29 Nisan 2015 Çarşamba

İngilizce Deyimler ve İfadeler 92

                                             English Expressions & Phrases


come with

= be present or associated with an event or entity
    be served with and included in the price of something

= beraberinde/birlikte/yanında gelmek/sunulmak/verilmek
    fiyata/pakete/içeriğe dahil olmak



* It comes with soup or salad.
  (Yanında çorba ve salatası oluyor.)
  (Çorba ve salatayla beraber geliyor/servis ediliyor/sunuluyor.)

* What does the burger come with?
  (Hamburgerin yanında ne veriyorsunuz/geliyor?)

* French fries come with the hamburger.
  (Hamburgerin yanında patates kızarması da oluyor/geliyor/sunuluyor/veriliyor.)

* All the main courses come with salad and chips.
  (Bütün ana yemekler salata ve patates kızartması ile geliyor.)
  (Tüm ana yemeklerin yanında salata ve patates kızartması veriliyor.)

* Each pancake comes with a dollop of suspiciously soft butter in a tiny plastic cup.
  (Her gözlemenin yanında minik plastik kap içerisinde yumuşak/hafif(yağı azaltılmış) olduğu şüpheli/tartışılır bir topak/top tereyağı verilmektedir/sunulmaktadır/getirilmektedir/sunuluyor.)

* You don't need to order soup because your chicken comes with soup.
  (Tavuğunuza çorba da dahil olduğu/tavuğunuzun yanında çorba da geldiği için çorba sipariş etmenize gerek yok.)

* Does XYZ TV come with a remote?
  (XYZ TV'leri uzaktan kumandayla birlikte mi veriliyor/TV'lerinde paketten uzaktan kumanda çıkıyor mu?)

* My dream apartment is for sale, but does not come with parking in the building.
  (Hayalimdeki daire satılık/satılıyor ama binada dairenin araba park yeri yok/bulunmuyor.)

* Most video cards will come with a disk that contains drivers and other software.
  (Çoğu ekran kartı sürücüleri ve başka yazılımlar içeren bir diskle birlikte gelir.)

* If you choose this option, you don't need to use the code that came with the device.
  (Bu seçeneği seçerseniz/tıklarsanız, cihazla birlikte/cihazın yanında verilen kodu kullanmanıza gerek yoktur.)

* For more information, check the information that came with the hard disk.
  (Daha fazla bilgi için, sabit diskle birlikte gelen/verilen bilgileri kontrol edin.)

* A: Does the spaghetti come with a salad?
  (Spagettinin yanında salata da geliyor mu/veriyor musunuz?)
  B: No, a salad costs extra.
  (Hayır, salata fiyata dahil değil/salatayı ayrıca alıyorsunuz.)

