12 Nisan 2015 Pazar

Videolarla Pratik İngilizce-6

The Shawshank Redemption -1




A: Sit!
   We see by your file you've served twenty years of a life sentence.
B: Yes, sir!
A: You feel you've been rehabilitated?
B: Oh yes, sir, absolutely, sir! I mean I've learned my lesson.
   I can honestly say that I'm a changed man.
   I'm no longer a danger to society.
   That's the God's honest truth.
(REJECTED)

------ -----
   
A: Sit!
  (Otur!)
   We see by your file you've served twenty years of a life sentence.
  (Dosyandan gördüğümüze/anladığımıza göre/gördüğümüz/anladığımız kadarıyla ömür boyu hapis cezanın yirmi senesini doldurmuşsun/geçirmişsin/geride bırakmışsın.)
  (Dosyanda ömür boyu hapis cezanın yirmi yılını doldurduğun yazıyor/yazılı.)
B: Yes, sir!
  (Evet/doğru efendim!
A: You feel you've been rehabilitated?
  (Islah olduğunu/düzeldiğini düşünüyor musun/ıslah olduğuna/düzeldiğine inanıyor musun?)
B: Oh yes, sir, absolutely, sir! I mean I learned my lesson.
  (Evet efendim, kesinlikle efendim. Yani ben dersimi aldım-akıllandım-.)
   I can honestly say that I'm a changed man.
  (Dürüstçe/dürüst olarak/tüm samimiyetimle diyebilirim ki ben değiştim/değiştiğimi dürüstçe söyleyebilirim.)
   I'm no longer a danger to society.
  (Artık topluma/insanlara bir tehlike oluşturmuyorum/teşkil etmiyorum/bir zararım olmaz/artık toplum için zararlı/tehlikeli değilim.)
   That's the God's honest truth.
  (Tanrı şahidimdir/Tanrı adına yemin ediyorum/ederim/yemin ederim ki doğru söylüyorum.)
(REJECTED)
(-şartlı tahliyesi- Red/Reddedildi.)

----- -----------

* I/we (can) see by something
= to understand through something
= ..den görmek/anlamak, ... vasıtasıyla görmek/anlamak
  ..den anlaşılmak/belli olmak
  ..den gördüğümüze/anladığımıza göre, ..den gördüğümüz anladığımız kadarıyla
- I see by your outfit that you are a cowboy.
  (Kıyafetinden/giysinden bir kovboy olduğunu görebiliyorum/anlıyorum.)
  (Kıyafetinden kovboy olduğun anlaşılıyor/belli oluyor.)
  (Kıyafetin ben kovboyum diyor/bize/bana kovboy olduğunu söylüyor.)
  (Kıyafetinden anladığıma göre/gördüğüm/anladığım kadarıyla kovboysun/kovboy olmalısın.)
- I can see by your photo that you are just like you say.
  (Anlattığın/dediğin gibi biri olduğunu fotoğrafından görebiliyorum/anlayabiliyorum.)
  (Anlattığın/dediğin gibi biri olduğun fotoğrafından anlaşılıyor.)
- I can see by your eyes it's time now to go.
  (Artık gitme/ayrılık zamanının geldiğini gözlerinden görebiliyorum/anlayabiliyorum.)
  (Artık gitme vaktinin geldiği gözlerinden anlaşılıyor/belli oluyor.)
  (Gözlerin bana artık gitme/ayrılık zamanının geldiğini söylüyor.)
- I can also see by your profile that you're still playing it.
  (Profilinden ayrıca o oyunu oynamayı sürdürdüğünü/oynamaya devam ettiğini görebiliyorum/anlıyorum.)
  (Profilinden onu oynamaya devam ettiğin anlaşılıyor/belli oluyor.)
- I can see by your eyes you're a good man.
  (İyi biri olduğun gözlerinden belli oluyor/anlaşılıyor.)
- I see by your letter to my father that you are rather afraid the French may invade England.
  (Babama yazdığın mektuptan Fransa'nın İngiltere'yi işgal etme ihtimalinden çok korktuğun/korkmuş olduğun anlaşılıyor/belli oluyor.)
- I can see by your stares you don't know who I am.
  (Bakışlarından/boş boş bakmandan beni tanımadığın/kim olduğumu bilmediğin anlaşılıyor/belli oluyor.)

