loud. It is late now and I cant sleep!
  (Üst katımızdaki daireden çok fazla ses/gürültü geliyor. Saat bak gecenin kaçı ve ben uyuyamıyorum.)
  B: I will have a word with them in the morning. This cant carry on.
  (Sabah onlarla konuşurum. Bu böyle devam edemez/Bu nereye kadar daha böyle devam edecek.)

24 Haziran 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 97

have a word with someone

= to speak/discuss with someone briefly in private
    to talk to someone quickly
    (often when you're not happy about something)

= (biriyle biraz/uzun sürmeyecek şekilde başbaşa/özel olarak)
    laflamak/konuşmak/sohbet etmek
    iki laf etmek/iki çift laflamak
    (özellikle hoşnutsuz olduğumuz bir konu hakkında konuşacağımız zaman)



* Can/Could/May I have a word with you?
  (Biraz konuşabilir miyiz/Seninle biraz konuşabilir miyim?)
  (Biraz/bir iki dakika zamanın var mı/bir iki dakikanı alabilir miyim?)

* I'll have a word with him and see if he'll help.
  (Onunla konuşacağım/Ona anlatacağım, bakalım yardım edecek mi/yardım edip etmeyeceğini göreceğiz/anlarız.)

* Have a word with Pat and see what she thinks.
  (Pat'le konuş, bak bakalım ne düşünüyor/düşüncesi neymiş.)
  (Pat'le konuş/Pat'e anlat ve onun düşüncesini öğren.)

* Mary, I need to have a word with you.
  (Mary, biraz konuşmamız lazım/seninle biraz konuşmam lazım.)

* I must have a word with Bill about the repairs.
  (Yaptığı tamiratla ilgili Bill'e bir iki çift lafım olacak.)
  (Konuşmacının Bill'in yaptığı tamirattan hoşnutsuz olduğunu anlıyoruz.)

* I don't think she's interested but I'll have a word with her.
  (İlgileneceğini sanmıyorum ama onunla konuşacağım/konuşurum/ona söylerim.)

* Kevin, I would like to have a word with you. Have a seat.
  (Kevin seninle biraz konuşmak istiyorum. Otur bakalım şöyle/bir yere.)

* She knew she was in big trouble when the teacher asked to have a word with her after class.
  (Öğretmen ona "dersten sonra/ders çıkışı seninle biraz konuşacaklarım var" dediğinde başının büyük bir belada olduğunu anlamıştı.)

* A: Can I have a word with you?
  (Biraz konuşabilir miyiz?)
  B: Sure. I'll be with you in a minute.
  (Tabi/olur. Hemen/bir dakikaya geliyorum/Bana bir dakika ver/müsaade et.) 

* A: The noise from the upstairs flat is so loud. It's late now and I can't sleep!
  (Üst katımızdaki daireden çok fazla ses/gürültü geliyor. Saat bak gecenin kaçı ve ben uyuyamıyorum.)
  B: I'll have a word with them in the morning. This can't carry on.
  (Sabah onlarla konuşurum. Bu böyle devam edemez/Bu nereye kadar böyle devam edecek.)

* A: I'd like to have a word with you.
  (Seninle biraz konuşabilir miyim?) 
  B: Okay. What's it about?
  (Tabi/olur. Konu/mesele neydi?)

* A: I'm exhausted. I've been working 15-hour days for three weeks now. I think I might collapse.
  (Yorgunluktan ölüyorum. Üç haftadan beri günde 15 saat çalışıyorum. Sanki yere yığılacakmışım/yığılıp kalacakmışım gibi hissediyorum.)
  B: You should have a word with your boss. He might not realise how this is affecting you.
  (Patronunla konuşman lazım/Patronuna bunu söylesene/anlatsana. Bu durumun seni ne kadar/denli etkilediğini fark etmemiş olabilir.)

22 Haziran 2015 Pazartesi

Videolarla Pratik İngilizce-16

You won't believe who got the lead in the school play.




A: Hey, girl, how was s.... school?
  (Selam/merhaba arkadaşım, okul nasıldı/nasıl geçti?)
   Are you OK?
  (İyi misin/herşey yolunda mı?)
B: It's so terrible.
  (İyi değilim/hiçbir şey yolunda değil.)
A: What is? School?
  (Sorun ne/ne oldu? Okul mu/Okulda mı birşey oldu?)
B: I just can't believe it!
  (İnanamıyorum/aklım almıyor/bu nasıl olur ya!)
A: Mandy, stop being so dramatic!
  (Mandy, olayı bu kadar dramatik/acıklı hale getirmeyi/dramatize etmeyi bırakır mısın/keser misin?)
  (Mandy, bu kadar abartmayı bırak/fazla abart mıyor musun!)
   Hey, you usually say that to me.
  (Hey/baksana, genellikle sen bana böyle söylerdin.)
  (Genellikle bu sözü sen bana söylerdin/benim için kullanırdın.)
B: You won't believe who got the lead in the school play.
  (Okul gösterisinde/piyesinde başrolü kimin kaptığına inanamazsın/kaptığını tahmin edemezsin.)
A: Who?
  (Kim?)
B: Trina Taylor.
A: Taylor. The principal's daughter?
  (Taylor. Müdürün kızı mı?
   That's interesting.
  (Bak bu tuhaf/ilginç işte.)
B: Trina’s acting is terrible.
  (Trina'nın oyunculuğu çok kötü/Trina berbat/çok kötü rol yapıyor.)
   And her singing is even worse.
  (Şarkı söyleyişi/söylemesi daha da kötü/berbat/içler acısı.)
A: She has to sing?
  (Şarkı söylemesi mi gerekiyor/rolünde şarkı söylemek mi var?)
B: Yes. And she sings like this: “Yayyyy”
  (Evet. Aynen böyle şarkı söylüyor: Vaaavv)
A: Mandy, be nice.
  (Mandy kibarlığını/nezaketini kaybetme/ayıp oluyor/terbiyeni bozma.
B: It's the truth.
  (Gerçek birşey bu/yalan değil ki bu.)
   And now I have to write about the auditions to the school paper.
  (Ve şimdi seçmeler hakkında/seçmelerle ilgili okul gazetesine yazı yazmam gerekiyor.)
A: O – o. Good luck! So do you wish you were in the play?
  (Ooo işin zor/kolay gelsin! Gösteride yer almak ister miydin/istiyor muydun?)
B: Well, I would have liked to try out for it,
  (Seçmelere katılmayı istiyordum/katılma niyetim/düşüncem vardı.)
   but sense Trina has the biggest part, I’m glad I’m not in it.
  (ama Trina'nın baş rolde olduğunu düşününce/olduğu aklıma gelince, gösteride yer almadığıma/olmadığıma seviniyorum.)
A: Uh, Mandy, don’t you have any homework to do?
  (Ah Mandy, yapacak/yapman gereken ödevin yok mu senin?)
B: Yeah. I have so much homework to do tonight.
  (Evet. Bu akşam yapacak/yapmam gereken çok ödevim var.)
A: Don’t you think you should get started?
  (Sence başlaman gerekmiyor mu/başlaman gerektiğini düşünmüyor musun/başlasan iyi olmaz mı?)
B: Oh, yeah. Sorry, you probably have a lot of homework to do, too.
  (Oh evet. Kusura bakma, öyle tahmin ediyorum ki senin de yapacak/yapman gerekin ödevin vardır.)
A: Yeah. I have world history on Tuesdays and Thursdays.
  (Evet. Salı ve Perşembe günleri Dünya Tarihi dersim var.)
B: And that’s your class with the most homework, right?
  (ve bu senin ödevi en fazla olan dersindi, değil mi?)
A: Right.
  (Evet/doğru.)
B: OK, I’ll see you later. I have an article to write!
  (Tamam. Sonra görüşürüz. Yazmam gereken bir makale var.)

20 Haziran 2015 Cumartesi

Videolarla Pratik İngilizce-15

A Date



A: Aaron, can you give me that lemon?
  (Aaron, şu/şuradaki limonu verebilir misin?)
B: Sure. What's the lemon for?
  (Tabi. Ne yapacaksın limonu/Limon neye lazımdı?)
A: I'm making a sauce for the salmon.
  (Somon balığı için/balığına sos yapıyorum/hazırlıyorum.)
B: Oh, that sounds great. Claire will love it!
  (Harika./Çok iyi düşünmüşsün. Claire buna bayılacak/Bu Claire'in çok hoşuna gidecek.)
A: Well, let's hope she loves you!
  (Senden hoşlanmasını umalım biz/Allah vere de senden hoşlansın/sen onun hoşuna git.)
B: Oh, right. Do you think she does?
  (Evet haklısın. Sence beğenir/sever mi beni/hoşlanır mı benden?
A: I hope so. You two would be cute together.
  (Öyle olmasını umalım/inşallah. Yakışırsınız birbirinize.)

C: Aaron, the salmon is great.
  (Aaron, somon harika/çok güzel olmuş.)
   You have to give me the recipe.
  (Tarifini alayım mutlaka senden.)
B: Sure. Claire, I ....
  (Tabi/ne demek. Claire, ben ....)
C: And how did you cook the vegetables?
  (Bir de, sebzeleri nasıl pişirdin?)
   They're delicious!
  (Çok lezzetliler/lezzetli/nefis olmuş!)
B: Oh, I just steamed them. Claire, I ....
  (Sadece buharda pişirdim. Claire ben ....)
C: Aaron, I'm glad you asked me over for dinner. Thank you.
  (Aaron, beni eve yemeğe davet etmene/çağırmana çok sevindim. Teşekkür ederim.)
B: Thanks for coming.
  (Geldiğin için ben teşekkür ederim.)
C: I need to talk to you about something.
  (Seninle bir şey konuşmam lazım/konuşmam gereken bir konu/mesele var.)
B: OK. What?
  (Olur. Konu neydi?)
C: There's this guy I really like ...
  (Çok hoşlandığım biri/bir adam var ....)
B: Yes?
  (Evet?/Ya? Öyle mi?)
C: We're becoming close friends.
  (Arkadaşlığımız ilerliyor/arkadaşlığımızı ilerletiyoruz.)
B: We are. I mean I'm sure you are.
  (Öyleyiz. Yani eminim öyledir/öylesinizdir.)
C: I think this guy likes me, too.
  (Sanırım o da benden hoşlanıyor./Onun da benden hoşlandığını düşünüyorum.)
B: He does. I mean I'm sure he does.
  (Hoşlanıyor. Yani eminim öyledir/hoşlanıyordur.)
C: Do you think I should tell him how I feel?
  (Sence ona neler/nasıl hissettiğimi/hislerimi söylemeli miyim?)
B: Yes!
  (Evet.)
C: Really? OK. I'll talk to Graham tomorrow.
  (Gerçekten mi? Tamam. Yarın Graham'la konuşacağım.)
   Thanks Aaron. You're a great friend.
  (Teşekkür ederim Aaron. Sen çok iyi bir arkadaşsın.)
B: Thanks... who's Graham?
  (Teşekkürler de Graham kim?)

------- --------

* to ask someone over
= to invite someone who lives close by to come to one's home [for a visit]
= komşuyu/yakında oturan bir kimseyi eve davet etmek/çağırmak
- The neighbours have asked us over for a drink.
  (Komşum bizi bir şeyler içmeye davet etti.)
- Can we ask Tom over? He has been asked over a number of times.
  (Tom'u çağırabilir miyiz/davet edebilir miyiz? O bizi bir iki defa davet etti.)
- Mary asked me over for dinner last night.
  (Mary dün akşam beni evine yemeğe/yemek yemeye davet etti.)
- I’m going to ask the new neighbors over for dinner tomorrow night.
  (Yarın akşam yeni komşumuzu eve yemeğe davet edeceğim.)
- Barbara asked me over to fix her computer.
  (Barbara bilgisayarını tamir etmem için beni evine çağırdı.)
- I've asked Diane from across the road over for a cup of coffee later.
  (Yolun karşısında oturan Diane'yi bir ara bize kahve içmeye davet ettim.)
- He asked me over to see what they had done in the garden.
  (Bahçede yaptıklarını/ekip biçtiklerini göstermek/görmem için beni evine davet etti.)


17 Haziran 2015 Çarşamba

Videolarla Pratik İngilizce-14

Mother-Daughter Talk



A: Hi, Rita. What can I get for you?
  (Merhaba Rita. Sana ne verebilirim/vereyim/ikram edeyim/Ne alırdın?)
B: I've been dreaming about a hot chocolate all day.
  (Sabahtan beri sıcak bir çikolatanın hayalini kurup duruyorum.)
  (Bütün gün/sabahtan beri sıcak bir çikolatanin hayalini kurup durdum/canım çok/acayip sıcak çikolata çekti.)
A: Well, I'm glad I can make your dream come true.
  (Hayalini gerçekleştirebileceğime sevindim.)
B: Me, too.
  (Ben de.)
A: So how have you been?
  (Eee nasılsın/ne var ne yok/nasıl gidiyor?)
B: Good! It's been nice spending more time with Amber.
  (İyi/Güzel! Amber'la daha çok vakit/zaman geçirmek/birlikte olmak güzeldi.)
A: Yeah. It's good you and Amber are becoming better friends.
  (Evet. Ne güzel, Amber'la sen arkadaşlığınızı/dostluğunuzu ilerletiyorsunuz.)
   Here's your hot chocolate.
  (İşte sıcak çikolatan/Sıcak çikolatan geldi/hazır.)
B: Thanks.
  (Teşekkürler.)
   Amber and I have had our challenges.
  (Amber'la sorunlarımız/tartışmalarımız/atışmalarımız oldu.)
   But things are looking up now.
  (Ama şimdi/artık herşey yoluna giriyor/düzeliyor/aramız iyiye gidiyor/düzeliyor.)
A: My mom and I weren't always close.
  (Annemle ben de her zaman yakın değildik.)
  (Ben de annemle her zaman çok iyi anlaşamazdım/geçinemezdim.)
   I'm sad we didn't become friends sooner.
  (Daha önceleri aramız iyi olmadığı/arkadaş olamadığımız için üzülüyorum.)
B: But you're close now?
  (Ama şu an/şimdi aranız iyi/iyi anlaşıyorsunuz değil mi?)
A: Oh, yes!
  (Evet.)
B: Maybe one day Amber will think of me as a good friend.
  (Belki bir gün Amber de beni iyi bir arkadaş/dost olarak görür.)
A: Maybe she already does.
  (Belki de zaten öyledir/öyle görüyordur/düşünüyordur.)

C: Amber, thanks for watching the store after school today.
  (Amber, bugün okul çıkışı dükkana baktığın/göz kulak olduğun/dükkanla ilgilendiğin için teşekkürler.)
D: No problem.
  (Rica ederim/ne demek.)
C: I should have gone to the post office yesterday.
  (Postaneye dün gitmem gerekiyordu/gitmeliydim.)
   But I didn't. So thanks againg for your help.
  (Ama gitmedim. Desteğin/yardımın için tekrar teşekkürler.)
D: Sure.
  (Rica ederim/ne demek.)
C: Never wait till the last minute!
  (Asla işini son dakikaya bırakma/bırakmayacaksın.)
   So where are you going?
  (Eee nereye gidiyorsun?)
D: I want to catch my mom before she leaves work.
  (İşten çıkmadan anneme yetişmek/annemi görmek/yakalamak istiyorum.)
   I hope we can go get some coffee together.
  (Umarım birlikte/beraber kahve içmeye gidebiliriz.)
C: Sounds good. Have fun!
  (Ne güzel! İyi eğlenceler!)

B: OK. See you tomorrow, Greg.
  (Tamam. Yarın görüşürüz/görüşmek üzere Greg.)
D: Mom!
  (Anne!)
B: Oh! Hi, honey. What are you doing?
  (Aa! Merhaba canım/tatlım/hayatım. Ne yapıyorsun/burada ne arıyorsun/işin var?)
D: I was just wondering if you'd like to get some coffee.
  (Kahve içelim mi?)(Kahve içmek ister misin diye merak etmiştim/soracaktım?)
B: Sure!
  (Tabi ki/elbette.)

D: Mom, you're so funny!
  (Anne, çok komiksin/esprilisin.)
B: You're too nice.
  (Sen de çok hoşsun/tatlısın/sevimlisin/şirinsin.)
D: I'm glad we're friends, Mom.
  (Arkadaş olmamızdan çok memnunum/mutluyum.)
B: Really?
  (Gerçekten mi/sahi mi söylüyorsun?)
D: Yes. I hope some day I can be great mom like you.
  (Evet. Umarım/inşallah bir gün ben de senin gibi harika bir anne olabilirim/olurum.)
B: Thanks, Amber. It's so nice to hear you say that.
  (Teşekkürler Amber. Bunu söylediğini duymak/bunu senden duymak çok güzel/duyduğuma çok sevindim.)
D: I like spending time with you.
  (Seninle vakit geçirmeyi seviyorum/geçirmek hoşuma gidiyor.)
   It's too bad we didn't spend more time together before now.
  (Ne yazık ki/maalesef önceden birlikte fazla vakit geçirmedik/geçirmiyorduk.)
  (Önceden birlikte fazla vakit geçirmememiz çok kötü/üzücü.)
B: I feel the same way.
  (Bence de çok haklısın/doğru söyledin/Aynen katılıyorum/Al benden de o kadar.)
   So how was school today?
  (Ee bugün okul nasıldı/nasıl geçti/okulda neler yaptın?)
D: OK. I saw Ryan.
  (İyiydi. Ryan'ı gördüm/Ryan'la karşılaştım.)
   He asked me to go see a movie with him.
  (Sinemaya gitmeyi teklif etti.)
B: What did you say?
  (Sen ne dedin/söyledin?)
D: Well, I remembered what Mia told me ...
  (Mia'nın bana dedikleri/söyledikleri geldi aklıma.)
   "But we need to be wise about what we try."
  (Çabaladığımız/denediğimiz şeylerde/konularda mantıklı/akıllıca hareket etmemiz gerekiyor.)
   I've tried being friends with Ryan.
  (Ryan ile arkadaş olmayı denedim.)
   And it's not wise. So I told him "no".
  (Arkadaşlığımız akıllıca/mantıklı değildi. Bu yüzden ben de hayır dedim/kabul etmedim/geri çevirdim.)
B: I'm glad you haven't had second thoughts about breaking up with Ryan.
  (Ryan'dan ayrılma konusunda pişmanlık duymamana sevindim.)
D: I feel bad about not talking to him much anymore.
  (Onunla artık fazla görüşemediğimiz için üzülüyorum.)
   But I know that's what is best for me.
  (Ama biliyorum ki bu benim için en iyisi/hayırlısı.)
B: Have you been able to make some new friends this year?
  (Bu sene yeni arkadaşlar edinebildin mi/arkadaşlıklar kurabildin mi?)
D: Oh, yeah! There's this girl, Judy.
  (Evet! Bir kız var, adı Judy.)
   She's so much fun.
  (Çok komik/eğlenceli/neşeli biri.)
B: I'm glad you're making new friends.
  (Yeni arkadaşlar edinmene sevindim.)
   I'm impressed with how much you've changed this year.
  (Bu yıl sendeki bu değişimden çok etkilendim/değişime hayranım.)
D: Well, I've done some things I shouldn't ...
  (Yapmamam gereken bazı şeyler yaptım.)
B: "Saying you're sick when you're not isn't wrong?"
  (Hasta değilken/olmadığın halde hastayım demek yalan olmuyor mu?
D: "Oh. That."
  (Oh, o şey.)
   I felt really guilty about that.
  (O konuda çok hatalıydım/suçluluk duyuyorum/O konuda çok pişmanım.)
B: But then you did the right thing and learned from your mistake.
  (Ama sonra doğru olanı yaptın ve hatandan ders çıkardın.)
D: And now Liz and I are really good friends.
  (şu anda da Liz'le çok iyi arkadaşlığımız var.)
B: Working at the Stop "n" Shop has been really good for you.
  (Stop n Shop'da çalışmak sana çok yaradı/çalışmanın sana çok faydası/yararı oldu.)
   I regret I didn't do something like that when I was your age.
  (Senin yaşındayken ben de böyle bir şey yapmadığım/bir yerde çalışmadığım için pişmanım/keşke ben de böyle bir şey yapsaydım/bir işte çalışsaydım.)
D: It's been fun.
  (Eğlenceli/güzel/iyi bir şey.)
   The break-in really shook me up, though.
  (Gerçi dükkana hırsız girmesi beni çok sarsmıştı/şoka uğratmıştı.)
B: I want you to know that I'm sorry I didn't trust you.
  (Sana güvenmediğim/senden şüphelendiğim için üzgün olduğumu bilmeni istiyorum.)
D: I know, Mom.
  (Biliyorum anne.)
B: But I was so impressed with how you responded ....
  (Ama verdiğin cevap da beni çok etkilemişti.)
D: "Well...You've all given me a second chance before.
  (Hepiniz bana önceden bir şans daha/ikinci bir şans vermiştiniz.)
   I guess it's my turn. I forgive you."
  Galiba/sanırım sıra bende. Sizi/seni affediyorum.)
B: You're a great daughter, Amber.
  (Sen harika bir kızsın/evlatsın Amber.)
D: Really? No regrets, huh?
  (Gerçekten mi/samimi mi söylüyorsun? Hiç pişmanlık duyduğun olmadı mı/hiç pişmanlığın yok mu?)
B: Well, maybe one.
  (Bir tane olabilir belki.)
D: What?
  (Neymiş?)
B: You're so special I regret we didn't have more children!
  (Sen çok özel birisin, daha fazla çocuğumuz olmadığı için pişmanım.)
D: Yeah! A brother would have been cool!
  (Evet! Bir erkek kardeş çok iyi/güzel olurdu.)
B: Well, maybe Jeff and Mia will have a little boy one day.
  (Belki bir gün Jeff'le Mia'nın bebekleri olur.)
   You can play with him.
  (Onunla oynayabilirsin.)
D: Yeah, right!
  (Evet, doğru/haklısın.)

------ -----

* to think of someone/something as something
= to view someone or something as something;
  to consider someone or something to be something
  to look (up)on someone as something
= birini/birşeyi bir şey olarak/gibi görmek/kabul etmek/düşünmek/saymak/bulmak
  birini bir şey yerine koymak
- I think of him as a brother.
  (Onu bir kardeş olarak görüyorum/O benim için bir kardeş gibi.)
- The girl thinks of them as her parents.
  (Kız onları anne babası olarak/gibi görüyor.)
- Think of me as a friend.
  (Beni bir arkadaş olarak düşün/Beni bir arkadaşın olarak kabul et.)
- Do you think of me as a child?
  (Beni bir çocuk olarak mı görüyorsun?)
- I’ve always though of him as a role model.
  (Onu her zaman kendime örnek aldım/bir rol modeli olarak gördüm.)
- What do you think of me as a teacher?
  (Sence ben nasıl bir öğretmenim?)
  (Bir öğretmen olarak beni nasıl buluyorsun?)

* I was (just) wondering if/whether ....
= a polite frame/opening for a question or request
  used to politely ask someone to help you
= rica etsem, acaba, lütfen
  diye merak etmiştim/soracaktım
- I was wondering if you could help me fill in this form.
  (Rica etsem bu formu doldurmamda bana yardımcı olabilir misiniz?)
- I was wondering whether you’d be able to help me move house next weekend.
  (Önümüzdeki hafta evi taşımama yardım edebilir misin?)
- I was wondering if you could lend me $10.
  (Rica etsem/lütfen bana on dolar borç verebilir misin?)
- I am wondering if you can see me tomorrow.
  (Yarın bana bir uğrayabilir misin lütfen?)
- I was wondering if you could do me a favor.
  (Rica etsem, bana bir iyilik yapabilir misiniz?)
- I was wondering if you’d mind writing me a letter of recommendation.
  (Rica etsem bana bir tavsiye mektubu yazabilir misiniz?)
- I was wondering if I could borrow your car tonight.
  (Rica etsem bu akşam arabanı ödünç alabilir miyim?)
- I was wondering if you could move your chair a bit for me move in, Madam.
  (Rica etsem sandalyenizi biraz çekin de geçeyim hanımefendi.)
- I was wondering if I could exchange them for another pair.
  (Rica etsem onları başka bir çift ile değiştirebilir miyim?)
- I was wondering if you'd like to join me for lunch.
  (Birlikte/beraber bir öğle yemeği yiyelim mi/yiyebilir miyiz?)
- I was wondering if we should go and visit Paula this weekend.
  (Bu hafta sonu Paula'yı ziyaret etmeye gitsek mi acaba/ne dersin?)
- I was wondering if you'd like to come out with me one evening.
  (Bir akşam benimle çıkar mıydın acaba?)
- I was wondering if I could take you to the cinema on Friday night.
  (Cuma gecesi sinemaya gidelim mi?)
- I was wondering if you could phone againg in twenty minutes.
  (Yirmi dakika sonra tekrar/bir daha arayın lütfen.)
- I was wondering if you could give me a lift.
  (Rica etsem beni arabayla bırakabilir misin?)

* to break up with someone
= to put an end to a relationship/romance
  to come to an end of a relationship
= ilişkiyi vb bitirmek, ayrılmak
- I don't want to break up with you.
  (Senden ayrılmak istemiyorum./İlişkimizin/beraberliğimizin bitmesini istemiyorum.)
- I think that you should break up with your boyfriend.
  (Bence erkek arkadaşından ayrılmalısın/ayrılsan iyi edersin.)
  (Erkek arkadaşınla ilişkini bitirmen gerektiğini düşünüyorum.)
- I want you to break up with my daughter.
  (Kızımdan ayrılmanı istiyorum/kızımı bırakmanı istiyorum/kızımla ilişkini bitirmeni istiyorum.)
- I was consoling Liz on having broken up with her boyfriend.
  (Erkek arkadaşından ayrılan Liz'i teselli ediyordum.)
- People don't just break up with each other out of nowhere.
  (İnsanlar durup dururken/yok yere birbirlerinden ayrılmazlar.)
- She's just broken up with her boyfriend.
  (Erkek arkadaşından daha yeni ayrıldı/ayrılalı çok olmadı.)

* to have second thoughts
= to have a feeling of guilt, doubt, worry, etc., that you have after you have decided to do something or after something has happened
  It expresses the reason for a change of mind.
= kararsız olmak, pek emin olamamak, şüphesi olmak, tereddütlü olmak
  pişmanlık duymak, endişe duymak
  tereddüt yaşamak, tereddütte/şüphede kalmak, tereddüte düşmek
  Fikir/karar değişikliğinde söylenir
  bir daha/tekrar düşünmek
- After she agreed to lend him the money, she had second thoughts.
  (Ona borç para vermeyi kabul ettikten sonra pişman oldu/kabul etmese miydim acaba diye düşündü.)
- I've been having second thoughts about my dress.
  (Kıyafetim konusunda kararsız kaldım.)
- She was having second thoughts about getting married.
  (Evlilikle/evlenmekle ilgili tereddütleri/endişeleri vardı/kafası tam rahat değildi.)
- You're not having second thoughts about getting married, are you?
  (Evlilikle ilgili tereddütte değilsin değil mi?)
  (Evlilikle ilgili kafanda soru işaretleri yok değil mi?)
- You're not having second thoughts about moving to Australia to live, are you?
  (Avustralya'ya temelli taşınma konusunda tam kararlısın değil mi?)
- Couples contemplating divorce often have second thoughts when they realize how it will affect their children.
  (Boşanmayı düşünen çiftler bunun çocuklarını nasıl etkileyeceğini fark edince tereddüde düşer/ikilemde kalırlar.)
- I've been having second thoughts about quitting my job. Maybe I should keep it for a while longer.
  (İşten çıkma/ayrılma konusunda kesin kararımı vermiş değilim. Belki bir süre daha devam etsem daha iyi olur.)
- I think she’s having second thoughts about leaving London.
  (Bence Londra'dan taşınmaya kesin karar vermiş değil/taşınma konusunda tereddüt yaşıyor.)
- We're having second thoughts about going to Hawaii for our honeymoon.
  (Balayına Hawaii'ye gitmeye kesin/tam karar vermiş değiliz.)
- A: Let's go to the cinema then go for a meal.
  (Haydi sinemaya gidelim, oradan da/sonra da yemeğe gideriz.)
  B: OK.
  (Olur/tamam/kabul.)
  A: Wait! I am having second thoughts! The cinema is closed today, so let's go to the park and then for a meal.
  (Dur/bekle! Bir daha düşündüm de/Şimdi aklıma geldi. Sinema bugün kapalı, bu yüden parka gidelim, sonra da/oradan da yemeğe gideriz.)

* to be impressed with/by
= to make an impression on; have a strong, lasting, or favourable effect on
= ...dan etkilenmek
- I'm impressed with your German.
  (Almancandan etkilendim/Almancana hayran kaldım/Almancan beni çok şaşırttı.)
- I'm very impressed with the new airport.
  (Yeni havaalanından çok etkilendim/havaalanına hayran kaldım/havaalanını çok beğendim.)
- I was deeply impressed with his courage.
  (Cesareti beni baya bir etkiledi/Onun cesaretinden oldukça etkilendim/cesaretine çok hayran kaldım.)
- Whenever I visited the island, I was impressed with the beauty of nature.
  (Adaya her gidişimde/ne zaman gitsem doğanın güzelliğinden etkilenirdim/doğanın güzelliğine hayran kalırdım.)
- I'm not impressed with anything I've seen so far.
  (Şu ana kadar beni etkileyen birşey olmadı/çıkmadı/görmedim.)
  (Şimdiye kadar gördüğüm hiçbir şeyden etkilenmedim.)
- Dr. Weaver was impressed with my credentials and called to recruit me.
  (Dr.Weaver çalışmalarımdan/referanslarımdan etkilenmiş, yanında/onunla çalışmamı teklif etti.)

11 Haziran 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 96

let someone/something do something

= to allow/permit someone to do something
    to make it possible for somebody to do or have something
    to give permission or opportunity to
    to cause to, to make

= yapmasına izin vermek/müsaade etmek
    zemin sunmak, olanak sağlamak
    neden olmak

* John let me drive his new car.
  (John bana yeni arabasını sürdürdü.)

* My boss let me leave early.
  (Patronum erken çıkmama müsaade etti/izin verdi.)

* I won't let anybody drive my brand-new car.
  (Kimsenin son model arabamı kullanmasına izin vermem.)
  (Son model arabamı kimseye kullandırtmam.)

* Barry never lets anyone touch the piano.
  (Barry piyanosuna asla kimseyi dokundurtmaz.)

* This feature lets you read a document hands free.
  (Bu özellik bir belgeyi/dökumanı ellerinizi kullanmadan okumanızı sağlar/sağlamaktadır.)
  (Bu özellik ile/sayesinde bir belgeyi ellerinizi kullanmadan okuyabilirsiniz.)

* A break in the clouds let us see the summit.
  (Bulutlardaki bir aralık/açıklık sayesinde zirveyi gördük/görebildik/zirveyi görebilmemizi sağladı.)

* He often lets me use his typewriter.
  (Çoğunlukla/çoğu kez daktilosunu kullanmama izin verir/daktilosunu bana kullandırır.)

* He decided to let his hair grow long.
  (Saçını uzatmaya karar verdi.)

* I don't believe in letting children do whatever they want to do.
  (Çocukların ne istiyorsa yapmalarına izin verilmesi gerektiğine inanmıyorum/verilmesi taraftarı değilim/gerektiğini doğru bulmuyorum.)

* Let your shoes dry completely before putting them on.
  (Giymeden önce bırak ayakkabıların tamamen kurusun.)
  (Ayakkabıların tamamen kurusun da öyle giy.)

* The farmer lets me live in a caravan behind his barn.
  (Çiftçi ahırının arkasında karavanımda yaşamama/kalmama izin veriyor/ses çıkarmıyor.)

* Her Dad never lets her have ice-cream.
  (Babası onun dondurma almasına asla izin vermiyor/vermez.)
  (Babası ona hiçbir zaman/kesinlikle dondurma aldırtmıyor.)

* They agreed to let us live there rent-free.
  (Orada kira ödemeden oturmamızı kabul ettiler/oturmamıza razı oldular.)

* It isn't hygienic to let the cat sit on the dining table.
  (Kedinizin yemek masasına oturmasına izin vermeniz/müsaade etmeniz hiyjen/sağlık açısından doğru değil.
  (Kedinizi yemek masasında oturtmanız hiyjen/sağlık açısından doğru değil.)

* I have a pass that lets me ride 20 times.
  (20 defa binebildiğim/biniş yapabildiğim bir pasom var/paso aldım.)
  (Bir pasom var/paso aldım, 20 defa binilebiliyor.)
* He let Jack lead the way.
  (Jack'in yolu göstermesine/öncülük etmesine karışmadı/ses çıkarmadı/karşı çıkmadı.)

* I'm letting you stay up late, just this once.
  (Geç saatte yatmana izin veriyorum, bu seferlik.)

* She didn't intend to let him drive.
  (Arabayı ona vermeye/sürdürmeye niyeti yoktu/niyetli değildi.)

* The inheritance let us finally buy a house.
  (Kalan miras sayesinde sonunda/nihayet ev alabildik/ev sahibi olabildik.)

* Will your parents let you go to the party?
  (Ailen seni partiye gönderecek mi/partiye gelmene izin verecek mi/müsaade edecek mi?)

* Will you let me go home please?
  (İzninizle/müsaadenizle eve gideyim/kalkayım ben.)

* Will you let me speak? You are not the only person here.
  (Konuşmama izin verir misiniz/Müsaade et de/bırak da ben de konuşayım? Burada sadece siz yoksunuz.)

* Won’t you let me give my own opinion? I demand the right to express myself.
  (Kendi fikrimi/düşüncemi söylememe izin vermeyecek misiniz? Kendimi/düşüncemi ifade etme hakkımı istiyorum.)

* Will you let me take a photo of you?
  (Fotoğrafınızı çekebilir miyim?)

* Will you let me pay for the meal?
  (Bırak yemeğin parasını/hesabı ben ödeyim.)

* Come on Dad! Please let me go to the concert.
  (Hadi/yapma baba! Lütfen izin ver de/bırak da konsere gideyim/konsere gitmeme izin ver.)

* Why don’t you let me go? All my friends are going.
  (Gitmeme izin versen ne olur? Bütün arkadaşlarım/arkadaşlarımın hepsi gidiyor.)

* We don’t let employees use the office telephone for personal calls.
  (Çalışanlarımızın kişisel/şahsi aramaları için şirket/ofis telefonunu kullanmalarına izin vermiyoruz.)
  (Çalışanlarımız kişisel aramalarında ofis telefonunu kullanamazlar.)

* This is a secret just between you and me, so don't let it slip out.
  (Bu yalnızca seninle benim aramda kalsın/bir sır, bu yüzden ağzından kaçmasına izin verme/ağzından kaçırma/kimse duymasın.)

* Don't let him come in. He's crazy!
  (İçeri girmesine izin verme/onu içeriye alma. Delinin/çılgının/kaçığın biridir/tekidir.)

* Don't let this discourage you from trying it again.
  (Bunun/bu olayın seni bir daha denemekten vazgeçirmesine/alıkoymasına izin verme.)
  (Bu/bu olay, seni bir daha denemekten vazgeçirmesin.)

* Don't let him know her address.
  (Adresini/Nerede oturduğunu ona söylemeyin/Adresini/Nerede oturduğunu bilmesin/öğrenmesin.)

* Don't let the camera get wet.
  (Aman kamera ıslanmasın.)

* Don't let your heart rule your head.
  (Kalbinin/duygularının aklına hükmetmesine izin verme.)

* Don't let anyone know it was me who told you.
  (Sana bunu benim söylediğimi/anlattığımı kimse bilmesin/kimseye söyleme.)

* Don't let me forget to post the letters.
  (Mektupları atmayı/postalamayı/postaya vermeyi unutturma/hatırlat bana.)

* Don't let him intimidate you.
  (Gözünü korkutmasına/seni yıldırmasına/sindirmesine izin verme.)

* Don't let it worry you.
  (Bunun/bu olayın seni üzmesine izin verme./Takma kafana/Dert etme.)

* Don't let me catch you doing that again.
  (Bunu bir daha yaptığını görmeyeyim senin/bir daha bunu yaparken /görmeyeyim/yakalamayayım seni.)

* I'll overlook it this time, but don't let it happen again.
  (Bu sefer görmezden geleceğim/geliyorum, ama bir daha olmasın/görmeyeyim.)

* Wow, you have 2 girlfriends? Don't let one see you with the other.
  (Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyle görmesin.
  (Vay, iki tane kız arkadaşın var ha? Biri seni diğeriyleyken görmese iyi/bari/Aman biriyleyken öbürüne yakalanma.)

* Don't let yesterday take up too much of today.
  (Dünün bugüne fazlaca/çok fazla taşmasına izin vermeyin.)
  (Dünün işlerini bugüne çok fazla bırakmayın.)
* Don't let me detain you.
  (Bak tutuklarım seni/sizi./Kendini-zi tutuklatma-yın bana.)

* If he needs money, let him earn it!
  (Paraya ihtiyacı varsa, verme para, bırak kazansın.)
  (Parasının olmasını istiyorsa, çalışıp kazansın/kazanacak.)

* Don't let this chance slip by.
  (Bu fırsatın kaçıp gitmesine izin verme-yin./Bu fırsatı/şansı kaçırmayın/tepmeyin/kaybetmeyin/yitirmeyin.)

* Don't let children have their own way.
  (Çocuklarınızın kendi başına buyruk olmalarına/bildiklerini okumalarına izin vermeyin.)

* Don't let the children monopolize the television.
  (Çocukların televizyonu ele geçirmelerine/istedikleri gibi kullanmalarına/izlemelerine izin vermeyin.)

* Don't let making a living prevent you from making a life.
  (Yaşamınızı kazanma uğraşınızın yaşamınızı yaşam olmaktan çıkarmasına izin vermeyin.)
  (Para kazanayım derken yaşamayı/hayatı ıskalamayın/elinizden kaçırmayın.)

* Don't let fear decide your fate.
  (Korkularının kaderini belirlemesine izin verme/Korkuların kaderin olmasın.)

* Don't let what you cannot do interfere with what you can do.
  (Yapamayacaklarınızın yapabileceklerinizi etkilemesine izin vermeyin.)
  (Yapamayacağınız şeyler yapabileceğiniz şeylere engel olmasın.)

* My wife let me go out with the guys last night.
  (Eşim geçen akşam arkadaşlarımla çıkmama izin verdi/sesini çıkarmadı/bir şey demedi.)
  
* I don't know if my boss will let me take the day off.
  (Patronum bana bir gün izin verir mi/bir günlük izin kullandırır mı bilmiyorum/emin değilim/bir şey diyemem.)

* Peter never lets his kids watch TV after 7 PM.
  (Peter akşam 7'den sonra çocuklarının TV izlemesine asla/kesinlikle müsaade etmez/çocuklarına TV izletmez.)

* Let me show you how to open it. It’s a bit tricky.
  (-Bırak da/müsaade et-Sana nasıl açılacağını/açıldığını göstereyim. Biraz karmaşık/alengirli/ustalık/dikkat isteyen bir şey.)

* My mother lets me stay out till midnight on a Saturday.
  (Annem cumartesi günleri gece yarısına kadar dışarıda durmama/eve gelmememe izin veriyor/bir şey demiyor/demez.)

* Let me go! I promise I won't tell anyone.
  (Bırak gideyim! Söz veriyorum/yemin ediyorum kimseye söylemeyeceğim/söylemem/anlatmayacağım/anlatmam.)

* Stop interrupting and let me finish what I was saying.
  (Araya girme de/sözümü kesme de konuşmamı/sözlerimi bitireyim/tamamlayayım/diyeceklerimi diyeyim.)

* If God lets me live and I beat this cancer, I am going to do something to make a difference in other people’s lives.
  (Allah ömür verir ve bu kanseri yenersem/atlatırsam, diğerlerinin yaşamlarını değiştirecek şeyler/işler yapacağım.)

9 Haziran 2015 Salı

Videolarla Pratik İngilizce-13

Which buses stop near my house?



A: Hi, Claire.
  (Merhaba Claire.)
   It’s a beautiful day, isn’t it?
  (Ne güzel bir gün, değil mi?)
B: It’s not beautiful. It’s terrible!
  (Güzel bir gün değil. Berbat bir gün.)
A: What’s wrong?
  (Ne oldu/neyin var?)
B: Someone ran into my car.
  (Biri arabama çarptı/arabama çarptılar.)
   I can’t drive it for two weeks!
  (İki hafta boyunca arabasızım/arabasız kaldım.)
A: That is terrible.
  (Kötü olmuş/işin zor.)
B: I know. How am I going to get to school?
  (Aynen/bence de. Okula nasıl gideceğim ben?
C: You could ride your bike.
  (Bisikletine binebilirsin/bisikletinle gidebilirsin.)
B: I can’t do that!
  (Yapamam/olmaz!)
   If I ride my bike, my hair will look terrible!
  (Bisikletime binersen/bisikletimle gidersem, saçlarım çok kötü görünür.)
D: You could ride the bus.
  (Otobüse binebilirsin/otobüsle gidebilirsin.)
B: The bus?
  (Otobüs mü?)
D: Sure, why not? It’s very convenient.
  (Evet, neden olmasın? Çok pratiktir.)
B: Do you ride the bus?
  (Sen otobüse biniyor musun?)
D: Sometimes. There’s a bus stop near my house.
  (Arada bir/bazen. Evimin yakınında/evime yakın bir otobüs durağı var.)
B: Maybe there’s a bus stop near my house.
  (Belki benim evimin yakınında da bir otobüs durağı vardır.)
A: Well, it needs to be the right bus stop.
  (O durağın da uygun/doğru otobüs durağı olması gerekiyor/lazım.)
   Which bus do you need to ride to school?
  (Okula gitmek için hangi otobüse binmen gerekiyor?)
  (Okula hangi otobüs gidiyor?)
B: I don’t know.
  (Bilmiyorum/bilmem.)
D: Amber, you ride the bus sometimes.
  (Amber, sen arada bir/ara sıra otobüse biniyorsun.)
   Which buses stop near the University of South Florida?
  (Güney Florida Üniversitesi'nin yakınından hangi otobüs geçiyor?)
C: I dont know all the bus trips.
  (Bütün otobüs hatlarını/güzergahlarını bilmiyorum.)
   But I think Bus 27 goes there.
  (Ama sanırım/galiba/zannedersem 27 nolu otobüs oraya gidiyor/oradan geçiyor.)
B: That bus stops near my house?
  (O otobüs evimin yakınından/yakınlarından geçiyor mu?)
C: I don't know. You live on Beach Street, right?
  (Bilmem/bilmiyorum. Beach Caddesi'nde oturuyordun, değil mi?)
B: Right.
  (Evet.)
A: Why don't you look at the bus routes through the computer?
  (Neden bilgisayardan otobüs güzergahlarına/hatlarına bakmıyorsunuz?)
  (Bilgisayardan otobüs güzergahlarına/hatlarına baksanıza!)
D: Good idea!
  (iyi fikir!)
   Buses 27, 36, 52 and 99 stop near the University of South Florida.
  (27, 36, 52 ve 99 nolu otobüsler Güney Florida Üniversitesi'nin yakınından geçiyor.
B: Do any of these stop near Beach Street?
  (Bunlardan/bu otobüslerden biri/herhangi biri Beach Caddesi'nden geçiyor mu?)
D: Let's see... no, they don't.
  (Bakayım/bakıyorum... hayır, geçmiyor.)
C: Then you'll have to transfer.
  (Öyleyse aktarma yapmak zorundasın/yapacaksın.)
D: Buses 11 and 87 stop on Beach Street.
  (11 ve 87 nolu otobüsler Beach Caddesi'nden geçiyor.)
C: Then you'll have to take one of those first.
  (O halde önce bunlardan/bu otobüslerden birine binmen gerekiyor/bineceksin.)
   Hey! Bus 11 and Bus 52 both stop on Market Street.
  (Hey/Bak! 11 ve 52 nolu otobüsler Market Caddesi'nden geçiyor.)
B: OK, so I'll take Bus 11 to Market Street.
  (Pekala/tamam, yani/öyleyse 11 nolu otobüse binip/otobüsle Market Caddesi'ne gideceğim/gidiyorum.)
   Then I'll transfer to Bus 52.
  (Ardından/sonra da 52 nolu otobüsle aktarma yapacağım/yapıyorum.)
   It will take me to school.
  (O otobüs beni okula ulaştıracak/Onunla okula varıyorum.)
C: Right.
  (Doğru/evet.)
B: That sounds easy.
  (Kulağa kolay geliyor/kolaymış/zor değilmiş.)
   How much is the fare?
  (Bilet ücreti ne kadar?)
C: $1.30.
  (1 dolar 30 sent.)
D: Or you can buy a pass.
  (Ya da paso alabilirsin.)
   I have one that lets me ride 20 times.
  (Bende var, 20 defa binebiliyorum/binebiliyorsun/binilebiliyor.)
B: How much was it?
  (Kaça/ne kadara aldın/kaç para/ne kadar verdin?)
D: $26.
  (26 dolara/dolar)
B: I could buy that.
  (Onu/paso alabilirim.)(Evet, paso olabilir-mantıklı vs..)
   But I hope I don't have to ride the bus 20 times.
  (Ama umarım/inşallah otobüse 20 defa binmek zorunda kalmam/binmem gerekmez.)

D: Hi, Claire! How was riding the bus?
  (Selam/merhaba Claire! Otobüs yolculuğun nasıldı/nasıl geçti?)
B: It was easy.
  (Kolay geçti/zorlanmadım.)
   Catching the bus and transferring was no problem.
  (Otobüse binmede/yetişmede ve aktarma yapmada sorun çıkmadı/yaşamadım.)
D: How long did it take to get to school?
  (Okula gitmen/varman ne kadar sürdü/ne kadar zamanda okula gittin/vardın?)
B: It only took 30 minutes.
  (Sadece/topu topu 30 dakika sürdü.)
   When I drive, it sometimes takes longer than that!
  (Arabamla giderken bazen bundan daha fazla sürüyor.)
D: So will you ride the bus all the time, now?
  (Eee, artık her zaman mı/sürekli mi otobüse bineceksin?)
B: Yes, I will! For the next two weeks.
  (Evet, otobüse bineceğim. Önümüzdeki iki hafta boyunca/süresince.)

------- ----------
* to run into
= to hit someone or something by accident while you are driving
  to collide with, to crash into
= (arabayla vb) çarpmak, vurmak, toslamak, bindirmek
- The bus went out of control and ran into a line of people.
  (Otobüs kontrolünü kaybederek/kontrolden çıkıp kuyruktaki/sırada bekleyen insanlara/sıraya/kuyruğa girmiş insanlara çarptı.)
- A truck ran into me at the lights this morning.
  (Bu sabah ışıklarda bir kamyon bana/benim arabama çarptı/vurdu.)
- Her car ran into a tree.
  (Arabasıyla ağaca çarptı/tosladı/bindirdi.)
- I ran into the telephone pole.
  (Arabamla telefon kulübesine/kabinine çarptım/bindirdim.)
- He skidded and ran into a tree.
  (Arabası kayıp ağaca çarptı/vurdu/tosladı.)
- Two cars ran into each other this morning.
  (Bu sabah iki araba birbiriyle çarpıştı.)

* could
= offer/suggestion
= teklif/öneri sunarken kullanılır.
- We could go for a drink after work tomorrow, if you like.
  (İstersen yarın işten sonra birşeyler içmeye/iki tek atmaya gidebiliriz.)
- You could see a movie or go out to dinner.
  (Sinemaya ya da yemek yemeye gidebilirsiniz.)
  (Sinemaya ya da dışarıda yemek yemeye gitmeye ne dersin-iz?)
- You could spend your vacation in Hawaii.
  (Tatile Hawaii'ye gidebilirsin/gitsene.)
- I could carry that for you.
  (Senin/sizin için onu taşıyabilirim.)
- We could take a taxi.
  (Taksiye binebiliriz/taksi tutabiliriz.)

* Why don't ...?
= offer/suggestion
= öneri/teklif sunarken kullanılır.
- Why don’t we study at the café?
  (Neden kafede/kafeye gidip ders çalışmıyoruz?)
  (Hadi kafede/kafeye gidip ders çalışalım.)
- I made a pie. Here, why don't you have a slice?
  (Çörek yaptım. Buyur, bir dilim alsana/almaz mısın?)
- Why don't you take an aspirin?
  (Bir aspirin/ağrı kesici alsana/içsene.)
- Why dont you go about getting a visa first to go abroad?
  (Neden yurt dışına gitmek için işe vize almakla başlamıyorsun?)
  (Yurt dışına gitmek için işe vize almakla başlasana.)
- Why dont you go to a movie or something?
  (Neden sinemaya falan gitmiyorsun?/Sinemaya falan gitsene!)
- Why don't we go to the movies tonight?
  (Neden bu akşam sinemaya gitmiyoruz?)
  (Bu akşam sinemaya gidelim mi?/Hadi bu akşam sinemaya gidelim.)
- Why don't you consult a lawyer?
  (Neden bir avukata danışmıyorsunuz?/Bir avukata danışsanıza!)
- Why don't you hire Tom to do the job?
  (İşi yapması için neden Tom'u işe almıyorsun?/Tom'u işe alıp işi ona versene!)
- Why don't you tell her directly?
  (Neden direkt/doğrudan ona söylemiyorsun?/Direkt ona söylesene!)

7 Haziran 2015 Pazar

Videolarla Pratik İngilizce-12

Prank Call



A: May I use your phone a minute?
  (Telefonunuzu bir dakika/biraz kullanabilir miyim?)
B: Sure.
  (Tabi/elbette/buyur.)
C: Thank you for calling The Net Cafe, this is Aaron.
  (The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler, ben Aaron.)
   How may I help you?
  (Size nasıl yardımcı olabilirim?)
A: Aaron, I'd like to speak to the manager.
  (Aaron, yönetici/müdür ile görüşmek/konuşmak istiyorum/görüşecektim/konuşacaktım.)
C: I'm sorry. Becca is not available right now.
  (Özür dilerim. Becca şu an burada değil.)
   May I take a message?
  (Bir mesajınız/notunuz var mıydı/bir notunuz/mesajınız varsa alabilir miyim?)
A: No, thanks. I'll call back later. Goodbye.
  (Hayır, teşekkürler. Daha sonra tekrar/yine ararım. Hoşçakalın.)
B: Becca, why did you call Aaron?
  (Becca, Aaron'ı niye aradın ki?)
   And why did you use a different voice?
  (Ayrıca niye sesini/ses tonunu değiştirdin/sesini değiştirerek konuştun?)
A: I wanted to see how Aaron answers the phone.
  (Aaron'ın telefonlara nasıl cevap verdiğini/baktığını görmek/kontrol etmek istedim.)
   Sometimes he's not very professional.
  (Bazen çok profesyonel hareket etmiyor/davranmıyor.)
D: Did he do a good job just now?
  (Az önce/evvel/şimdi nasıl iyi miydi/başarılı mıydı/becerebildi mi/iyi iş çıkardı mı?)
A: Yes, he was very professional and polite!
  (Evet, çok profesyonel ve nazikti/kibardı.)
D: I want to call him.
  (Onu aramak istiyorum.)
B: Jeff! What are you going to do?
  (Jeff! Ne yapacaksın ki?)
D: Don't worry, Mia.
  (Merak etme, Mia.
   Aaron won't even know it's me.
  (Aaron arayanın ben olduğumu/benim aradığımı anlamayacak bile.)
  (Aaron arayanın ben olduğumun/benim aradığımın farkına bile varmayacak.)
B: Honey, aren't you a little old to make prank calls?
  (Canım/tatlım/hayatım, telefon şakası yapmak/birini telefonda işletmek için biraz fazla yaşlı değil misin?)
D: These aren't prank calls.
  (Bu telefon şakası sayılmaz/buna telefon şakası denmez.)
   They're tests.
  (Buna test/deneme denir.)
   Hello.
  (Alo/merhaba)
C: Hello. Net Cafe.
  (Alo/merhaba/buyrun, Net Cafe.)
D: What specials will you have next week?
  (Gelecek hafta -mönüde- ne/hangi yemekleriniz var?)
A: Put him on speakerphone!
  (Hoparlöre bağlasana/alsana/versene!)
  (Sesini dışarıya versene!)
D: OK!
  (Tamam.)
C: I'll check for you, sir.
  (Sizin için bakayım/bakıyorum efendim.)
   May I put you on hold?
  (Sizi biraz bekletebilir miyim?/bekleteceğim.)
  (Hattan ayrılmayın/hatta kalın lütfen.)
D: Sure.
  (Tamam/tabi/olur/pekala.)
B: Wow, Becca, he's very polite!
  (Vay, Becca çok kibar/nazik.)
A: Yes, he is.
  (Evet öyle.)
   I guess he really listened to me!
  (Sanırım/galiba/anlaşılan/öyle görünüyor ki beni/sözümü/dediklerimi gerçekten dinlemiş.)
B: Yeah. Actually, it's really cute.
  (Evet. Aslına bakarsan, bu-sözlerini dinlemesi/dikkate alması- çok iyi/güzel/hoş bir şey.)
A: I know.
  (Bence de/aynen/haklısın.)
B: I want to call him next!
  (Sonra da onu ben aramak istiyorum.)
D: Sure! Hello?
  (Olur/tamam! Alo?)

E: So you, Jeff and Mia all called Aaron?
  (Demek sen, Jeff ve Mia hepiniz birden Aaron'ı aradınız ha?
   But he didn't know it was you?
  (Aama o sizin olduğunuzu/aradığınızı/arayanın siz olduğunu anlamadı ha?
A: Right.
  (Evet/doğru/aynen.)
F: Aaron told me the cafe phone rang a lot last night.
  (Aaron bana dün gece kafenin telefonun çok çaldığını/arandığını/kafeyi çok arayanın olduğunu söylemişti.)
   Now I know why!
  (Şimdi nedenini anlıyorum/anladım.)
E: I can't believe you three made prank calls!
  (Siz üçünüzün telefon şakası yaptığına inanamıyorum/yapmasına çok şaşırdım.)
A: They weren't prank calls.
  (Ona telefon şakası denmez/telefon şakası değildi onlar.)
   I wanted to test Aaron to see how he answers the phone.
  (Aaron'ın telefonlara nasıl baktığını/cevap verdiğini görmek/anlamak için onu test etmek/sınamak istedim.)
E: I want to call him!
  (Ben de onu aramak istiyorum.)
   Hello, is Becca there?
  (Alo/merhaba, Becca orada mı?)
C: I'm sorry, she's not available right now.
  (Özür dilerim, şu an burada değil.)
   Would you like to leave a message?
  (Mesaj/not bırakmak ister misiniz/bir mesajınız/notunuz var mıydı?)
E: Can you tell her Ella Pettis called?
  (Ona Ella Pettis'in aradığını söyleyebilir misiniz?/söyleyin lütfen.)
C: Sure. Can you spell your last name for me?
  (Tabi/elbette. Soyadınızı benim için kodlayabilir/heceleyebilir misiniz?)
E: jah jah!
  (Gülme sesleri...)
C: Hey! Amber? Is that you?
  (Hey! Amber? Sen misin/sensin değil mi?)
E: Uh, no. Oops.
  (Oh hayır.)

C: I can't believe you had all those people call me.
  (Bütün bu insanlara beni arattırdığına inanamıyorum.)
  (Nasıl bütün bu insanlara beni aratırsın, çok şaşırdım/inanamıyorum.)
A: Well, you did a good job!
  (Çok başarılıydın/iyi iş çıkardın.)
C: Great!
  (Aman ne güzel/harika/çok sevindim.)
   Thank you for calling The Net Cafe.
  (The Net Cafe'yi aradığınız için teşekkürler.)
   What? Ron?
  (Kim? Ron mu?
   Hah! Is this Jeff? Nick? Goodbye!
  (Çok komik! Jeff sen misin? Nick? Hoşçakal!)
A: You got another prank call? Funny!
  (Sana bir telefon şakası daha mı yapıldı? Garip/ilginç!
C: I can't believe Becca told people to call me!
  (Becca'nın insanlara beni aramasını söylemesine inanamıyorum.)
A: Aaron, Ron just called my cell phone.
  (Aaron, az önce Ron beni cepten aradı.)
C: No, he didn't.
  (Hayır, aramadı.)
A: Yes, he did.
  (Evet, aradı.)
   Look at the caller ID!
  (Arayan numaraya/arayanın ismine/gelen aramaya bak!)
   He wants to know why you just hung up on him.
  (Az önce/demin neden suratına/yüzüne telefonu kapattığını öğrenmek istiyor/sordu.)
------- ------
* to do a good job
= to do something well
= iyi/güzel/başarılı iş çıkarmak
  bir işi/çalışmayı vs başarıyla tamamlamak
- You are expected to do a good job.
  (İşini güzel/iyi/doğru yapman bekleniyor.)
- Tom did a good job proofreading my paper.
  (Tom kitabımın/yazımın/makalemin/raporumun yazım hatalarını düzeltmede güzel bir iş çıkardı.)
  (Tom kitabımın tashihini güzel/başarılı bir şekilde gerçekleştirdi.)
- I know you will do a good job.
  (Başaracağını biliyorum/başaracağına inanıyorum/başaracağından eminim.)

* even
= used for emphasis
  used to show that something is surprising, unusual, unexpected, or extreme
= bile, dahi, hatta
  güçlendirme vurgusu
  şaşırma/sürpriz vurgusu
- Some computers can even talk to you.
  (Kimi/bazı bilgisayarlar sizinle konuşabilirler bile.)
- Tom doesn't even know why he was expelled from school.
  (Tom okuldan niye/niçin atıldığını/uzaklaştırıldığını bile bilmiyor.)
- They even served champagne at breakfast.
  (Kahvaltıda şampanya bile vardı/servis ettiler.)
- I didn't even know you liked basketball.
  (Basketbolu sevdiğini bilmiyordum bile/basketbolu sevdiğinden haberim bile yoktu.)
- São Paulo is a huge city, larger even than New York.
  (Sao Paula New York'dan bile daha büyük bir şehirdir.)
- The task might be difficult, impossible even.
  (Verilen görev/vazife zor olabilir, hatta imkansız bile olabilir.)
- They didn’t even offer me a cup of tea.
  (Bir bardak çay bile ikram etmediler/vermediler.)
- It's a very difficult job - it might even take a year to finish it.
  (Çok zor/zorlu bir iş. Bitirmesi/bitmesi bir sene bile sürebilir/alabilir.)
- If you don't even see the startup screen, you likely have a hardware problem.
  (Başlangıç/açılış ekranını bile görmüyorsanız/ekranı bile açılmıyorsa, büyük ihtimalle/kuvvetle ihtimal donanımsal arızanız vardır.)

* I can't believe
= used when you are very surprised or shocked by something
= inanamıyorum, çok şaşırdım, aklıma gelmezdi
  beklemezdim, ummazdım, tahmin etmezdim
- I can't believe this is happening to us.
  (Bunları yaşadığımıza/başımıza bu gelenlere inanamıyorum.)
  (Bu yaşadıklarımızı/başımıza gelenleri aklım almıyor.)
  (Bunları yaşayacağımızı/bunların başımıza geleceğini hiç tahmin etmezdim/ummazdım.)
- I can't believe that you like that restaurant.
  (O restoranı beğenmene/sevmene çok şaşırdım.)
  (O restoranı beğeneceğin aklıma gelmezdi.)
- I can't believe Tom was an under cover cop.
  (Tom'un gizli/sivil polis olduğuna inanamıyorum/olduğu aklıma gelmezdi/olduğunu hiç ummazdım.)
- I can't believe I never noticed that before.
  (Bunu daha önce fark etmemiş olmama inanamıyorum.)
  (Nasıl bunu daha önce fark edememişim, aklım almıyor/çok şaşkınım.)
- I can't believe that she is older than my mother.
  (Onun annemden daha büyük/yaşlı olduğuna inanamıyorum.)
  (Onun annemden daha büyük/yaşlı olduğunu aklım almıyor/hiç tahmin etmezdim.)
- I still can't believe they had a snow leopard in that zoo.
  (O hayvanat bahçesinde bir kar leoparının bulunduğuna/olduğuna hala inanamıyorum/bulunmasına hala çok şaşkınım.)
- I can't believe you're not as excited as I am.
  (Benim kadar heyecanlı olmamana/heyecanlanmamana inanamıyorum.)
  (Nasıl benim kadar heyecanlı olmazsın/heyecanlanmazsın, aklım almıyor.)
- I can't believe you're trying to bribe me.
  (Bana nasıl rüşvet vermeye çalışırsın/kalkarsın, inanamıyorum/çok şaşırmış haldeyim.)

* to have someone do something
= to give someone the responsibility to do something
= birisine bir şey yaptırmak
- I had my brother carry my bag.
  (Çantamı kardeşime taşıttım.)
- I had the taxi driver collect us.
  (Taksi şoförüne bizi aldırttım.)
- We had them wash the dishes.
  (Bulaşıkları onlara yıkattık.)
- Please have your secretary fax me the paper.
  (Lütfen evrağı sekreterinizle bana fakslatın.)
  (Sekreterinize söyleyin, evrağı bana fakslasın.)
- He had the mechanic repair the car.
  (Arabasını tamirciye yaptırdı/tamir ettirdi.)
- The doctor had his nurse take the patient's temperature.
  (Doktor hemşiresine hastanın ateşini ölçtürdü.)
- We should'nt have our guests pay for the food.
  (Yemeğin parasını/hesabı misafirlere ödettirmemeliyiz.)
- I had the dentist pull out my tooth.
  (Dişçiye dişimi çektirdim.)
- I will have my son write the letter.
  (Mektubu oğluma yazdıracağım.)
- I'll have my assistant send you those documents later today.
  (Bugün akşama/gün sonuna doğru sana bu evrakları yardımcıma yollatacağım.)
- Can you have her call me?
  (Beni aratır mısınız/beni aramasını söyler misiniz/söyleyin lütfen.)
- I had the cleaner clean the house.
  (Temizlikçiye evi temizlettim.)
- I had the waiter bring some water.
  (Garsona su getirttim/garsondan su getirmesini istedim.)
- I had the shop deliver the food.
  (Yiyeceklerimi marketten getirttim.)

* to hang up on someone
= to end a telephone conversation before it is finished
  to end a phone call with someone
= birisinin yüzüne/suratına telefonu kapamak
- Don't you dare hang up on me!
  (Sakın telefonu yüzüme/suratıma kapatma/kapatayım deme!)
- I've learned to hang up on people who call to sell me insurance and stuff.
  (Sigorta ve öteberi/ıvır zıvır şeyler satmak için arayan insanların yüzüne telefon kapatılacağını öğrendim/anladım.)
- Did you hang up on your mother?
  (Telefonu annenin yüzüne mi kapattın?)
- Bastard hung up on me.
  (Adi/puşt herif telefonu yüzüme kapattı.)