26 Mart 2015 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 91

                                                English Expressions & Phrases


put someone on hold

= to keep waiting (on the phone)
    to put someone or someone's telephone call on an electronic hold

= birini telefonda beklemeye almak
    birini telefonda/hatta bekletmek



* How do I put someone on hold on my cell phone?
  (Cep telefonumda birini nasıl beklemeye alırım/alabilirim?)

* Can I put you on hold for a minute? Someone's at my door.
  (Bir dakika bekleyebilir misiniz lütfen. Kapım çalınıyor/kapıya bakmalıyım.)

* May I put you on hold while I check how long Mr. Smith will be busy?
  (Biraz bekleyebilir misiniz/hattan ayrılmayın lütfen, Bay Smith'in görüşmesi ne kadar sürecek öğreneyim.) 

* Please don't put me on hold! I'm in a hurry!
  (Lütfen beni bekletmeyin/beklemeye almayın. Acelem var/acil görüşmem lazım.)

* The agent put me on hold while she consulted a colleague.
  (Temsilci meslektaşıyla/iş arkadaşıyla görüşürken/meslektaşına/iş arkadaşına danışırken beni hatta bekletti.)
  (Temsilci beni hatta bekletip meslektaşıyla görüştü/meslektaşına danıştı.)

* I am going to have to put your call on hold.
  (Sizden beklemenizi/beklemede kalmanızı isteyeceğim/sizi bekleteceğim/beklemeye alacağım.)

* I gotta (have got to) put you on hold, it's my mom on the other line.
  (Seni biraz bekleteceğim, diğer hatta annem var/diğer hattan annem arıyor.)

* You've already put me on hold three times.
  (Üç defa beklemeye aldınız beni zaten.)
  (Üç defadır telefonda bekletiyorsunuz beni zaten.)

* A: Can I speak to the manager?
  (Müdürle görüşebilir miyim?)
  B: Can I put you on hold for a minute? I'll see if he's here.
  (Bir dakika bekletebilir miyim/hattan ayrılmayın lütfen? Burada mı/yerinde mi bakayım/kontrol edeyim.)

* A: Do you mind if I put you on hold?
  (Biraz bekletmemin bir sakıncası var mı/kusura bakmazsanız biraz bekleteceğim.)
  B: How long do you think it will be?
  (Ne kadar sürer/ne kadar beklemem gerekecek?)

* A: May I put you on hold for a second?
  (Bir dakika bekleyebilir misiniz/bekletebilir miyim sizi?)
  B: Sure, go ahead.
  (Olur/peki, bekliyorum.)

* A: Hello, ABC Market? Do you have any fresh raspberries?
  (Alo/merhaba, ABC Market mi? Taze frambuazınız/ahududunuz var mı?)
  B: Can I put you on hold while I go and see if we have any left?
  (Biraz bekleyin lütfen, gidip elimizde kalmış mı bakayım.)

25 Mart 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 90

                                               English Expressions & Phrases


can't afford

= don't have enough money

= yeterince parası olmamak
    parası yetişmemek/çıkışmamak
    parasını/maliyetini/ederini karşılayamamak
    satın almaya maddi gücü yetmemek, maddi durumu el vermemek
    para verememek
    bütçesi kaldırmamak
    pahalı gelmek, maddi gücünü aşmak




* I can't afford a car, so I bought a bicycle.
  (Araba alacak kadar/araba almaya yetecek param yoktu, ben de bisiklet aldım.)

* I can't afford to go on holiday.
  (Tatile çıkacak kadar param yok/çıkmaya param yetmez/tatile çıkma maliyetini karşılayamam.)

* I can't afford a babysitter.
  (Bakıcıya para veremem/bakıcı tutacak param/maddi gücüm yok/bir bakıcının maliyetini karşılayamam.)

* You should buy the most recent car you can afford.
  (Paranın yettiğince/bütçene uygun son model arabayı almalısın.)

* I plan to buy a new car as soon as I can afford one.
  (Almaya gücüm yeter yetmez/parasını denk getirdiğim/denkleştirdiğim gibi/an yeni bir araba almayı planlıyorum/düşünüyorum/alma niyetim/düşüncem var.)

* Who can afford to buy such an expensive house?
  (Böyle/bu kadar pahalı bir eve/evi almaya kimin gücü yeter ki/kim güç yetirebilir ki?)

* She has to make her children's clothes. She can't afford to buy them.
  (Çocuklarının elbiselerini kendisi dikmesi gerekiyor. Elbise alacak parası yok.)

* I can't afford to eat in such an expensive restaurant.
  (Böyle pahalı bir restoranda yemek yemeye gücüm yetmez/yemeyi bütçem kaldırmaz.)

* I cannot afford a camera above 300 dollars.
  (300 doların üstünde bir kamerayı maddi olarak karşılayamam/bütçem kaldırmaz/kamera almaya gücüm yetmez.)
  (En fazla 300 dolarlık bir kamera alabilirim.)

* That's more than I can really afford but I'll take it.
  (Bu alabileceğimin/maddi gücümün gerçekten çok üzerinde ama onu alacağım.)
  (Bu bütçemi baya bir aşıyor/bütçemin çok üstünde ama olsun, alacağım/alıyorum.)

* If you can't afford a lawyer, one will be appointed to you.
  (Bir avukat tutmaya gücünüz yetmiyorsa, size bir avukat atanacaktır.)

* I can’t afford this room; is there a cheaper one?
  (Bu odaya param çıkışmaz; daha ucuz bir oda var mı?)

* He cannot afford to buy a car, much less a house.
  (Ev almak şöyle dursun/ev almayı geçtim/bırak ev almayı, onun araba almaya bile gücü yetmez/alacak kadar bile parası/maddi gücü yok.)

* He can afford to buy a house, to say nothing of a car.
  (Araba ne ki, bir ev alacak kadar/alabilecek  parası var.)

* I cant afford to pay more than five hundred dollars.
  (500 dolardan daha fazla veremem/en fazla 500 dolar verebilirim/500 dolardan fazlası beni aşar.)

* He can’t afford a bicycle let alone that luxury car he’s been talking about for weeks.
  (Haftalardır hakkında konuştuğu o lüks araba şöyle dursun, onun bir bisiklet almaya yetecek parası yok.)
  (Bırak o bahsettiği arabayı almayı, bir bisiklet bile alamaz.)
  (O sözünü ettiği lüks/pahalı arabayı geçtim, bir bisiklet dahi alamaz/alacak parası/maddi gücü yok.)

* I can't afford to take a taxi home from work every day.
  (Her gün işten eve taksiyle gelebilecek kadar param/maddi gücüm yok/zengin değilim.)

* My daughter Claire wants a car for her 17th birthday, but I can't afford it. Money doesn't grow on trees!
  (Kızım Claire 17. yaşgünü için hediye araba istiyor, ama alamam. Para kolay kazanılmıyor/ağaçta yetişmiyor ki.)

* I wish I could afford to send my daughter an Ivy League university.
  (Keşke kızımı bir Ivy League üniversitesine gönderebilecek kadar maddi gücüm/param olsaydı.)

* Unfortunately, I had to drop out of college because I couldn't afford the tuition.
  (Ne yazık ki okul ücretini/harcını karşılayamadığım için üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım.)

* He used to eat out every day, but now he can't afford it.
  (Eskiden her gün dışarıda yemek yerdi, ancak şimdi buna gücü yetmiyor/bunu karşılayacak maddi gücü yok.)

20 Mart 2015 Cuma

İngilizce Ders 44

Eslfast Audio Listening
College Life

Buying Textbooks
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ



Buying textbooks
(Ders kitaplarını almak)

1
A: How do I buy my textbooks?
(Ders kitaplarımı nasıl/nereden alıyorum/alabilirim?)
B: Do you have your book list for your class?
(Sınıfının kitap listesi var mı sende/listesini aldın mı?)
A: Yes, I have my list.
(Evet -kitap- listem var.)
B: Fine. Once you have it, you can go to the bookstore. Do you know where that is?
(Güzel/tamam. Listeyi aldıysan kitapçıya gidebilirsin. Onun -kitapçının- nerede olduğunu biliyor musun?)
A: Yes, I know where the bookstore is.
(Evet, kitapçının nerede olduğunu/yerini biliyorum.)
B: OK, so once you pass the gym, it's the first door on your left. Do you know you can also sell your used textbooks there?
(Tamam, spor salonunu geçtikten sonra/geçer geçmez, solundaki ilk kapı. Orada ayrıca kullanılmış/ikinci el ders kitaplarını satabileceğini de biliyor musun/muydun?)
A: No, I didn't know I could do that.
(Hayır, bunu -kullanılmış ders kitaplarımızı satabildiğimizi- bilmiyordum.)
B: You just take them with you and trade them with the used textbook man just outside the door. Do you think you will be going there today?
(Kitaplarını sadece götürüp kapının hemen dışındaki/önündeki ikinci el kitapçısıyla değiş tokuş yapıyorsun/değiştiriyorsun. Bugün oraya gitmeyi düşünüyor musun/gidecek misin?)
A: Yes, I am going today.
(Evet, bugün giderim/gideceğim.)
B: Well, if you decide to go, I could meet you over there at 1:00 today or tomorrow to help you. Would that work for you?
(Eğer gitmeye karar verirsen, sana yardımcı olmak için bugün ya da yarın saat 1'de seninle orada buluşabiliriz. Senin için uygun mu/sana uyar mı?)
A: Yes, thank you. That would be great.
(Evet, teşekkürler. Çok iyi olur.)
B: Well, then, I'll talk to you later. Have a good day!
(Öyleyse sonra görüşürüz. İyi günler.)

2
A: Where can I buy textbooks?
(Ders kitaplarını nereden alabilirim?)
B: First, you need to have the list of books for your class. Do you have that?
(Öncelikle sınıfının kitap listesini alman lazım. Aldın mı/kitap listesi var mı sende?)
A: Yes, I have that.
(Evet, liste var bende/aldım listeyi.)
B: Well, when you have that, you can take it over to the bookstore. Can you find it?
(Kitap listesini aldıysan, listeyle beraber kitapçıya gidebilirsin. Orayı bulabilir misin?)
A: No, I don't know where the bookstore is.
(Hayır, kitapçının nerede olduğunu/yerini bilmiyorum.)
B: Just pass the gym and it's the first door on your left. Were you aware that you can also turn in your old textbooks for money?
(Spor salonunu geçiyorsun, solundaki/solunda kalan ilk kapı. Ayrıca eski ders kitaplarını parayla verebileceğini/satabileceğini de biliyor muydun?)
A: Really? How can I do that?
(Öyle mi/gerçekten mi? Nasıl yapabilirim bunu?)
B: Take your used textbooks with you and give them to the representative near the entrance. He will pay you for them. Are you going today?
(Kullanılmış ders kitaplarını götürüp girişin/kapının yakınındaki satıcıya ver. Sana ödemesini yapar/parasını verir. Bugün gidecek misin?)
A: No, I can't make it today.
(Hayır, bugün gidemem.)
B: I could help you with buying your books if you meet me there at 1:00 today or tomorrow. Would you like my help?
(Eğer benimle orada bugün ya da yarın saat 1'de buluşursan, sana kitaplarını almanda yardım edebilirim. Yardımcı olmamı ister misin?)
A: No, thanks. I'm good.
(Hayır, teşekkürler. Ben hallederim.)
B: I'll see you later then. Have a great day!
(Sonra görüşürüz öyleyse. İyi günler!)

3
A: Can you help me buy my textbooks?
(Ders kitaplarımı almamda bana yardımcı olabilir misin?)
B: There will probably be a book list in the bookstore. Do you have your class schedule handy?
(Kitapçıda kitap listesi olacak büyük ihtimalle. Ders programın yanında mı?)
A: No, I don't have that.
(Hayır yanımda değil/almadım.)
B: To get started, take that list over to the bookstore. Do you know where the bookstore is?
(Evvela/öncelikle, listeyle birlikte kitapçıya git. Kitapçının nerede olduğunu/yerini biliyor musun?)
A: I am not sure where the bookstore is.
(Kitapçının nerede olduğunu/yerini bilmiyorum.)
B: When you pass the gym, it'll be the first door on the left. Do you know how to sell your old textbooks for money?
(Spor salonunu geçince, solundaki ilk kapı. Eski ders kitaplarını parayla nasıl satabileceğini biliyor musun?)
A: Yes, I knew I could do that. Exactly how do I go about selling them?
(Evet, onu yapabildiğimizi biliyorum. Tam olarak kitapları nasıl satıyorum/satıyoruz/Kitapların satışı tam olarak nasıl oluyor/yapılıyor?)
B: If you give your used textbooks to the person at the booth outside the door, he will reimburse you. Can you go over there today?
(Kullanılmış ders kitaplarını kapının dışındaki kulübede duran kişiye veriyorsun, o da sana parasını veriyor/ödemesini yapıyor. Bugün gidebilecek misin?)
A: I think maybe I could be there.
(gidebilirim.)
B: I am free at 1:00 today or tomorrow if you need some help. Want to meet me over there?
(Eğer yardıma ihtiyacın olursa/yardım istersen, bugün ya da yarın saat 1'de müsaitim. Orada buluşalım mı?)
A: Maybe that would work.
(yardımın/benimle gelmen iyi olabilir/fena olmaz.)
B: I'll catch you later then. Have a wonderful morning.
(Öyleyse sonra görüşürüz. İyi sabahlar sana.)

15 Mart 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 89

                                           English Expressions & Phrases


go through something

= search/examine something carefully

= (bir şeyi ayrıntısıyla ve dikkatlice/iyice)
    araştırmak, arayıp taramak
    incelemek, kontrol etmek
    göz atmak, gözden geçirmek
    bakmak, karıştırmak



* Could you go through these files and find Mrs. Hugo's phone number?
  (Bu dosyalara dikkatlice göz atıp/bakıp Bayan Hugo'nun telefon numarasını bulur musun/bulabilir misin?)

* A customs officer went through my suitcase.
  (Bir gümrük memuru/görevlisi valizimi/bavulumu/çantamı dikkatlice inceledi/kontrol etti.)

* She went through his pants pockets, looking for his wallet.
  (Cüzdanını ararken/aramak için pantolonunun ceplerine baktı/ceplerini yokladı/kontrol etti.)

* Someone had broken into the office and gone through all the drawers.
  (Biri ofise/büroya zorla girip tüm çekmeceleri arayıp taramış/karıştırmış.)

* Collins went through every legal book she could find.
  (Collins bulabildiği her hukuk kitabını inceledi/gözden geçirdi.)

* He spent quite a while going through his desk, looking for the papers.
  (Evrakları aramak için/ararken masasını gözden geçirmekle bir hayli vakit/zaman harcadı/geçirdi.)

* A: I can't find my keys.
  (Anahtarlarımı bulamıyorum.)
  B: Have you gone through your jacket pockets?
  (Ceketinin/montunun ceplerine baktın mı/ceplerini kontrol ettin mi?)

* Would you mind if we went through your pockets?
  (Ceplerine bakmamızda/ceplerini kontrol etmemizde bir sakınca var mı?)

* I don't like to go through other people's drawers.
  (Başka insanların çekmecelerini karıştırmayı sevmem/karıştırmak hoşuma gitmez.)

* We went through all the cupboards and drawers and found things we hadn't seen for years.
  (Bütün dolapları ve çekmeceleri karıştırdık/gözden geçirdik ve yıllardır görmediğimiz şeyler bulduk.)

* She's going through all the drawers, looking for a pen.
  (Bir kalem ararken bütün çekmecelere bakıyor.)

* I went through my bag, but I still can't find my keys!
  (Çantama iyice baktım ama hala anahtarlarımı bulamıyorum/anahtarlarım yok ortada!)

* I'm going through my wardrobe and throwing out all the clothes I don't wear any more.
  (Gardolabımı gözden geçirip artık giymediğim bütün elbiselerimi atıyorum.)

* Remember to go through the pockets before you put those trousers in the washing machine.
  (Bu pantolonu çamaşır makinesine atmadan önce ceplerini kontrol etmeyi/ceplerine bakmayı unutma.)

* The lawyer went through the documents but couldn't find any useful information.
  (Avukat evrakları inceledi/arayıp taradı ama işe yarar/kullanabileceği bir bilgi bulamadı.)

* I went through the drawer trying to find the earring I lost.
  (Kaybettiğim küpemi bulmaya uğraşırken çekmeceye baktım/göz attım/çekmeceyi kontrol ettim.)

* I'm going through this report. I want to double-check for mistakes.
  (Raporu inceliyorum. Bir kere daha hata kontrolü yapmak/hata var mı yok mu diye bakmak istiyorum/yapayım/bakayım dedim.)

* We will go through it all again tonight.
  (Bu gece her şeyi yeniden/bir daha gözden geçireceğiz.)

* I went through the students' papers, looking for the best one.
  (En iyi öğrenciyi ararken/bulmaya/belirlemeye çalışırken öğrenci belgelerine/evraklarına göz attım/belgelerini inceledim.)

* Someone has been going through my mail without permission.
  (Biri iznim olmadan/izinsiz bir şekilde mektubuma bakıyor/mektubumu okuyor.)
  (İznim olmadan/izinsiz bir şekilde mektubuma bakan/göz atan/mektubumu okuyan biri var.)

12 Mart 2015 Perşembe

İngilizce Ders 43

Stories For ESL Reading & Listening

Dersimizin metnine ve listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.



DERSİN ÇÖZÜMÜ




Check Your Bags at the Store Entrance
(Mağaza girişinde çantalarınızı/poşetlerinizi emanete veriniz/bırakınız.)

Adrian's favorite store was the $1 Store.
Adrian’ın favori mağazası/en sevdiği/en çok gittiği mağaza/dükkan her şey/ne alırsan $1/ucuzluk dükkanıydı.

This store had everything, from fresh produce to birthday cards to gasoline additives. Everything was one dollar.
Bu dükkanda taze meyve sebzeden tutun da doğum günü tebrik kartlarına, benzin katkı ürünlerine kadar her şey vardı. Her şey/bütün ürünlerin fiyatı 1 $’dı.

Usually, he got very good deals; occasionally, he got ripped off.
Genellikle çok uygun fiyata/ucuza/hesaplı ürünler alırdı/alışveriş yapardı, bazen kazıklandığı da/kazık yediği de/fahiş fiyata ürün aldığı da olurdu.

A few days ago, Adrian bought six packages of ink for his printer.
Birkaç gün önce Adrian yazıcısı için altı kutu/tane kartuş/toner almıştı.

Then he found a deal on better ink at the local computer store.
Daha sonra oralardaki/çevredeki/yerel bir bilgisayar mağazasında kartuş için daha iyi/uygun/ucuz fiyat aldı/buldu/daha iyi bir fiyata/ucuza kartuş buldu.

So Adrian went back to the $1 Store to exchange the ink for some other items.
Böylece kartuşu başka bir ürünle/şeyle değiştirmek için “ne alırsan 1$ mağazası”na tekrar gitti/geri döndü.

He put the ink into a plastic bag and tied it up.
Kartuşu poşetin/torbanın içine koydu ve poşetin ağzını bağladı.

When he entered the store, he immediately showed the bag to a clerk and told her that he was returning some items.
Dükkana girdiğinde hemen/ilk iş olarak tezgahtara/görevliye poşeti gösterip ürün iadesi yapacağını söyledi.

She looked at him but said nothing.
Bayan tezgahtar ona/Adrian’a baktı ama bir şey söylemedi/demedi.

There were about ten people in her line. She was obviously very busy.
Sırasında bekleyen/ilgilendiği on kadar müşteri vardı. Gerçekten başı çok kalabalıktı.

Not knowing exactly what to do, Adrian put the bag into a push-cart and started shopping.
Tam olarak ne yapacağını bilmeden Adriam poşeti alışveriş arabasına koyup alışverişe başladı.

He was midway through shopping when a female employee suddenly stopped him.
Bayan bir çalışan beklemediği bir anda onu durdurduğunda alışverişin ortasındaydı/alışverişi yarılamıştı.

"Sir," she said sternly, "you are not allowed to carry a plastic bag of items around in this store. What's in this bag? Show me what's in the bag!"
Bayan personel sert bir şekilde “bayım/beyefendi/bakar mısınız” diye seslenerek “Mağazada içinde ürün olan poşetle dolaşamazsınız/gezemezsiniz. Poşette ne var, poşetin içinde ne olduğunu gösterin bana” dedi.

Adrian was taken aback.
Adrian şaşırmış/afallamıştı.

There was no need for her to yell.
Kızın bağırması için bir neden yoktu.

He opened the bag and showed her the six packages of ink. "I'm returning these to exchange for some other items," Adrian said.
Poşeti açıp altı adet kartuşu bayan personele gösterdi. “Bunları başka ürünlerle değiştireceğim” dedi.

"You should have left the bag with the clerk when you entered this store. Let me see your receipt!" the employee demanded.
“Mağazaya girdiğinizde poşeti görevliye teslim etmeliydiniz/teslim etmeniz gerekiyordu.” dedi ve ürünlerin fişini göstermesini istedi.

Adrian was embarrassed. He felt like a shoplifter.
Adrian utanmıştı. Kendini mağazalardan ürün çalan kimse gibi hissetti.

He looked around to see if anyone was paying attention. He showed her the receipt.
Onlara bakan/onları dinleyen kimse var mı diye etrafına bakındı. Fişi bayan personele gösterdi.

"Perhaps in the future you'll learn how to follow store policy. Leave this bag here with the clerk. You can have your receipt and bag back when you check out."
“Belki ileride/bir dahaki sefere mağaza kurallarına uymayı öğrenirsiniz. Poşeti görevliye teslim edin. Çıkarken fişinizi ve poşetinizi alabilirsiniz.” Dedi.

By the time Adrian had finished shopping and exchanged the items, he was angry. How dare she treat him like a criminal?
Adrian alışverişi tamamlayıp ürünleri değiştirinceye kadar/alışverişini yapıp ürünleri değiştirdiği süre boyunca kızgındı/öfkeliydi. Ne hakla/cüretle kendisine bir suçlu gibi davranabilirdi/kendisine bir suçlu gibi davranmaya nasıl cüret edebilirdi/ne hakkı vardı?

He went looking for her. He wanted an apology.
O bayan personeli aramaya başladı. Bir özür bekliyordu.

He found her in the produce section and asked what her name was.
Onu manav reyonunda buldu ve adını sordu.

She mumbled something. He asked her again, and this time he heard "Ursula."
Bayan personel bir şeyler geveledi/mırıldandı. Tekrar sorunca bu sefer “Ursula” diye işitti/dediğini duydu.

"Ursula what?" he asked. She yelled at him, "Ursula!" and stormed away.
“Ne, Ursula mı?” diye sordu. Kız “Ursula” diye bağırdı ve öfkeyle oradan uzaklaştı.

When Adrian got home, he called the store's corporate headquarters.
Adrian eve gittiğinde mağazanın merkez ofisine/genel merkezine telefon açtı.

This rude employee was about to lose her job, he said to himself.
“Bu kaba/saygısız personel işinden olmak/işini kaybetmek üzere/kaybetsin de görsün” diye kendi kendine mırıldandı.

He described his unpleasant experience to a customer service representative.
Yaşadığı tatsız olayı müşteri hizmetleri temsilcisine anlattı.

She was sympathetic. "Our employees are taught to be polite. We will not tolerate such behavior. Give me your phone number and I will call you back."
Müşteri hizmetleri temsilcisi bayan canayakın biriydi. “Personelimize kibar olmaları için eğitim verilir. Bu tür davranışlara asla taviz vermeyiz/müsamaha göstermeyiz. Bize telefon numaranızı veriniz, size dönüş yapacağız” dedi.

Two days later, Adrian received a phone call from the representative.
İki gün sonra, müşteri hizmetleri temsilcisi Adrian’ı telefonla aradı.

"I'm sorry," she said, "but there's no one at that store named Ursula. Can you describe her? I'll find out who she is. I assure you, we do not tolerate rude behavior, nor do we tolerate lying to customers."
 “Özür dilerim fakat o mağazada Ursula adında kimse yok. Onu tarif edebilir misiniz? Kim olduğunu bulacağım. İnanın, ne kaba davranışa ne de müşterilere yalan söylemeye/konuşmaya taviz gösteriyoruz.” Dedi.

By this time, Adrian had calmed down. He didn't really want the employee to lose her job. He told the representative to forget about it.
O vakte/ana kadar Adrian’ın öfkesi/kızgınlığı geçmişti. Personelin işini kaybetmesini öyle çok istemiyordu. Müşteri hizmetleri temsilcisine meseleyi kapatmasını/unutmasını/boş vermesini söyledi.

11 Mart 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 88

                                                 English Expressions & Phrases


the ins and outs of something

= full details; all about of thing
    the details or fine points of something
    special knowledge or experience of something
    the correct and successful way to do something

= bir şeyin bütün ayrıntıları/detayları
    girdisi çıktısı
    bir şeyin incelikleri/püf noktaları
    ıcığı cıcığı
    bir şeyin ABC'si
    bir yerin her tarafı, kıyısı köşesi



* He joined his father at work to learn more about the ins and outs of the family business.
  (Aile şirketlerinin girdisini çıktısını öğrenmek için işte babasına eşlik etti/babasıyla birlikte işe gitti.)

* I don't really know all the ins and outs of the matter.
  (Konuyu/meseleyi bütün yönleriyle/ayrıntılarıyla/öyle çok iyi bilmiyorum.)

* I know how to use computers, but I don't really understand the ins and outs of how they work.
  (Bilgisayar kullanmayı biliyorum/bilgisayar kullanmaktan anlıyorum ama bilgisayarların nasıl çalıştığını ayrıntılı bir şekilde/çok iyi bilmiyorum/bilmem.)

* Tom had to learn the ins and outs of the new computer program.
  (Tom yeni bilgisayar programının bütün detaylarını/programını bütün ayrıntılarıyla öğrenmek zorundaydı/zorunda kaldı.)

* After a few months, you will know all the ins and outs of the system thoroughly.
  (Bir kaç ay sonra, sistemi bütün detaylarıyla/en ince ayrıntısıyla mükemmel bir şekilde/baştan aşağı bileceksin/öğrenmiş olacaksın.)

* The seminar was run by Diane Stewart, who kept things lively and interesting with her years of experience in instructing teachers on the ins and outs of the IELTS exam.
  (Uzun yıllardır öğretmenlere IELTS sınavının incelikleri hakkında eğitim veren Diane Stewart, son derece dinamik ve ilginç bir sunum yürüterek öğretmenlerin ilgisini gün boyunca canlı tutmayı başardı.)

* I don't understand the ins and outs of politics.
  (Politikadan öyle detaylı/ayrıntılı/çok fazla anlamam.)

* Jane knows the ins and outs of repairing computers.
  (Jane bilgisayar tamirinin inceliklerini/püf noktalarını biliyor/inceliklerinden/püf noktalarından anlıyor.)

* It takes a newcomer some time to learn the ins and outs of the legislative process.
  (Yeni gelen bir kimsenin yasama sürecini bütün detaylarıyla/ayrıntılı bir şekilde öğrenmesi biraz zaman alıyor/istiyor/gerektiriyor.)

* David really knows the ins and outs of how this engine works.
  (David gerçekten de bu makinenin/cihazın nasıl çalıştığını/işlediğini bütün ayrıntılarıyla/detaylı bir şekilde biliyor.)

* I couldn't remember all the ins and outs from the movie, so I just gave a summary.
  (Filmin bütün ayrıntılarını hatırlayamadığım için ben de filmi özet geçtim/özetleyerek anlattım.)

* Experts can advise on the ins and outs of dieting.
  (Rejim yapmanın incelikleriyle/püf noktalarıyla/detaylarıyla ilgili olarak uzmanlara danışabilirsiniz/danışılabilir/uzmanlardan bilgi alabilirsiniz/alınabilir.)

* It seems that Yoko and Sato are having problems, though I don't really understand the ins and outs of their relationship.
  (Görünen o ki/anladığım kadarıyla Yoko ve Sata'nın arası iyi değil, gerçi ilişkilerini bütün detayıyla bilmiyorum/ilişkilerinin boyutunu da çok iyi biliyor değilim.)

* You need to know the ins and outs of the music industry if you want to make a living in music.
  (Eğer müzikten geçimini sağlamak istiyorsan/sağlamayı düşünüyorsan, müzik piyasasını bütün ayrıntılarıyla/çok iyi bilmen gerekiyor.)

* We had to discuss all the ins and outs of the problem.
  (Sorunu bütün yönleriyle/detaylı bir şekilde tartışmak zorundaydık.)

* The detectives discovered the ins and outs of the hideouts.
  (Dedektifler -faillerin/şüphelilerin-saklandıkları yerleri bütün yönleriyle/ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkardılar/tespit ettiler/belirlediler.)

* You must have learnt from the map the ins and outs of that road leading to your destination.
  (Demek ki/anlaşılan varış yerinize giden yolun tüm ayrıntılarını haritadan öğrenmişsin.)

* He knows the ins and outs of the stock market and so is able to make steady money.
  (Borsanın bütün detaylarını/inceliklerini/püf noktalarını bildiği için borsadan devamlı/sabit para kazanabiliyor/öyle arada sırada değil, muntazaman para kazanabiliyor.)

* He can fix your television, because he understands the ins and outs of TV repair better than anyone I know.
  (Televizyonunu o tamir edebilir/yapabilir, çünkü TV tamirinin inceliklerinden tanıdığım herkesten daha iyi anlıyor/tanıdıklarım/bildiklerim içinde TV tamirini detaylı/inciği boncuğuna kadar en iyi bilen o.)

* It took Alan a year to learn all the ins and outs of his job.
  (Alan'ın işini tamamıyla öğrenmesi bir yılını aldı.)

* Let me tell you the ins and outs of our school.
  (Okulumuzla ilgili size detayları anlatayım/detaylı bir bilgi vereyim.)

* I know he was involved in a car accident, but I don't know the ins and outs of his injuries.
  (Bir araba kazasına karıştığını biliyorum/dan haberim var ama onun ve arabasının tam olarak ne durumda olduğunu bilmiyorum/dan bir haberim yok.)


9 Mart 2015 Pazartesi

İngilizce Ders 42

Stories For ESL Reading & Listening

Dersimizin metnine ve listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.



DERSİN ÇÖZÜMÜ



When I Retire, We Will See the World
(Emekli Olduğumda/Olunca Dünyayı Gezeceğiz/Hayatı Yaşayacağız.)

It was 10 p.m. Fritz said good night to his wife. She was watching TV. He went to bed.
Saat gece 10’du. Fritz hanımına/karısına iyi geceler dedi. Hanımı TV izliyordu. Fritz yatmaya gitti.

Tomorrow was a big day. It was his last day of work.
Yarın büyük/önemli bir gündü. Bu onun son iş günüydü.  

Thirty years with the federal government. Thirty years of flying out of town for weeks on end. Thirty years of interviews, meetings, and heavy briefcases.
Memuriyetle/devlet memurluğuyla geçen otuz yıl… Haftalarca süren şehir dışı seyahatlerle geçen 30 yıl… Görüşmeler, toplantılar ve ağır/yüklü/evrak ve dosyalarla dolu çantalarla geçen otuz yıl…

Tomorrow it would all be over. Not that he didn't like it. He had enjoyed his career.
Yarın tüm bunlar -işi ve işinin gerektirdikleri- sona erecekti/bitecekti. Tüm bu şeyleri sevmiyor da değildi. İşini seviyordu/severek yapmıştı.

Fritz felt blessed. His father had had a tough life as an unskilled laborer.
Fritz kendini şanslı hissetti. Vasıfsız bir işçi olarak babası zor bir hayat sürmüştü.

Whenever Fritz was a bit discouraged or upset, he thought about his overworked and underpaid father.
Ne zaman Fritz biraz yılgın ve keyifsiz olsa, çok çalışmış ve hak ettiğinden daha az ücret almış olan babası aklına gelirdi/babasını düşünürdü.

He thanked God for his own goodlife, and for the fact that he had been able to make his dad's last years comfortable.
Sahip olduğu güzel hayatı ve babasını son yıllarında rahat ettirebildiği gerçeği için Tanrı’ya teşekkür etti/şükretti.

His two children were married and had their own careers.
İki çocuğu evliydi ve kendi işleri/ayrı iş hayatları vardı/kendi paralarını kazanıyorlardı.

His wife Paige kept busy with, among other things, her bridge club.
Karısı Paige diğer başka şeylerin yanı sıra briç/oyun klübü ile meşgul oluyordu.

She had tried to get him interested in bridge, but without success.
Paige, Fritz’in briçe ilgi duyması için uğraştı ama nafile/başaramadı.

Fritz was content with his own Friday night poker group.
Cuma geceki kendi poker grubu Fritz’e yetiyordu.

Friday morning, he went to work for the very last time.
Cuma sabahı işe son kez gidiyordu.

Those who knew him well would miss him.
Onu tanıyanlar/tanıdıkları özleyecekti onu.

Fritz was a genuinely nice guy. He never had a bad word to say about anyone.
Fritz gerçekten de efendi/iyi bir insandı. Hiç kimseye tek bir kötü söz söylememişti.

Some people might have thought he was a little dull, but he was intelligent, a hard worker, and a team player.
Bazıları onun sıkıcı/soğuk biri olduğunu düşünüyor olabilirdi ama o zeki, çalışkan ve ekiple uyumlu biriydi.

He had taken only three weeks of sick leave in 30 years.
Otuz senede sadece üç hafta hastalık izni kullanmıştı.

A small group took him out to lunch.
Küçük bir grup onu öğle yemeğine çıkardı/götürdü.

When he returned from lunch, the whole office gathered around for cake, ice cream, a farewell card, and a few short speeches.
Öğle yemeğinden döndüğünde tüm ofis pasta, dondurma, veda kartı ve kısa bir konuşma için/nedeniyle etrafında toplandı.

They presented him with various going-away gifts, including a big, paperback US atlas.
Büyük bir karton kapak ABD harita kitabı dahil çeşitli veda hediyeleri verdiler.

It listed all the motels, campgrounds, national parks, tourist spots, and other information to help guide a leisurely traveler throughout the good old USA.
Kitapta aylak gezginlere rehber olması için baştan başa güzelim ABD’ki bütün oteller, kamp yerleri, milli parklar, turistik yerler ve diğer bilgiler listelenmişti/yazılıydı.

He had told his friends that he and Paige were going to spend a couple of years visiting all the places that he never had gotten to explore while there on business.
Arkadaşlarına bir iki yılı iş nedeniyle bulunurken keşfedemediği/gezemediği bütün yerleri hanımıyla birlikte gezmeye harcayacaklarını/ayıracaklarını anlatmıştı/söylemişti.

As a final gift, his supervisor told him to take the rest of the day off.
En son hediye olarak da müdürü Fritz’e günün geri kalanında izin verdi.

Paige's car wasn't in the driveway when he got home.
Fritz eve geldiğinde Paige’in arabası evin önünde değildi.

She was probably shopping for some traveling clothes.
Paige muhtemelen bir kaç gezi/seyahat kıyafeti almak için alışverişe gitmişti.

Maybe she was out arranging a dinner at a restaurant that evening for just the two of them. That would be nice.
Belki de bu akşam bir restoranda baş başa bir akşam yemeği ayarlamak/tertip etmek için dışarı çıkmıştı/dışarıdaydı. Bu çok hoş olurdu.

But something was wrong.
Ama bir gariplik/terslik vardı.

When he hung up his jacket, he saw that the bedroom closet was half empty.
Montunu astığı sırada/asarken yatak odası dolabının yarı yarıya/yarısının boş olduğunu gördü.

Paige's clothes were gone.
Paige’in elbiseleri görünmüyordu/yerinde yoktu/değillerdi.

Her shoes were not on the closet floor.
Yüklük odasının zemininde ayakkabıları yoktu.

Confused, he looked around the bedroom.
Afallamış/şaşkına dönmüş bir halde yatak odasını kolaçan etti.

He saw an envelope on the lampstand. Inside it were two pieces of paper.
Lambalığın üzerinde bir zarf gördü. Zarfın içinde iki yaprak/sayfa kağıt vardı.

One notified him of a divorce proceeding.
Bir tanesi boşanma işlemini/talebini bildiren bir kağıttı.

The other was a hand-written note from Paige. "I'm so sorry," it began.
Diğeri Paige’in elle yazmış olduğu bir nottu. “Üzgünüm” diye başlıyordu.

She said that her lawyer had told her to wait until today.
Avukatının ona bugüne kadar beklemesini söylediğinden bahsediyordu.

If she had sought divorce a year earlier, like her boyfriend had suggested, she would not have been able to qualify for 50 percent of Fritz's pension.
Şayet erkek arkadaşının önerdiği gibi bir sene önce boşanma talebinde bulunsaydı, Fritz’in emekli maaşının yüzde ellisine hak elde edemeyecekti.

She hoped that he would find it in his heart to forgive her.
Kalbinde kendisini affetmenin bir yolunu bulacağını umuyordu/ “Umarım beni bir şekilde affedersin” yazıyordu.

She felt terrible about this, she wrote, because "you've been so good to me. But I can't ignore my own heart."
Bunun için kendini çok berbat hissettiğini çünkü ona karşı hep iyi davrandığını fakat kendisinin de kalbinin sesini duymamazlıktan gelemediğini yazıyordu.

Fritz sat immobile on the edge of the bed.
Yatağın ucunda put gibi/kımıldamadan oturdu.

Her note was in his hand; her words were burning in his brain.
Yazdığı not elindeydi, her kelimesi beyninde kor gibi yanıyordu.

Maybe an hour later, the phone rang.
Bir saat kadar sonra telefonu çaldı.

He picked it up on the fifth ring.
Beşinci çaldırışta telefonu açtı/telefona baktı.

It was Bob, wondering if Fritz was going to play poker later that night.
Arayan Bob'tu, bu gece poker oynamaya gidip gitmeyeceğini soruyordu.

İngilizce Ders 41

Stories For ESL Reading & Listening

Dersimizin metnine ve listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ


Get Me a Caffe Latte or Go to Jail
(Bana Bir Kafe Latte Al/Getir, Yoksa Hapsi Boylarsın)

On Friday afternoon a judge sentenced lawyer Mickey Mantle to 24 hours in jail for contempt.
Cuma (günü) öğleden sonra/akşamüstü bir yargıç/hakim, avukat Mickey Mantle’ı mahkemeye karşı gelmekten/itaatsizlikten 24 saat/1 gün hapis cezasına çarptırdı.

Mantle had just won a lawsuit against a man who had struck Mantle's client.
Mantle müvekkilini döven/darp eden adama karşı davayı  daha yeni/az evvel kazanmıştı.

The client had accidentally spilled a diet soda onto the defendant's new sneakers, so he broke the client's jaw.
Müvekkili sanığın yeni spor ayakkabılarına yanlışlıkla diet soda dökmüş, o da bunun üzerine müvekkilinin çenesini kırmıştı.

The judge sentenced the defendant to two years in jail for assault and battery.
Hakim, sanığı saldırı ve yaralama suçundan iki yıl hapse çarptırdı.

But after handcuffing the defendant, the sheriff's deputy also handcuffed Mantle.
Gel gör ki sanığı kelepçeledikten sonra, şerif yardımcısı Mantle’ı da kelepçeledi.

"What the heck do you think you're doing?" Mantle shouted.
Mantle “Ne yaptığını sanıyorsun sen?/Ne demek oluyor bu şimdi? diye bağırdı.

“Sorry. Judge's orders," replied the deputy, as he escorted Mantle and the defendant out of the courtroom.
Şerif yardımcısı, Mantle’ı ve sanığı duruşma salonundan çıkarırken“üzgünüm, hakimin talimatları/emri böyle” diye karşılık verdi/dedi.

"She said to throw you in jail overnight for contempt of court."
Hakim, mahkemeye karşı gelmekten bir geceliğine hapse atılmanı söyledi.

Because the judge had already left the courtroom, Mantle had no one to protest to.
Hakim çoktan duruşma salonundan ayrıldığı için Mantle’ın itirazda bulunacağı bir kimse yoktu.

Mantle and the convicted man were put in the back of the same van and driven five miles to the city jail.
Mantle ve hükümlü adam aynı panelvanın arka koltuğuna bindirildiler ve beş mil uzaklıktaki şehir hapishanesine götürüldüler.

When they were taken out of the van, Mantle had a black eye and a bloody nose.
Arabadan indirildiklerinde Mantle’ın gözü morarmış ve burnu kanıyordu.

He told the deputy that the defendant had head-butted him.
Mantle, şerif yardımcısına sanığın kendisine kafa attığını söyledi.

The defendant called Mantle a liar.
Sanık Mantle’a “yalancı!” dedi/diye bağırdı.

He told the deputy that Mantle had gone flying when the van made a sharp turn and banged his face on the defendant's knee.
Sanık, şerif yardımcısına panelvan keskin bir dönüş yaparken Mantle’ın ayaklarının yerden kesildiğini ve yüzünü onun dizine çarptığını söyledi.

The deputy took Mantle to the jail emergency room.
Şerif yardımcısı Mantle’ı hapishanenin acil servisine götürdü.

Mantle couldn't believe what was going on.
Mantle neler olduğuna/olup bitene/yaşanılanlara inanamıyordu/olup biteni aklı almıyordu.

He was a respected lawyer about to spend the night in jail with violent criminals, some of whom he'd helped to convict.
O, bir kısmının mahkum olmasına kendisinin yardımcı olduğu/katkısının olduğu azılı suçlularla birlikte geceyi hapishanede geçirecek/geçirmek üzere olan saygın bir avukattı.

He'd be lucky to get out alive.
Buradan sağ kurtulması şanslı olduğunu gösterirdi/Buradan canlı çıkması demek şanslı olması demekti.

And all because of a stupid cup of coffee.
Ve tüm bunlara sebep kahrolası/boktan/beş para etmez bir fincan kahveydi.

Mantle was in jail because he had displeased Judge Brown.
Mantle, hakim Brown’ı kızdırdığı için hapisteydi.

Brown had asked Mantle to bring her a caffe latte from Moonbucks on Mantle's way back from lunch.
Brown, Mantle’dan öğle yemeği dönüşünde kendisine Moonbucks’tan caffe latte almasını istemişti.

Mantle had had previous run-ins with Brown.
Mantle, Brown ile önceden ağız dalaşı/atışma yaşamışlardı.

He didn't like Brown, and refused to be her errand boy.
Brown’ı sevmediği/Brown'dan haz etmediği için onun ayakçısı olmayı kabul etmedi/reddetti.

When Mantle returned from lunch, she asked him where her coffee was.
Mantle öğle yemeğinden döndüğünde Brown ona “kahvem nerede?” diye sordu.

Mantle said, "They ran out. They said to come back tomorrow."
Mantle, kahveleri bitmiş/kalmamış, yarın gelmemi söylediler dedi.

8 Mart 2015 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 87

                                               English Expressions & Phrases



get/have/give/take a rain check

= change the plan to another time in the future
    make the proposed appointment some other time
    not tonight/today, perhaps another time
    I can't make it this time but I would like to if there is another time.
    let's do it another time
    a polite way of saying "no" to an invitation


= bir daveti/teklifi şimdi olmaz ama başka zaman olabilir diyerek reddetmek/kabul etmemek
    bir hakkı/daveti/planı/programı vb daha sonraya/başka bir zamana ertelemek/bırakmak/tehir etmek




* I can't come to dinner Tuesday but hope you'll give me a rain check.
  (Salı günü/günkü yemeğe gelemiyorum, ama alacağım olsun/daha sonra isterim bak!)
  (Salı günü yemeğe gelemiyorum ama umarım daha sonraya erteleyebilirsin/başka zamana bırakabilirsin/daha sonra yaparız/gideriz olur mu?)

* A: We would love to come to your house, but we are busy next Saturday. Could we take a rain check on your kind invitation?
  (Evinize gelmeyi/size misafirliğe gelmeyi çok istiyoruz ama bu/önümüzdeki Cumartesi doluyuz/programımız var. Bu nazik davetinizi başka zamana erteleyebilir miyiz/bu nazik davetinize başka bir zaman icabet etsek olur mu?)
  B: Oh, yes. You have a rain check that's good anytime you can come by and visit.
  (Tabi olur. Hakkınız saklı, ne zaman isterseniz gelip misafirimiz olabilirsiniz.)

* A: Sorry, but I'm going to have to give you a rain check. Is that okay?
  (Kusura bakma ama ben bu sefer gelmeyeyim, başka zaman gelirim. Sana uyar mı/sorun olur mu?)
  B: Sure, I'll take the rain check.
  (Tamam, başka zaman/daha sonra gelirsin/gideriz/yaparız.)

* Susan, I'm terribly sorry. I think I have to give you a rain check. I have to work overtime tonight to finish the directors' report.
  (Susan, çok çok üzgünüm. Programımızı galiba başka bir sefere ertelememiz gerekecek. Yönetim kurulu raporunu bitirmek için bu akşam fazla mesai yapmam gerekiyor.) 

* I'll take a rain check on that drink tonight, if that's all right.
  (Bu akşam içmeye/bara gelemiyorum ben/bu akşamki bar planımız/programımız için izninizi/müsaadenizi isteyeceğim, eğer sakıncası/bir mahzuru yoksa/kızmazsanız/sorun etmezseniz/bir şey demezseniz.)

* I won't play tennis this afternoon but can I get a rain check?
  (Öğleden sonra tenis oynayamayacağım/tenis oynamaya gelemeyeceğim, daha sonra yapsak/oynasak/başka zamana bıraksak/ertelesek olur mu?)

* I can't go with you to the museum this Saturday, but can I take a rain check and go some other day?
  (Bu Cumartesi seninle müzeye gelemiyorum, ama alacağım olsun/daha sonraya erteleyelim/bırakalım, başka bir gün gidelim olur mu?)

* Since you can't join us for dinner, we'll give you a rain check.
  (Sen yemeğe gelemiyorsun diye, yemeği daha sonraya/başka bir zamana erteledik.)

* Mind if I take a rain check on that drink? I have to work late tonight.
  (İçmeye/bara daha sonra gitsek olur mu/nasıl olur? Bu akşam geç vakte/vakitlere kadar çalışmam gerekiyor.)
  (Bara/içmeye gelmeyeyim ben, alacağım olsun/başka sefere söz, olur mu? Bu akşam geç vakte kadar çalışmam gerekiyor.)

* Can I take a rain check on that?
  (Daha sonraya bırakalım/bıraksak olur mu?)
  (Alacağım olsun.)

* If you don't mind, I'll take a rain check on the drinks tonight. Can we make next week?
  (Kusura bakmazsan/sakıncası yoksa/izin verirsen bu akşam içmeye gelemeyeceğim. Gelecek hafta gidelim mi/yapalım mı?)

* I appreciate the invitation but I'll have to take a rain check. I'll join you next time.
  (Davetin için teşekkürler ama ben gelemeyeceğim/gelemiyorum. Bir daha ki sefere gelirim artık.)

* They threw a party last night but I took a rain check as I wasn't feeling very well.
  (Dün gece parti verdiler ama kendimi iyi hissetmediğim/hasta olduğum için -başka sefere gelirim diyerek- ben katılmadım/gitmedim.)

* I know you want me to go tonight but would you mind if I took a rain check?
  (Biliyorum bu akşam bir yerlere gidelim istiyorsun ama kusura bakmazsan/rica etsem başka bir zaman gitsek olur mu?)

* I'm really sorry but could I take a rain check on your invitation?
  (Gerçekten/çok üzgünüm ama başka zaman gelirim inşallah.) 

* A: Would you like to have a drink with me after work?
  (İşten sonra/iş çıkışı bir şeyler içmeye gidelim mi?)
  B: I’d love to, but I have other plans. I’ll take a rain check though.
  (Çok isterdim/ne iyi/güzel olurdu ama başka planlarım/bir programım var. Ama bu sayılmaz, alacağım olsun.)

* A: Do you want to go bowling with me and my friends on Friday night?
  (Cuma gecesi arkadaşlarla beraber bovlinge gidiyoruz, gelmek ister misin/gelir miydin/sen de gelsene)
  B: That sounds fun, but I have to work Friday night. How about a rain check?
  (Güzel/iyi olurdu valla ama Cuma gecesi çalışmam gerekiyor. Bir daha ki sefere gelirim, olur mu?)

* A: How about coming over to my house for dinner tonight?
  (Bu akşam bizim eve yemeğe gelsene./gelmeye ne dersin?)
  B: That would be wonderful, but I’m going to a movie with my friend. Can I have a rain check?
  (Harika/çok güzel olurdu ama arkadaşımla sinemaya gideceğim. Başka zaman gelirim olur mu?)
  A: Sure, no problem.
  (Tabi, nasıl istersen.)

* A: I'm going to the cinema tonight, do you fancy joining me?
  (Bu akşam sinemaya gideceğim/gidiyorum, gelmek ister misin/sen de gelsene)
  B: Sorry, I'll have to take a rain check, I already have plans.
  (Kusura bakma/üzgünüm, gelemem/alacağım olsun/bir dahaki sefere, plan yapmıştım/başka bir programım var.)

* We had to take a rain check on the trip to the beach because we'd already planned to go shopping, but we'll definitely go tomorrow.
  (Alışverişe çıkmayı/gitmeyi planladığımız/konuştuğumuz için plaj/sahil gezisini/programını erteledik/tehir ettik, ama yarın mutlaka gideceğiz.)

* A: We are all going to the cinema this evening. Would you like to join us?
  (Bu akşam hepimiz/hep beraber sinemaya gideceğiz/gidiyoruz. Sen de gelmek ister misin/sen de bizimle gelsene.)
  B: I'll have to take a rain check I'm afraid. I've got too much homework. Let me know next time you go.
  (Maalesef -bu sefer- gelemem -başka sefere inşallah-. Yapmam gereken bir sürü ödevim var. Başka sefer gittiğinizde/gideceğiniz zaman haberim olsun/bana haber verin/bana da söyleyin.)

* A: I'm beat! Let's call it a day.
  (Pilim bitti/yorgunluktan ölüyorum/pestilim çıktı/çok yorgunum/yoruldum! Bugünlük bu kadar yeter/paydos edelim.)
  B: OK. How about going for a drink?
  (Tamam/olur. Bir şeyler içmeye ne dersin/gidelim mi?)
  A: I'll take a rain check on that drink. I just feel like going home and hitting the hay.
  (bugün olmaz, başka bir zaman gidelim. Sadece eve gidip yatmak istiyorum/tek istediğim eve gidip yatmak.)

* A: Care for a drink?
  (Bir içecek/içki ister misin/alır mıydın/bir şeyler içelim mi?)
  B: I'll take a rain check, thanks.
  (Alacağım olsun, teşekkürler/başka bir sefere, teşekkürler.)

* A: Do you want to go to a movie tonight?
  (Bu akşam sinemaya gidelim mi?)
  B: No, I'm sick. Can I take a rain check?
  (Olmaz hastayım. Daha sonra gitsek olur mu?)
  A: Sure, let's go next week.
  (Tabi/olur, haftaya/öbür hafta gidelim/gideriz.)

* A: I have to cancel our plans for lunch today. Can I take a rain check?
  (Bugünkü öğle yemeği planımızı/programımızı iptal etmek zorundayım. Sonraya bıraksak olur mu?)
  B: Sure. How about tomorrow?
  (Olur. Yarına ne dersin/yarın olur mu?)

* A: Would you like to go out for dinner tonight?
  (Bu akşam yemeğe çıkmak ister misin/çıkalım mı?)
  B: Sorry, I can't make it tonight. Can I take a rain check?
  (Üzgünüm/kusura bakma, bu akşam olmaz/çıkamam. Daha sonra/başka zaman gitsek olur mu?)

* A: Are we still on for lunch tomorrow?
  (Yarın öğlen yemeğinde buluşuyoruz/beraberiz değil mi?)
  B: Actually, I have to cancel. Can I take a rain check?
  (Aslına bakarsan/doğrusu, iptal etmek zorundayım. Bunu erteleyebilir miyiz/erteleyelim mi?)

* A: Wanna go to the baseball game tonight with me?
  (Bu akşamki beysbol maçına benimle gitmek ister misin/beraber gidelim mi?)
  B: I thought you went yesterday.
  (Dün gittin sanıyordum/diye biliyordum.)
  A: It rained—they gave me a rain check.
  (Yağmur yağdı/hava yağmurluydu, biletimi ertelediler/erteleme bileti verdiler.)
  B: Oh! Can I get a rain check, too? I have to work late.
  (Öyle mi? Ben de hakkımı sonraya saklasam olur mu/ben gelmesem olur mu/nasıl olur? geç saate kadar çalışmam gerekiyor.)

* A: Let’s go to the bar. Drinks are on me.
  (Hadi bara gidelim./bara gidelim mi? İçkiler benden/ben ısmarlıyorum.)
  B: No, thanks. Please give me a rain check.
  (Teşekkürler, kalsın/ben gelmeyeyim/gelemem. Alacağım olsun/beni bu sefer mazur gör/başka bir zaman/daha sonra gideriz.)