20 Nisan 2015 Pazartesi

Videolarla Pratik İngilizce-9

The Shawshank Redemption -4



A: Hey, look who's here. Maestro! 
B: Nice man!
C: Hey! You couldn't play something good, huh? Hank Williams or something?
D: They broke the door down before I could take requests.
E: Was it worth it, two weeks in the hole?
D: Easiest time I ever did.
F: Bullshit! There's no such thing as easy time in the hole.
E: A week in the hole is like a year.
A: Damn straight.
D: I had Mr Mozart to keep me company. 
B: So, they let you tote that record player down there, huh?
D: It was in here. And in here.
   That's the beauty of music. They can't get that from you.
   Haven't you ever felt that way about music?
G: Well, I played a mean harmonica, as a younger man.
   Lost interest in it, though.
   Didn't make much sense in here.
D: Here's where it makes the most sense.
   You need it so you don't forget.
G: Forget?
D: Forget that ... there are places ... in the world that aren't made out of stone that there's a ...
   there's something ... inside ... that they can't get to ... that they can't touch... it's yours.
G: What are you talking about?
D: Hope.
G: Hope? Let me tell you something, my friend.
   Hope is a dangerous thing.
   Hope can drive a man insane.
   It's got no use on the inside.
   You'd better get used to that idea.
D: Like Brooks did?
------------- ----------
A: Hey, look who's here. Maestro! 
  (Hey bakın kim geldi/gelmiş/burada! Maystro/orkestra şefi!)
  (Ooo/vay kimleri görüyorum.)
B: Nice man!
  (Güzel/canım/sevgili kardeşim/dostum)
C: Hey! You couldn't play something good, huh? Hank Williams or something?
  (Merhaba! Şöyle güzel bir şeyler çalamadın mı ha/ya? Hank Williams falan.)
D: They broke the door down before I could take requests.
  (Ben istekleri/istek parçalarını alamadan kapıyı kırdılar/parçaladılar.)
E: Was it worth it, two weeks in the hole?
  (-buna- değdi mi/değer miydi, hücrede iki hafta geçirmeye/iki hafta hücre cezasına?)
  (Hücrede iki hafta geçirmeye değdi mi?)
D: Easiest time I ever did.
  (Geçirdiğim en rahat/kolay/sıkıntısız zamandı/iki haftaydı.)
F: Bullshit! There's no such thing as easy time in the hole.
  (Saçmalama/hadi oradan! Hücrede zaman rahat geçer diye/gibi bir şey yok/olmaz.)
  (Hücrede zaman öyle rahat/kolay geçmez.)
E: A week in the hole is like a year.
  (Hücredeki bir hafta, bir yıl gibidir/gibi gelir.)
A: Damn straight.
  (Çok doğru/çok haklı/kesinlikle/aynen katılıyorum.)
D: I had Mr. Mozart to keep me company. 
  (Bay Mozart yanımdaydı/benimleydi/bana eşlik/arkadaşlık etti.)
B: So, they let you tote that record player down there, huh?
  (Yani/ne yani, pikapı/plakçaları aşağıya/hücreye taşımana/götürmene izin mi verdiler/müsaade mi ettiler?)
D: It was in here. And in here.
  (O-müzik- buradaydı ve buradaydı.) (Müzik zihnimde ve kalbimdeydi.)
   That's the beauty of music. They can't get that from you.
  (Müziğin güzelliği de bu işte/zaten/burada işte/zaten. Onu senden/sizden alamazlar/koparamazlar.)
  (Müziğin güzel tarafı da bu zaten.)
   Haven't you ever felt that way about music?
  (Müzikle ilgili daha önce böyle hissetmediniz mi hiç/hissettiğiniz olmadı mı hiç?)
G: Well, I played a mean harmonica, as a younger man.
  (Gençken çok güzel/şahane mızıka çalardım.)
   Lost interest in it, though.
  (Gerçi ilgimi kaybettim/yitirdim/ilgim kalmadı artık.)
   Didn't make much sense in here.
  (Burada/hapiste bana çok fazla/pek bir anlam ifade etmedi/çok fazla/pek anlamlı gelmedi.)
 D: Here's where it makes the most sense.
  (Asıl en çok burada bir anlamı var/bir anlam ifade ediyor.)
   You need it so you don't forget.
  (Unutmaman için ona/mızıkaya ihtiyacın var/sana bir mızıka lazım.)
G: Forget?
  (unutmamak mı?)
D: Forget that ... there are places ... in the world that aren't made out of stone that there's a ...
  (Dünyada taştan olmayan/inşa edilmemiş yerlerin de var olduğunu/bulunduğunu unutmamak...)
   there's something ... inside ... that they can't get to ... that they can't touch... it's yours.
  (İçinde onların/kimsenin ulaşamayacağı, dokunamayacağı, sana ait bir şeylerin olduğu yerler..)
G: What are you talking about?
  (Sen neyden bahsediyorsun?)
D: Hope.
  (Umut.)
G: Hope? Let me tell you something, my friend.
  (Umut mu? Sana bir şey söyleyeyim/diyeyim dostum.)
   Hope is a dangerous thing.
  (Umut tehlikeli/zararlı bir şeydir.)
   Hope can drive a man insane.
  (Umut insanı delirtebilir/çıldırtabilir.)
   It's got no use on the inside.
  (İçeride/hapiste umudun bir yararı/faydası yoktur.)
   You'd better get used to that idea.
  (Bu fikre/düşünceye/gerçeğe alışsan iyi olur/edersin.)
D: Like Brooks did?
  (Brooks'un yaptığı/Brooks gibi mi?)

-------- -----------
* or something
= used to show that what you have just said is only an example or you are not certain about it
  like that, 
= falan, onun gibi bir şey, ona benzer şey
- Why don't you go to a movie or something?
  (Sinemaya falan gitsene!)
- She works for a bank or something.
  (Bankada ya da onun gibi bir yerde çalışıyor.)
- Would you like to have tea or something?
  (Çay ya da başka bir şey ister misin?)
  (Çay falan ister misin?)
- Are you stupid or something?
  (Aptal falan mısın/aptal mısın nesin?)
- I will fix a sandwich or something for your lunch.
  (Öğle yemeğin için sandviç falan/sandviç ya da onun gibi bir şey hazırlayacağım.)
- I think she's a lawyer or something.
  (Galiba/sanırım avukat ya da onun gibi bir şey.)
- What are you doing?! Are you trying to kill us or something?
  (Ne yapıyorsun? Bizi öldürmeye falan mı çalışıyorsun/uğraşıyorsun?)

* such (a) thing as
= gibi bir şey, diye bir şey
- Is there really such a thing as a perfect job?
  (Mükemmel iş diye bir şey gerçekten var mı?)
- There's no such thing as bad advertising/publicity.
  (Kötü reklam diye bir şey yoktur/olmaz.)
  (Reklamın kötüsü/iyisi kötüsü olmaz/yoktur.)
- Honesty is not always the best policy. There is such a thing as white lie.
  (Dürüstlük/doğruluk her zaman en doğru yol değildir. Beyaz/pembe/masum yalan diye/denilen bir şey vardır.)
- Have you such a thing as a penknife?
  (Çakı gibi bir şeyin var mı?)
- There's no such thing as ghosts.
  (Hayalet diye bir şey yoktur.)
- There is no such thing as a coincidence.
  (Rastlantı/tesadüf diye bir şey yoktur.)
- There's no such thing as not for sale.
  (Satılık olmayan hiçbir şey yoktur.)
- There is no such thing as American English. There is English, and there are mistakes.
  (Amerikan İngilizcesi diye bir şey yoktur. İngilizce vardır ve yanlışlar/hatalar vardır.)

* to tote
= to convey, to transport, to move
= götürmek, taşımak, nakletmek
- Here are books well worth toting home.
  (İşte/alın size eve götürmeye/taşımaya değer kitaplar.)

* mean
= very good, excellent, wonderful, topnotch, classy
= şahane, çok güzel, harika, on numara, klas
- She plays a mean game of bridge.
  (Çok iyi briç oynar/briçte on numaradır.)
- He was famous for a mean backhand.
  (Harika/muhteşem/çok klas sol/ters vuruşuyla meşhurdu/bilinirdi/tanınırdı.)
- This girl has already proved she can play a mean game of tennis.
  (Bu kız çok güzel tenis oynayabildiğini çoktan kanıtladı/ortaya koydu.)
- I make a mean spaghetti.
  (Çok iyi/on numara spagetti yaparım.)
- He plays a mean trombone.
  (Çok güzel trombon çalar/trombonda ustadır.)
- He's a mean cook.
  (Mükemmel/usta aşçıdır/aşçılığı on numaradır.)
- She dances a mean tango.
  (Çok güzel tango yapar.)

* to lose interest in
= to stop being interested
  to become apathetic about
  no longer like or enjoy)
= ilgisini kaybetmek/yitirmek
  artık sevmemek/hoşlanmamak/sıkılmak
- I lost interest in my work.
  (İşime olan ilgimi kaybettim/zamanla işimden sıkıldım.)
- I've lost interest in racing.
  (Yarışlara ilgimi kaybettim/ilgim kalmadı/artık ilgi duymuyorum.)
- He used to be very active in politics, but he's lost interest now.
  (Eskiden siyasete baya bir ilgiliydi ama artık/şimdi ilgisini kaybetti.)
- After I nearly drowned, I lost interest in swimming.
  (Boğulma tehlikesi geçirdikten/atlattıktan sonra yüzmeye ilgimi kaybettim/ilgim kalmadı/artık yüzmek hoşuma gitmiyor.)

19 Nisan 2015 Pazar

Videolarla Pratik İngilizce-8

The Shawshank Redemption -3




A= Oh, no, no, here he comes.
B= Morning fellas.
   Fine morning, ain't it?
   You know why it's a fine morning, don't you?
   Come on! Send them down.
   I want them all lined up here...
   just like a pretty little chorus line.
   yeah, look at that.
C= I can't stand this guy.
B= Oh Lord! Yes! Richmond, Virginia.
D= Smell my ass!
C= After he smells mine.
B= Gee, Red, it was a terrible shame about your horse coming in last and all.
   But I sure do love that winning horse of mine, though.
   I believe I owe that boy a big sloppy kiss when I see him. 
E= Why don't you give him some of your cigarettes instead? Lucky fuck!
B= Hey, Tyrell. You pull infirmary duty this week?
   How's that horse of mine doing anyway?
F= Dead. Hadley busted his head up pretty good.
   The doc had already gone home for the night.
   Poor bastard lay there till this morning.
   By then, hell, there weren't nothing we could do.
G= What was his name?
B= What'd you say?
G= I was just wondering if anyone knew his name.
B= What the fuck do you care, new fish!
   It doesn't fucking matter what his name was. He's dead.
-------- --------
A= Oh, no, no, here he comes.
  (Hayır, olamaz, işte geliyor/aha da geliyor.)
B= Morning fellas.
  (Günaydın arkadaşlar/beyler/çocuklar!)
   Fine morning, ain't it?
  (Güzel bir sabah, öyle değil mi?)
   You know why it's a fine morning, don't you?
  (Neden güzel bir sabah olduğunu biliyorsunuz, değil mi/sanırım?)
   Come on! Send them down.
  (Haydi -sigaraları- yollayın/bana ulaştırın bakalım.)
   I want them all lined up...
  (Hepsini dizi dizi/sıraya dizili istiyorum...)
   just like a pretty little chorus line.
  (tıpkı/aynı küçük güzel/hoş bir koro gibi.)
   yeah, look at that.
  (Evet, şunlara bakın şunlara.)
C= I can't stand this guy.
  (Bu herife dayanamıyorum/gıcık oluyorum/uyuz oluyorum.)
B= Oh Lord! Yes! Richmond, Virginia.
  (Aman Tanrım! Richmond, Virginia.
D= Smell my ass!
  (Kıçımı kokla sen!)
C= After he smells mine.
  (Benimkini/benim kıçımı kokladıktan sonra/önce benimkini/benim kıçımı koklasın.)
B= Gee, Red, it was a terrible shame about your horse coming in last and all.
  (Hay Allah Red, aynı zamanda senin atın da sonuncu geldi/oldu, çok yazık oldu.)
   But I sure do love that winning horse of mine, though.
  (Fakat ben kazanan atımı çok seviyorum oysa.)
   I believe I owe that boy a big sloppy kiss when I see him.
  (Sanırım/galiba onu gördüğümde/onunla karşılaştığımda ona kocaman bir öpücük/ateşli bir öpücük borcum var.)
E= Why don't you give him some of your cigarettes instead? Lucky fuck!
  (Onun yerine/onu öpeceğine sigaralarından bir kaç tanesini ona versene/versen daha iyi olur. Şanslı/ballı sersem/hergele/it/piç/pezevenk/ibne.)
B= Hey, Tyrell. You pull infirmary duty this week?
  (Hey/baksana Tyrell! Bu hafta revirde sen çalışıyorsun/duruyorsun/görev yapıyorsun değil mi?)
  (Bu hafta revire sen mi bakıyorsun/sen bakıyorsun değil mi?)
   How's that horse of mine doing anyway?
  (Bu arada/neyse benim atın durumu nasıl?)
F= Dead. Hadley busted his head up pretty good.
  (Öldü. Hadley onun kafasını çok fena darp etmiş/dağıtmış.)
   The doc had already gone home for the night.
  (Zaten doktor gece olduğu için/gece yatmaya evine gitmişti.) 
   Poor bastard lay there till this morning.
  (Zavallı lavuk/hergele, sabaha kadar orada/revirde yattı.)
   By then, hell, there weren't nothing we could do.
  (O zamana kadar/sabaha kadar kahretsin hiçbir şey yapamadık/elimizden hiçbir şey gelmedi/yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.)
G= What was his name?
  (Adı neydi?)
B= What'd you say?
  (Ne dedin sen?)
G= I was just wondering if anyone knew his name.
  (Adını bilen var mı/bilen kimse var mı diye merak ettim/etmiştim.)
  (Adını bilen birinin olup olmadığını merak ettim.)
B= What the fuck do you care, new fish!
  (Seni ne ilgilendirir lan çaylak/çömez!)
  (Ne bokuma/sikime merak ediyorsun ki çaylak/çömez!)
   It doesn't fucking matter what his name was. He's dead.
  (Adının ne olduğunun ne önemi var. Ölmüş işte.)

-------- --------
* here
= exclamation; stating something
  used to bring someone's attention to someone or something
= işte, aha, bakın
- Here he comes the birthday boy. 
  (İşte/bakın doğum günü çocuğu geliyor.)

* ain't
= a contraction for am not, is not, are not, has not, and have not 
= is/are/have/has not kısaltması 
- You ain't met him yet. (You haven't met him yet.)
  (Daha/henüz onunla tanışmadın.)
- You ain't angry at me, are you? (You aren't angry at me, are you?)
  (Bana kızgın değilsin, değil mi?)
- I ain't gonna cry anymore. (I'm not going to cry anymore.)
  (Artık gözyaşı dökmeyeceğim/ağlamayacağım.)

* can't stand
= dislike, hate, to not like
  not able to suffer, cannot endure
= sevmemek, hoşlanmamak, hoşuna gitmemek, hazzetmemek
  dayanamamak, katlanamamak, tahammül edememek, çekememek, kaldıramamak
  gıcık olmak/etmek, uyuz olmak/etmek
- I can't stand people who smoke in public places.
  (Halka açık yerlerde sigara içen insanları hiç sevmem/insanlara uyuz/gıcık olurum.)
- I can’t stand Tom’s speaking German.
  (Tom’un Almanca konuşmasına tahammül edemiyorum/dayanamıyorum/konuşması beni gıcık ediyor.)
- I can't stand people who make racist jokes.
  (Irkçı şakalar/espriler yapan/fıkralar anlatan insanlara uyuz olurum/insanları hiç sevmem.)
- I can't stand people smoking around me when I'm eating.
  (Yemek yerken insanların çevremde/yakınımda sigara içmelerine dayanamıyorum/gıcık oluyorum/içmelerinden hiç hoşlanmıyorum.)

* Gee
= a general exclamation of surprise or frustration
  geez, gosh, golly
= Hay Allah, tüh be, şu işe bak
  Aman Tanrım, vay canına, bu ne
- Gee, I didn't know that!
  (Vay canına, bundan haberim yoktu/bunu bilmiyordum.)
- Gee, Linda looks great at fifty!
  (Aman Tanrım, Linda ellisinde ama harika görünüyor.)
- Gee, honey, is that all your own hair?
  (Bu ne hayatım, bütün bunlar senin saçından mı döküldü?)

* and all
= also; included; in addition
  too, as well
= ayrıca, bundan başka, üstelik
  de/da 
- "I'm freezing." "Yeah, me and all."
  ("Çok üşüyorum." "Evet, ben de.")
- And you can take that smile off your face and all.
  (Suratından da o gülümsemeyi kaldırabilirsin/yüzündeki o gülümsemeyi de kesebilirsin.)
- She jumped into the river, clothes and all.
  (Kıyafetleriyle birlikte/üstünde kıyafetleri ile nehre atladı.)