* to serve
= to spend/pass time/period in office, in an apprenticeship, or in prison
  to be in prison for (a period or term)
= süresini tamamlamak
  hapis cezası çekmek, hapis yatmak
- He is serving a ten-year jail sentence.
  (On yıllık hapis cezasını tamamlıyor/yatıyor/çekiyor.)
- He's serving a life sentence for murder.
  (Cinayetten aldığı ömür boyu hapis cezasını çekiyor/yatıyor.)
- He served 10 years for armed robbery.
  (Silahlı soygundan on yıl hapis yattı.)
- Tom served five days in jail last year after pleading guilty to drunken driving.
  (Alkollü araç sürme suçunu kabul etmesinin ardından geçen yıl beş gün hapis yattı.)
- She served time in Holloway for assaulting a police officer.
  (Polis memuruna saldırıdan Hollaway'da hapis yattı.)

* to feel
= to believe, to think
= düşünmek, inanmak
- He feels he must resign.
  (İstifa etmesi gerektiğini düşünüyor/gerektiğine inanıyor.)
- I feel he's guilty.
  (Onun suçlu olduğuna inanıyorum/olduğunu düşünüyorum.)
- I feel that he's the best person for the job.
  (Onun iş için en uygun/doğru insan/kişi olduğuna inanıyorum/olduğunu düşünüyorum.)
- Say what you really feel.
  (Gerçekten inandığın şeyi/gerçek düşünceni söyle.)
- I feel that more should be done to help young people.
  (Gençlere yardımcı olmak için daha çok şeyin yapılması gerektiğine inanıyorum/gerektiğini düşünüyorum.)
- I don’t know how Mary feels about eating meat.
  (Mary'nin et yemek konusunda ne düşündüğünü bilmiyorum.)
- How do you feel about this proposal?
  (Bu teklif hakkında/teklifle ilgili ne düşünüyorsun?)
- Their votes reflect how they feel toward poor people.
  (Oyları fakir insanlar hakkında ne düşündüklerini/hakkındaki düşüncelerini yansıtıyor/gösteriyor/ortaya koyuyor.)
- He feels that they behaved badly.
  (Onların kötü davrandığını düşünüyor.)
- They felt (that) it would be foolish to continue.
  (Devam etmenin aptalca olacağını/akıllıca olmayacağını düşündüler.)

* to learn one's lesson
= to profit from experience, especially an unhappy one
  to make a mistake and learn something valuable from the error
  to learn something useful about life from an unpleasant experience
= dersini almak, hatasını anlayıp ondan ders çıkarmak
  akıllanmak
- From now on she'd read the instructions first; she'd learned her lesson.
  (Artık/bundan sonra/böyle ilk önce talimatları okur/okuyacaktır/talimatlara bakar/bakacaktır; dersini aldı.)
- I really learned my lesson when it came to driving too fast – I got too many tickets and almost lost my license.
  (İş süratli/çok hızlı araba kullanmaya/sürmeye gelince, ben dersimi aldım, çok ceza yedim ve az kalsın ehliyetim elden gidiyordu/ehliyetimi kaybediyordum.)
- She will either learn her lesson when the supervisor finds out what she's been doing, or she'll lose her job.
  (Yönetici/müdür onun ne yaptığını öğrenince/anlayınca ya dersini alacak/hatasını anlayacak ya da işini kaybedecek/işinden olacak.)
- A person who has learned a lesson in life is very unlikely to repeat the same mistake, but it sometimes happens.
  (Yaşamında hatalarından ders çıkaran bir kimsenin aynı hatayı bir daha yapması çok zayıf ihtimaldir, ama bazen olabilir/görülebilir.)
- After I almost drowned, I learned my lesson and started taking swimming classes.
  (Geçirdiğim/atlattığım boğulma tehlikesinden dersimi alıp yüzme kursuna gitmeye/yüzme dersleri almaya başladım.)
- I'm never going to mix my drinks again - I've learnt my lesson.
  (İçecekleri/içkileri bir daha asla birbirine katıp içmeyeceğim, ben dersimi aldım.)
- Perhaps this time around the Democrats will learn their lesson.
  (Belki bu sefer/defa Demokratlar derslerini alır/hatalarından ders çıkarırlar.)

* no longer
= not any more; not now as formerly
  in the past but not now
= artık, bundan böyle, bundan sonra
- I am no longer the person I used to be.
  (Ben artık eski ben değilim.)
- People no longer consider it strange for men to let their hair grow long.
  (İnsanlar artık erkeklerin saçlarını uzatmalarını tuhaf/garip karşılamıyorlar.)
  (Erkeklerin saçlarını uzatmaları artık toplumda tuhaf karşılanmıyor.)
- She no longer works here.
  (Artık burada çalışmıyor.)
- We are no longer partners.
  (Artık/bundan böyle ortak değiliz.)
- This building is no longer used.
  (Bu bina artık kullanılmıyor.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder