14 Nisan 2015 Salı

Videolarla Pratik İngilizce-7

The Shawshank Redemption -2




A: Are you gonna eat that?
B: I hadn't planned on it.
A: Do you mind?
   ooh, That's nice and ripe.
   Jake says thank you.
   Fell out of his nest over by the plate shop.
   I'm looking after him till he's big enough to fly.

------ ----------

A: Are you gonna eat that?
  (Onu yiyecek misin?)
B: I hadn't planned on it.
  (Onu yemeği/yiyeceğimi düşünmemiştim/beklemiyordum.)
A: Do you mind?
  (Alabilir miyim?)
   ooh, That's nice and ripe.
  (Baya bir olgunmuş/erişkinmiş.)
   Jake says thank you.
  (Jake sana teşekkür ediyor.)
  (Jake sana teşekkür ettiğini söyledi.)
   Fell out of his nest over by the plate shop.
   (Sac atölyesindeki yuvasından yere düştü/düşmüştü.)
   I'm looking after him till he's big enough to fly.
  (Uçabilecek kadar büyüyünceye/gelişinceye/oluncaya dek ona bakıyorum/onunla ilgileniyorum.)

------ --------
* to plan on something
= to anticipate or expect something
  to prepare for something; to be ready for something; 
= beklemek, ummak, diye düşünmek
  diye tahmin etmek, diye aklından geçmek, sanmak
  hazırlık yapmak
- They hadn't planned on such a big crowd.
  (Bu kadar büyük bir kalabalık beklemiyorlardı/kalabalığın olacağını düşünmemişlerdi/tahmin etmemişlerdi.)
- If I were you, I would plan on a big crowd at your open house. 
  (Senin yerinde olsam, açık hava davetine çok fazla katılım olacak beklentisiyle/tahminiyle bakardım/hazırlanırdım.)
- This was not planned on.
  (Bu, beklenen bir şey değildi/bunun olması beklenmiyordu.)
- We planned on 50 people coming to our party, so we bought a lot of food. 
  (Partimize/davetimize 50 kişi gelir diye düşünmüştük/beklemiştik/tahmin etmiştik, bu yüzden çok fazla/bol yiyecek aldık.)
- I didn't plan on being stuck in traffic for two hours.
  (İki saat trafikte mahsur kalacağımı düşünmemiştim/tahmin etmemiştim/kalacağım aklımdan geçmemişti.)
- We planned on you to make a speech.
  (Konuşma yaparsın diye düşünmüştük/tahmin etmiştik/konuşma yaparsın sanmıştık.)
- I hadn't planned on the bad weather.
  (Havanın kötü olacağını tahmin etmemiştim.)
- They didn't plan on such a long wait at the restaurant.
  (Restoranda bu kadar çok bekleyeceklerini düşünmemişlerdi/tahmin etmemişlerdi.)
- I didn't plan on Truman winning the election.
  (Truman'ın seçimi kazanacağını ummazdım/beklemezdim/düşünmemiştim/tahmin etmemiştim.)