* I believe
= I think, I suppose
= sanırım, galiba, zannedersem
- I believe it will rain soon.
  (Galiba/sanırım birazdan yağmur yağacak.)
- I believe there are still two Psychology classes open.
  (Zannedersem/sanırım hala açık/müsait olan iki psikoloji sınıfı var/bulunuyor/olacaktı.)
- I believe we've already met.
  (Sanırım/galiba daha önce tanışmıştık/karşılaşmıştık.)
- I believe they are out of town.
  (Sanırım kasabada değiller/kasabadan ayrıldılar.)

* instead
= as a replacement, substitute, or alternative
= yerine, onun/bunun yerine
- I don't have any coffee at the moment. Do you want a cup of tea instead?
  (Şu anda hiç kahvem kalmadı/yok. Onun/kahve yerine bir fincan çay ister misiniz/vereyim mi/getireyim mi?)
- I have to go to the doctor's tomorrow morning so I can't go to the meeting. Can you go instead?
  (Yarın sabah doktora gitmem gerekiyor, bu yüzden toplantıya gidemeyeceğim. Benim yerime sen gidebilir misin?)
- I was going to go to California for vacation, but then it hit me: I should go to Mexico instead. I haven’t been there yet, and it’s very close to California.
  (Tatile California'ya gidecektim, fakat sonra birden düşündüm ki/aklıma geldi ki, California yerine Meksika'ya gitmeliyim. Oraya daha hiç gitmemiştim ve California'ya çok yakındı.)

* to pull (duty/task)
= to do, to perform, to carry out, to effect
= (görev/vazife vb) yerine getirmek, icra etmek, ifa etmek, gerçekleştirmek, ortaya koymak, çalışmak
- They pulled a spectacular coup.
  (Son derece başarılı bir iş gerçekleştirdiler/yaptılar/ortaya koydular.)
- The gang that pulled the bank robbery were all arrested.
  (Banka soygununu gerçekleştiren çetenin tüm üyeleri tutuklandı.)

16 Nisan 2015 Perşembe

Günübirlik ADANA

Gezi tarihi: 24 Mart 2015, Salı
Evli ve çocuklu bir kimsenin gezmesi öyle kolay olmuyor.
Ailecek her yere gidemiyorsunuz. Çocukların en azından belli bir yaşın üzerinde olmaları gerekiyor. Senin zamanın müsaitken, onların zamanı müsait olamayabiliyor.
Uzun lafı kısası bunlar bahane, insan bazen tek başına ya da sadece arkadaşlarıyla gezmek istiyor yahu!

İşte ileride bu yönde kullanmak üzere kredi kazanmak maksadıyla eşimle bir iki günübirlik gezi planlamıştım. Ana yüreği, ikna etmek kolay olmadı. Sonunda iki ili kararlaştırdık. Adana ve Elazığ.

Çocukları kayınvalideye emanet bıraktık. Büyük oğlan oğlum (7) zaten gün içinde okulda olacaktı. Kayınvalideciğim küçük kızımı (3) biz akşam dönene kadar idare edecekti artık.

Sabah altı Pegasus uçağıyla Sabiha Gökçen'den yolculuğumuz başladı. Hatun, 2008'deki Umre yolculuğumuzdan bu yana ilk defa uçağa bindiği için az da olsa heyecanlıydı.
Sorunsuz bir uçuşun ardından 07:15 gibi Adana'ya vardık.
Gezi planımda kahvaltıyı Seyhan Baraj Gölü kıyısında yapmak vardı. Taksiciye Çobandede mevkiine ne kadar tutar diye sorduğumuzda 45-50 TL cevabı alıyoruz.
Ne gerek var? Çocuklar yok yanımızda. Küçük bir sırt çantasından başka eşyamız da yok. Vakit sabah erken, trafik de yok.
Havaalanının dışından Meydan minibüsüne binerek (kişi başı 2 TL) Sabancı Camii dibinde iniyoruz. Oradan da Topel 1 nolu minibüse binerek (kişi başı 2 TL) Çobandede kavşağında iniyoruz. Böylece 42 TL cebimizde kalmış oldu.
Beş dakika kadar yürüyerek Tahta Masa isimli restoran kafeye varıyoruz. Manzara muhteşem.

İçinde sıkmanın da yer aldığı mükellef bir kahvaltı yapıyoruz.
Sıkma, gözlemenin Adana versiyonu.















Kahvaltı bize 40 TL'ye patlıyor. Taksicinin parasını kahvaltıda yemiş olduk.

Ve yürüyüş maratonumuz başlıyor.
Kenan Evren Bulvarı üzerinden Turgut Özal Bulvarına kavuşuyoruz. Yürüdükçe Tahta Masa da, kahvaltıda yediklerimiz de geride kalıyor.
Adımlarımız midemizde yer açıyor.
Al işte Göksel Tantuni. Mersin'de değiliz ama lezzetli bir tantuni yiyebiliriz. Fazla aç olmadığımız için tadımlık 2 adet tantuni söylüyoruz. Ama masa salata-yeşillik mezeleriyle donatılıyor.


Yayık ayranı ile 17 TL hesap geliyor bu güzel manzaraya.

Hemen 300 metre geride bulunan Fruit Garden isimli dondurmacıya geçiyoruz. Buranın özelliği yüzde yüz doğallık iddiasında bulunmaları.
Muhteşem bir waffle ve dondurma geliyor. Doğallık iddiaları kesinlikle boş değil.
Böyle bir waffle daha önce mideme girmemişti, keza dondurma için de aynı cümleyi rahatlıkla kurabilirim. Dubrovnik'de yediğim dondurmayla yarışır rahatlıkla. Hesap da çok ekonomik geldi. 18 TL.

Tatlımızı da yemiş olduk. Hatun özellikle waffle'dan çok memnun kaldı.
Yürüyüşe devam. Derken hatun ayakkabıdan şikayetçi olmaya başlıyor. Yeni ayakkabı vurmaya başlamıştı. Çaresiz hem yürüyüp hem de bir ayakkabıcı aramaya başladık.
Hatun pahalı ayakkabılara göz atarken neyse ki onu ucuz bir babetle kandırıyorum. 10 TL.
Ben eşimi çok seviyorum.
Bulvar boyunca yürümeye devam ederek kanala varıyoruz. Kanal kapaklarının olduğu bölge gür sesiyle karşılıyor bizi.
Kanal boyunca yürümeye devam ediyoruz. Adana'nın sıcak havası az da olsa serinliyor burada.
Hedefimiz Sabancı Cami.
Camiye yaklaşırken asma köprüden (Sinan Paşa Köprüsü-hemen karşısında güzel bir saat kulesi var.) karşıya geçerek karşı kıyıdan da yürümüş oluyoruz.

Hatuna geçen sene oğlumla yaptığımız Adana seyahati anılarımı anlatıyorum. Özlemiş ya yavrusunu, daha bir dikkatle dinliyor.
Oğlumu geçen sene yürütememiştim fazla. Acısını anasından çıkarıyorum.

Kennedy Köprüsü üzerinden tekrar karşı kıyıya geçerek Sabancı Camiine varıyoruz. Öğlen namazı molası imdadımıza yetişiyor. Cami çok büyük. Abdesthane bile camiye uzak. Kışın iki vakit arası dar olduğundan abdesthaneden ancak diğer vakit namazını cemaatle kılmaya yetişirsiniz.


Adana'nın özellikle merkezi Sabancı demek. Camisi, oteli, kültür merkezleri... Sabancı ismini bir çok yerde görüyorsunuz.
Şimdi hedefimiz Taş Köprü.
Kennedy Köprüsünün altından kıyı boyunca yürüyerek bu tarihi köprüye ulaşıyoruz.
Romalılardan kalma bu köprü. 3.10 m yüksekliğinde 13 m genişliğinde 21 gözlü ve taştan yapılmış. Günümüzde 21 gözden sadece 14’ü kalmış.



Yeni hedefimiz Ulu Camii. Taş köprüden çarşı ve dükkanların bol olduğu mahalleye doğru dalıyoruz.
Ve karşımızda Ulu Camii. Adana'nın en meşhur camii. Sabancı Camisini değil altı, yirmi minareli yapsalardı da Ulu Camii yine aynı kalırdı.
Ramazanoğullarından miras bu cami. 1510'lu bir yapım tarihi var.


Camiyi ziyaret ediyoruz. İkindi namazına daha var. Burada vakit namazı kılma planım tutmuyor. Başka sefere inşallah.
Hemen arka sokaktan tarihi saat kulesine doğru yol alıyoruz. Adana'nın tarihi eserlerinin ilk sırasında yer alıyor.
Kentin en eski yapılarından biri. 1882 yılında, Adana Valisi tarafından inşa edilmiş.
32 metre yüksekliğiyle Türkiye’deki en uzun saat kulesi. Fransız işgali sırasında hasar görmüş ama 1935’te yeniden inşa edilmiş.

Hediyelik cezerye alalım diyoruz. Saat kulesinin hemen karşısındaki Yeni Uğur cezeryecisine giriyoruz. Çeşit az. Girdik boş çıkmayalım diyoruz. Siz çarşıdaki cezeryecileri denerseniz, daha iyi edersiniz.
Sırada şalgam ve kebap var. Şalgamı reklamına çok güldüğüm İçenbilir Hacının Şalgamı'nda içeceğiz.
Yürü yürü... Çarşı pazar geziyoruz bu sayede. Sakatat kültürü çok yaygın Adana'da.
Derken şalgamcıya varıyoruz. Gerçekten çok güzel bir lezzet. Hanım benim bardaktan yudumluyor. Midesine güvenmiyormuş. Bardağı 1 TL.
Şimdi hedef final. Yani kebap finali.
Methini çok duyduğumuz Birbiçer kebap'a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine çarşı pazar ve Adana sokakları...
Ve kebabçıdayız nihayet...
Ciğer ve kebap söylüyoruz. Yine zengin bir salata-yeşillik mezeleriyle donatılıyor masa.
Gayet lezzetli. Ama öyle ahım şahım değil.
Hesap ekonomik sayılır. 50 TL




Vakit ilerledi. Cep telefonumdaki Runkeeper uygulamasına bakıyorum. Aman Allahım! 18 km yürümüşüz. Maşallah...
Yorgunluk boşuna değilmiş.
Hatun gözümde büyüyor. Takdirimi kazandı. Bana ayak uyduramaz diyordum ben de.
Bir dahaki gezimiz -Elazığ- için korkmadan daha cesurca yürüyüş programı yapabilirim.

Velhasıl, havaalanına kadar da yürümeye gerek yok. Hemen kebapçının karşısından Meydan minibüsüne binerek havaalanına varıyoruz. Akşam altı uçağıyla döneceğiz.
İkindi namazı havaalanı mescidine nasip oluyor.
Hanım yorgun, ben yorgun.
Kadıncağız yorgunluktan çocuklarının özlemini unuttu.
Dönüşte pilot can sıkıyor. Daha uçuş başlamadan türbülans tehlikesinden bahsediyor.
Gel de uyu. İnene kadar gayet sakin bir uçuş olmasına rağmen ben sakin yolculuk yapamıyorum.
Bu da hanımın ahı olabilir.
Bir gezimiz böyle sona eriyor. (Evde çocuklarla kavuşmamızı anlatmama gerek yok. Anne-baba iseniz, burada yazılmamış satırları okuyacaksınız zaten.)
Gezimizin rotasıyla alakalı detaylı haritaları paylaşıyorum. Umarım yardımcı olur.
Hoş kalın