* nice and
= used as an intensive
  satisfactorily in terms of the quality described
  (degree) pleasingly, adequately, nicely 
  good and
- note: In conversation, nice is often used with other adjectives. 
  For example, you can say that a room is nice and warm or describe it as a nice, warm room. 
  When you use nice like this, you are saying that the room is nice because it is warm.
- note: Nice and with another adjective cannot be used before a noun. 
(a nice and quiet place) is wrong. (a nice quiet place)
= (Anlamı pekiştirici/arttırıcı/kuvvetlendirici bir kullanımı vardır.)
  memnun/tatmin edici/eder bir şekilde
  yeterince, yeterli şekilde, layıkıyla, layığı veçhile
  son derece, fevkalade, olağanüstü
  tamamıyla, bütünüyle, tam olarak
- This orange is nice and juicy.
  (Bu portakal baya/amma da suluymuş.)
- Afterwards my sister took the younguns/youngsters home, where they got off to bed nice and early.
  (Daha sonra kız kardeşim çocukları eve götürdü, çocuklar evde hemencecik/çabucak uykuya daldılar.)
- It's nice and cool.
  (Hava çok serin/epey bir serin/çok serin bir hava var.)
- It was nice and warm yesterday.
  (Dün hava çok sıcaktı/çok sıcak bir hava vardı.)
- The room is nice and clean.
  (Oda tertemiz/pırıl pırıl.)
- It's nice and warm in here.
  (Hava sımsıcak/ne güzel sıcacık hava var burada.)
- This room is nice and cosy in the winter.
  (Kışın bu oda sıcacık/çok sıcak oluyor.)
- This chair's nice and comfy.
  (Bu koltuk/sandalye çok rahattır/konforludur.)
- I like my tea nice and strong.
  (Çayı ben çok demli/koyu severim/çayımı ben baya bir demli alırım/severim.)
- It’s nice and quiet in here.
  (Burası baya bir sakin/sessizmiş/ne kadar da sakin/sessiz burası.)
- Everyone arrived nice and early.
  (Herkes baya bir erken vardı/ulaştı.)
- The pie came out of the oven nice and hot.
  (Turta/çörek fırından çok sıcak çıktı.)
- I'll get around to that when I'm nice and ready for it.
  (Tam olarak hazır olduğumda/kendimi tam anlamıyla hazır hissettiğimde buna/bu konuya zaman ayıracağım/eğileceğim.)
- Pour the warm water from the teapot into the cup you're going to use so that the cup gets nice and warm too.
  (Fincanın da çok sıcak olması için kullanacağınız fincana çaydanlıktan sıcak su dökün.)
  (Kullanacağınız fincana çaydanlıktan sıcak su dökün, böylece fincan da sıcacık olur/olmuş olur.)
- Just read this little letter, do, Miss, do- it won't take you much time, you read so nice and fast.
  (Sadece/tek bu kısa mektubu okuyun, okuyun bayan okuyun; çok zamanınızı/vaktinizi almaz, hemencecik/çabucak okursunuz.)

* to look after
= to take care of 
  to keep an/one's eye on
= bakmak, ilgilenmek, kollamak, sahip çıkmak, göz kulak olmak
- She looked after the child while I was out.
  (Ben dışarıdayken çocukla ilgilendi/çocuğa baktı.)
- We look after the neighbours' cat while they're away.
  (Onlar yokken komşularımızın kedisine bakıyoruz/kedisi ile ilgileniyoruz.)
- My uncle has been looking after us since my father passed away. 
  (Babam vefat ettiğinden beri/bu yana bizimle amcam ilgileniyor.)
- I need someone dependable to look after the children while I'm at work.
  (Ben işteyken çocuklara bakacak/çocuklarla ilgilenecek güvenilir birine ihtiyacım var/birini arıyorum.)
- Their auntie looked after them while their mother was in hospital.
  (Anneleri hastanedeyken onlarla teyzeleri ilgilendi/onlara teyzeleri baktı.)

* till
= short for "until"
  up to (a particular time)
= ..e kadar
- They kept playing till it got dark.
  (Hava kararana/kararıncaya kadar oynamaya devam ettiler/oynamayı sürdürdüler/bırakmadılar.)
- We don't open till ten.
  (Saat ona kadar kapalıyız.)
- We waited till half past six for you.
  (Seni saat altı buçuğa kadar bekledik.)
- Fry the onions till they start to colour.
  (Rengi kızarana kadar soğanları yağda kızartın.)
- I'll keep you company till the train comes.
  (Tren gelene kadar sana arkadaşlık/eşlik edeceğim/ederim.)
  (Tren gelene kadar yanında kalacağım/kalırım/seni yalnız bırakmayacağım/bırakmam.)
- Keep him off school till he stops being contagious.
  (Bulaşıcı hastalığı geçene/sona erene kadar onu okuldan uzak tutun/okula almayın.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder