23 Kasım 2014 Pazar

İngilizce Ders 7

Elllo Audio Listening
Shopping
Dersimizin listening/dinleme parçasına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Metni okumadan önce beş defa dinleyin. Metni kabataslak okuyup konu hakkında fikir sahibi olduktan sonra beş defa daha dinleyin. Metni İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çift yönlü kelime, sıfat-isim tamlaması ve edat takımlarının manalarını çıkararak okuyun. Cümle tercümelerini yapın. En son beş defa daha dinleyin.


DERSİN ÇÖZÜMÜ

Ruth: Akane, you've got a new skirt!
Akane, eteğin yeniymiş/yeni bir etek almışsın/yapmışsın!
Akane: I do. Thanks for noticing.
Evet/doğru/öyle. Fark ettiğin için teşekkürler.
Ruth: Oh, that's OK. So are you quite into fashion?
Ne demek/rica ederim. Modaya çok düşkün müsündür/modayı iyi/sıkı takip eder misin?
Akane: Well, I do like to buy stuff now and then.
Evet, ara sıra birşeyler almak hoşuma gider/gidiyor.
Ruth: Yeah, and was that the last thing you bought?
Bu en son aldığın şey miydi?
Akane: Ah, I'd say so, yes.
Doğru, evet. (zannedersem/yanılmıyorsam evet)
Ruth: So do you spend quite a lot of money on clothes?
Kılık kıyafete çok fazla para verir misin/harcar mısın?
Akane: Ah, no, I like to look for bargains.
Hayır, kelepir/ucuza birşeyler aramayı/bakmayı severim..
Ruth: Oh, good plan.
Akıllıca.
Akane: Yeah.
Ruth: And was that skirt a bargain?
Bu etek kelepir miydi/bu eteği ucuzluktan mı aldın?
Akane: Oh, yes it was.
Ruth: How much was it?
Ne kadardı/fiyatı ne kadardı/ne kadar ödedin/ne kadara aldın?
Akane: It was actually only 1,300 yen. (Wow) Yeah. That's about 13 Canadian dollars.
Sadece 1300 yendi. Yaklaşık 13 Kanada doları.
Ruth:That's such a bargain. That's fantastic.
Baya ucuzmuş/hiç birşey değil/sudan ucuzmuş. Harika/çok iyi.
Akane: Yeah, it was.
Ruth: So how often do you go shopping?
Ne kadar sık alışverişe çıkarsın/gidersin?
Akane: Um, not too often, maybe about once a month.
Çok sık değil. Belki ayda bir defa falan.
Ruth: Once a month. For clothes?
Ayda bir defa. Elbise/giyecek/kılık kıyafet (almak) için mi?
Akane: Um, yeah, just to browse around, look around. Um, I might not always buy something, but once in awhile I do.
Evet, sadece dolaşıp bakınmak/araştırmak için. Bazen birşeyler almadığım/alışveriş yapmadığım oluyor/olabiliyor, ancak arada bir/ara sıra alışveriş yaparım/birşeyler satın alırım.
Ruth: And where do you go?
Nereye gidersin/gidiyorsun (alışveriş yapmak için)?
Akane: Well, I like to go to the local market, and things like that, cause I think that's the best place to find bargains.
Semt pazarı gibi yerlere gitmeyi seviyorum, çünkü bence buralar kelepir/ucuza birşeyler bulmak için en iyi/uygun yerler.
Ruth:  Of course! Do you normally try clothes on before you buy them?
Kesinlikle! Genellikle elbiseleri/kıyafetleri satın almadan önce dener misin/deniyor musun?
Akane: I do. I prefer to try them on before I buy them. It's not always possible though.
Denerim. Satın almadan önce onları (elbiseleri) giyip denemeyi/üzerimde denemeyi tercih ediyorum. Gerçi her zaman imkan olmuyor.
Ruth: So if you buy something at a market, so you try it on first?
Pekala, pazardan/çarşıdan birşey alıyorsan, o halde önce/evvela dener misin/deniyor musun?
Akane: Well, yes I would ask the person if I can try it on. If they say no, then I would try
to see if it fits or not right on top of my clothes and make a good guess.
Kişiye (satıcıya/görevliye) deneyip deneyemeyeceğimi/deneyebilir miyim diye sorarım. Deneyemezsin derlerse, o zaman bana olup olmadığını anlamak/görmek için elbiselerimin üzerinden deneyip güzel/iyi bir tahminde bulunurum.
Ruth: Do you ever buy clothes which are second hand, which other people have already worn?
Hiç başka insanların giydiği/kullandığı, ikinci el kıyafet alır mısın/aldığın olur mu?
Akane: I used to be really into vintage clothes when I was younger. Yes, there's a huge area
in Toronto where I'm from where there are many shops with vintage clothes, and I used to go there all the time.
Gençken/gençliğimde eski/kullanılmış elbiseleri/giyecekleri çok severdim/çok meraklıydım. Memleketim Toronto’da eski/kullanılmış kıyafetlerin bulunduğu/satıldığı çok sayıda dükkanın olduğu büyük bir yer var, her zaman oraya giderdim.
Ruth: Wow. So there kind of dated clothes are they?
Eski/eskimiş giyecekler/kıyafetler türü şeyler mi?
Akane: Yes, they are. They are second hand clothes. They're used and they're very cheap and very fashionable.
Evet o tür şeyler. Ikinci el kıyafetler. Kullanılmış, çok ucuz ve çok şık şeyler.
Ruth: Oh, that sounds fantastic.
Harikaymış/çok iyiymiş ya! (çok iyi birşeye benziyor)
Akane: Yeah, it is.
Ruth: Does anybody else ever buy you clothes? Do your parents buy you clothes sometimes?
Sana hiç başka elbise/giyecek alan oluyor mu? Ailen bazı zamanlar sana elbise/giyecek alıyor mu?
Akane: Um, I suppose they used to when I was younger, but not anymore, because you know, I like to choose my own things.
Sanırım/galiba ben gençken alıyorlardı ama artık almıyorlar, çünkü bilirsin işte, içimden geleni/kendi beğendiğimi/istediğimi seçmeyi seviyorum.
Ruth: Of course, yeah.
Akane: But once in awhile I might go shopping with my mother, and if there's something
I like she might buy it for me if it's a special occasion.
Ama bazen annemle birlikte alışverişe çıktığım oluyor/olabiliyor, eğer beğendiğim/istediğim birşey olursa, özel bir günse benim için aldığı oluyor.
Ruth: Oh, that's generous.
Eli açıkmış/gönlü zenginmiş.
Akane: She is.
Öyledir.
Ruth: Alright, well thanks for that Akane.
Sohbet için teşekkürler.
Akane: Alright.
Rica ederim/birşey değil/ne demek

17 Kasım 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 39

English Expressions & Phrases

to be short by

= not meeting a requirement; deficient
    not reaching a standard, level, etc
    having less than what is needed
    not having enough of something

= açık/eksik/noksan olmak


* That dress is $100. I have $97. I'm short by $3.
  (Elbise yüz dolar. benim 97 dolarım var. Üç dolar eksiğim/açığım var.)

* I received my paycheck and it was short by ten hours of overtime pay.
  (Maaş çekimi aldım, fazla mesai ücretim on saat eksikti.)

* We need 10 players for our football game. We have eight players, so we're short by two.
  (Futbol maçımız için on oyuncuya ihtiyacımız var. Biz sekiz oyuncuyuz, yani iki oyuncu eksiğiz.)

* The pound of apples that you bought was short by several ounces.
  (Aldığın yarım kilo elma birkaç gram eksik çıktı/eksikmiş.)

* A: My cash register is short by $15.
  (Kasamda on beş dolar açık/eksik var.)
  B: You must have given a customer too much change.
  (Bir müşteriye fazla para üstü vermiş olmalısın/demek ki bir müşteriye fazla para üstü vermişsin.)

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 23

Learning English With Songs


Goodnight Moon / Shivaree


There's a nail in the door
(kapı çivili/sürgülü)
(kapı sımsıkı kapalı/kilitli)
And there's glass on the lawn
(patiska üzerinde kadeh/bardak duruyor)
Tacks on the floor
(yerlerde de yiyecek kırıntıları var)
And the TV is on
(televizyon da açık)
And I always sleep with my guns
(ve ben silahımla yatıyorum)
When you're gone
(sen yokken)

There's a blade by the bed
(yatağımın yanıbaşında bir bıçak)
And a phone in my hand
(ve elimde bir telefon duruyor)
A dog on the floor
(yerde köpek)
And some cash on the nightstand
(komodinin üstünde de bir miktar para-var/duruyor-)
When I'm all alone the dreaming stops
(yalnızken rüya göremiyorum)
And I just can't stand
(dayanamıyorum/katlanmak çok zor)

What should I do I'm just a little baby
(ne yapabilirim ki/elimden ne gelir ki ben daha küçücüğüm)
What if the lights go out and maybe
(ya ışıklar/elektrikler giderse, gidebilir de)
And then the wind just starts to moan
(sonra da rüzgar inlemeye/uğuldamaya başlarsa)
Outside the door he followed me home
(eve kadar peşimi bırakmayıp kapının dışında-ki/bekleyen rüzgar)

Well goodnight moon
(işte böyle, iyi geceler ay)
I want the sun
(ben güneşi istiyorum)
If it's not here soon
(güneş yakında doğmazsa)
I might be done
(işim bitebilir/halim/durumum çok kötü olabilir)
No it won't be too soon 'til I say
(hayır, öyle hemencecik değil, ben diyene kadar)
Goodnight moon
(iyi geceler ay)

There's a shark in the pool
(havuzda köpek balığı var)
And a witch in the tree
(ağaçta da bir cadı duruyor)
A crazy old neighbour and he's been watching me
(çatlak yaşlı komşum beni izliyor/dikizliyor)
And there's footsteps loud and strong coming down the hall
(koridordan/holden doğru sesli ve güçlü adımlar duyuluyor)
Something's under the bed
(yatağın altındaki şey)
Now it's out in the hedge
(şimdi çitin öbür tarafına geçti)
There's a big black crow sitting on my window ledge
(penceremin pervazında tünemiş büyük siyah bir karga var)
And I hear something scratching through the wall
(ve duyuyorum/sesler geliyor bir şey duvarı tırmalıyor)

Oh what should I do I'm just a little baby
What if the lights go out and maybe
I just hate to be all alone
(yapayalnız olmak hiç hoşuma gitmiyor)
Outside the door he followed me home
(eve kadar peşimi bırakmayıp kapının dışında-ki/bekleyen yalnızlık)
Now goodnight moon
(artık iyi geceler ay)
I want the sun
If it's not here soon
I might be done
No it won't be too soon 'til I say
Goodnight moon

Well you're up so high
(çok çok yükseklerdesin)
How can you save me
(beni nasıl kurtarabilesin ki)
When the dark comes here
(buraya karanlık çöktüğünde)
Tonight to take me up
(bu gece beni götürdüğünde)
To my front walk
(evimin önündeki kaldırıma)
And into bed where it kisses my face
(ve yüzüme öpücük kondurduğu yatağıma-götürdüğünde)
And eats my head
(ve başımın etini yediği-yatağıma)

Oh what should I do I'm just a little baby
......
...... 

13 Kasım 2014 Perşembe

İngilizce Deyimler ve İfadeler 38

English Expressions & Phrases

egg someone on


= to encourage, urge, or dare someone to continue doing something, usually something unwise
    to provoke, to incite
    to urge someone to do something that is usually negative

= doldurmak, dolduruşa getirmek, gaza getirmek, gaz vermek
    kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek, saldırtmak
    teşvik etmek, ayartmak
    cesaretlendirmek, yüreklendirmek


* She was egging him on to fight.
  (Kavga etmesi için onu tahrik ediyordu/gaza getiriyordu/dolduruyordu.)

* The gang tried to egg us on but we didn't want to fight.
  (Çete bizi tahrik etmek için uğraştı ama biz kavga etmedik.)

* I didn't mean to do it, the others kept egging me on!
  (Bunu yapmak istememiştim ama diğerleri beni tahrik etti/kışkırttı/gaza getirdi.)

* His friends kept egging him on, but Daniel refused to steal the watch.
  (Arkadaşları durmadan/sürekli onu teşvik etti/kışkırttı ama Daniel saati çalmayı kabul etmedi/reddetti.)

* John wouldn't have done the dangerous experiment if his brother hadn't egged him on.
  (Eğer kardeşi onu teşvik etmeseydi/cesaretlendirmeseydi John bu tehlikeyi deneyi yapamazdı.)

* The two boys kept throwing stones because the other children were egging them on.
  (Diğer çocuklar onları tahrik ettiği için o iki çocuk taş atmaya devam etti.)

* He didn't want to fight, but the other boys egged him on until he finally got angry and threw the first punch.
  (Kavga etmek istememişti ama diğer çocuklar sonunda sinirlendirip ilk yumruğu atana kadar onu tahrik ettiler.)

* A crowd of youths egged him on as he climbed the wall.
  (Gençler/gençlerden oluşan kitle/kalabalık duvara tırmanırken onu cesaretlendirdi/ona gaz verdiler.)

* His drama coach egged him on so he'd go onto the stage and perform as well as he did during the rehearsals.
  (Tiyatro hocası onu cesaretlendirdi/yüreklendirdi, bunun üzerine sahneye çıkıp provalardaki kadar iyi bir performans ortaya koydu.)

* She didn't really want to learn to drive but her children kept egging her on.
  (Araba kullanmayı öğrenmeyi hiç de istemiyordu ama çocukları sürekli onu teşvik etti/cesaretlendirdi.)

* I wouldn’t have gone bungee jumping if John hadn’t egged me on to do it.
  (Eğer John beni cesaretlendirmeseydi, bungee jumping yapmaya gidemezdim.)

* She never would have done it herself, but the girls were egging her on.
  (Bunu kendisi asla yapmazdı, ama kızlar onu ayarttılar/dolduruşa getirdiler.)
  (Asla bunu yapacak biri değil, ama kızların dolduruşuna/tahrikine/gazına gelmiş.)


* Don't egg him on! He gets himself into enough trouble without your encouragement.
  (Onu tahrik etmeyin/kışkırtmayın. Sizin cesaretlendirmeniz/yüreklendirmeniz olmadan da kendisini yeterince belaya sokan biri zaten.)

* Two girls were fighting outside the club, egged on by a group of friends.
  (İki kız arkadaşlarının tahrikleriyle/kışkırtmalarıyla kulübün/gece kulübünün dışında kavga ediyordu.)

* Quit egging him on about his pet peeves.
  (Onu en sevmediği şeyler üzerinden tahrik etmeyi bırakın.)

* I didn't want to steal the exam, but they egged me on.
  (Sınav sorularını çalmak istememiştim ama beni kışkırttılar/teşvik ettiler.)

* All the boys egged Peter on to steal some beer from the shop.
  (Bütün çocuklar Peter'i dükkandan bir kaç bira çalması için kışkırttılar/gaza getirdiler/teşvik ettiler.)

* He was silly to jump in the river, but the others shouldn't have egged him on!
  (Nehre atlaması aptalcaydı ama diğerleri de onu tahrik etmemeliydi/gaza getirmemeliydi.)

12 Kasım 2014 Çarşamba

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 22

Learning English With Songs


It Must Have Been Love / Roxette


It must have been love but it's over now
(sanırım -hissettiklerim/yaşadıklarım- aşktı ama artık bitti)

Lay a whisper on my pillow
(Yastığımın üzerine bir fısıltı koy/bırak)
(Başımı yastığa koyduğumda fısılda bana)
Leave the winter on the ground
(Bırak kış yerde kalsın)
(Kış günü ısıt yatağımı)
I wake up lonely, there's air of silence
(-yatakta-yalnız/bir başıma uyanıyorum/gözlerimi açıyorum, sessizlik havası hakim/sessizlik hüküm sürüyor)
In the bedroom and all around
(yatak odamda ve her yerde)

Touch me now, I close my eyes
(dokun şimdi bana, yumuyorum gözlerimi)
And dream away
(dalıyorum hayallere/hayaller kurmaya başlıyorum)

It must have been love but it's over now
(sanırım -hissettiklerim/yaşadıklarım- aşktı ama artık bitti)
It must have been good but I lost it somehow
(sanırım o yaşadıklarım/hissettiklerim iyi/güzel birşeydi ama bir şekilde o güzelliği kaybettim)
(Şimdi anladım/kafam dank etti, meğerse aşkı/çok güzel birşeyi kaçırmışım/kaybetmişim)
It must have been love but it's over now
From the moment we touched till the time had run out
(birbirimize dokunduğumuz andan vaktimiz/zamanımız sona erene/tükenene kadar)

Make believing we're together
(sanki birlikteymişiz gibi hayal ediyorum)
That I'm sheltered by your heart
(kalbinde tüm kötü ve tatsız şeylerden uzak olduğumu-hayal ediyorum-)
But in and outside, I've turned to water
(Ama evde veya dışarıdayken su oluyorum/suya dönüşüyorum)
Like a teardrop in your palm
(mesela avuç içinde bir gözyaşı damlası-oluyorum-)

And it's a hard winter's day
(ve zorlu/çetin bir kış günü)
I dream away
(ben hayallere dalıyorum)

It must have been love but it's over now
It was all that I wanted, now, I'm living without
(istediğim tek şeydi o/aşk, artık/şimdi onsuz/aşksız yaşıyorum/onsuzum/aşksızım)
It must have been love but it's over now
It's where the water flows, it's where the wind blows
(aşk varken sular akardı, aşk varken rüzgar eserdi)
(Şimdi çetin kış gününde sular donuk, rüzgar esmiyor)

It must have been love but it's over now
......... 

10 Kasım 2014 Pazartesi

İngilizce Deyimler ve İfadeler 37

English Expressions & Phrases


on (the) average


= the usual amount of something
    around, about
    generally; usually, typically

= ortalama, ortalama olarak, ortalamada
    yaklaşık, yaklaşık olarak
    genel itibariyle, genellikle, umumiyetle



* We sold, on average, 300 units a month.
  (Ortalamada aylık 300 parça satış yapmışız.)

* Women on average tend to be more interested in shopping than men are.
  (Kadınlar ortalama olarak/genel itibariyle alışverişe ilgi göstermeye erkeklerden daha çok meyilli/yatkın oluyor.)

* Children watch, on average, five hours of television every day.
  (Çocuklar her gün ortalama beş saat televizyon izliyor.)

* She can read 50 pages an hour, on the average.
  (Ortalama olarak saatte elli sayfa okuyabiliyor.)

* I cook chicken, on average, once every two months.
  (Ortalama her iki ayda bir tavuk pişiririm/tavuk yemeği yaparım.)

* This report looks OK, on average.
  (Bu rapor genel itibariyle/hatlarıyla iyi görünüyor.)
  (Bu raporda genel itibariyle/hatlarıyla bir sorun gözükmüyor/görünmüyor.)


* On average, it rains once a week here.
  (Ortalama olarak burada haftada bir yağmur yağar.)
  (Burası ortalama olarak haftada bir yağmurludur/yağmurlu olur.)


* Prices have increased on average by five percent.
  (Fiyatlar ortalama yüzde beş arttı/yükseldi/fiyatlarda ortalama yüzde beşlik bir artış oldu/yaşandı/meydana geldi.)

* On average, women live longer than men.
  (Ortalama olarak, kadınlar erkeklerden daha uzun yaşıyor.)

* On average, women live between five and seven years longer than men.
  (Ortalama olarak kadınlar erkeklerden beş ila yedi yıl arasında daha uzun yaşarlar.)

* On average, he watches three movies a week.
  (Ortalama olarak haftada üç film izler/izliyor.)

* On average, a person’s income is highest when they are in their mid-50s.
  (Genel itibariyle bir kimsenin geliri ellili yaşlarının ortasına geldiğinde en yüksek seviyeye ulaşır.)

* The city's police chief says they arrest, on average, 300 people each day.
  (İl emniyet müdürü ortalama olarak her gün üç yüz kişiyi tutukladıklarını/üç yüz kişinin tutuklandığını söyledi/açıkladı.)

7 Kasım 2014 Cuma

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 21

Learning English With Songs


I Want To Know What Love Is / Foreigner


I gotta take a little time
(biraz zamana ihtiyacım var/bana biraz zaman ver)
A little time to think things over
(olan biteni/gidişatı/herşeyi iyice düşünmem için biraz zaman-istiyorum/biraz zamana ihtiyacım var-)
I better read between the lines
(satır aralarını okusam/işin iç yüzünü anlasam iyi olur/ederim)
In case I need it when I'm older
(yaşlandığımda ihtiyacım olacak çünkü)

Now this mountain I must climb
(şimdi tırmanmam gereken dağ bu/aşmam/halletmem gereken sorun bu)
Feels like a world upon my shoulders
(dünyayı omuzlamışım sanki/bir dünya yük var sanki omuzlarımda)
I through the clouds I see love shine
(bulutların ardında aşk parıltısını görüyorum/sıkıntılı günler geçince aşkı bulacağım)
It keeps me warm as life grows colder
(bunu düşünmek beni sıcak tutuyor hayat soğurken)

In my life there's been heartache and pain
(hayatımdan aşk acısı ve keder eksik olmadı/olmuyor)
I don't know If I can face it again
(buna/aşk acısına tekrar katlanabilir miyim bilmiyorum/emin değilim)
Can't stop now, I've traveled so far
(artık duramam/vazgeçemem, bu kadar uzun yol katetmişim/almışım)
To change this lonely life
(bu yalnız hayatımı değiştirmek için/değiştireyim diye)

I wanna know what love is
(aşk neymiş/nasıl birşey miş bilmek/öğrenmek istiyorum)
I want you to show me
(bana senin göstermeni istiyorum)(bunu senden öğrenmek istiyorum)
I wanna feel what love is
(aşk neymiş/nasıl birşeymiş hissetmek/yaşamak istiyorum)
I know you can show me
(gösterebileceğini/öğretebileceğini biliyorum)

I'm gonna take a little time
(kendime biraz zaman vereceğim/ayıracağım)
A little time to look around me
(etrafıma/çevreme bakınmam için biraz zaman-ayıracağım)
I've got nowhere left to hide
(saklanacak/kaçacak yerim kalmadı)
It looks like love has finally found me
(öyle görünüyor ki/görünen o ki aşk sonunda/nihayet buldu beni)

In my life there's been heartache and pain
I don't know if I can face it again
I can't stop now, I've traveled so far
To change this lonely life

I wanna know what love is
I want you to show me
I wanna feel what love is
I know you can show me

I wanna know what love is
I want you to show me
And I wanna feel, I want to feel what love is
And I know, I know you can show me

Let's talk about love
(aşktan bahsedelim/konuşalım)
I wanna know what love is, the love that you feel inside
(aşk neymiş öğrenmek istiyorum, aşkı, içinde hissedersin ya hani)
I want you to show me, and I'm feeling so much love
(bana aşkı öğretmeni istiyorum, çok güçlü/sağlam bir aşka ihtiyacım var)
I wanna feel what love is, no, you just cannot hide
(aşk neymiş hissetmek/yaşamak istiyorum, hayır öylece kaçamazsın/saklanamazsın)
I know you can show me, yeah
(bana gösterebileceğini/öğretebileceğini biliyorum, evet)

I wanna know what love is, let's talk about love
(aşk neymiş öğrenmek istiyorum, aşktan bahsedelim/konuşalım)
I want you to show me, I wanna feel it too
(bana aşkı öğretmeni istiyorum, aşkı yaşamak da istiyorum)
I wanna feel what love is, I want to feel it too
(aşk neymiş hissetmek/yaşamak istiyorum, yaşamak da istiyorum)
And I know and I know, I know you can show me
(ve biliyorum, biliyorum, biliyorum bana öğretebileceğini)
Show me love is real, yeah
(aşkın gerçek olduğunu göster/kanıtla bana)
I wanna know what love is...

------------

* gotta
= have got to (...meli, ..malı)
- Do what you gotta do.
  (Ne yapman gerekiyorsa yap.)
- I gotta go.
  (Gitmem/çıkmam lazım/gerekiyor/gitmeliyim/çıkmalıyım-telefonu- kapatmam lazım.)
- You gotta see this.
  (Bunu görmelisin/bunu kaçırma.)
- There's a couple of things I gotta do.
  (Yapmam gereken bir kaç/bir iki şey var.)
not: have/has ilaveli kullanımı ise zorunluluk anlamına daha fazla vurgu yaparken ayrıca bunun yakın zamanda olması gerektiğini ifade eder.
- I've gotta tell my wife I'll be late.
  (Geç kalacağımı eşime söylemem/haber vermem lazım)(bir an önce)

* to think over
= iyice/dikkatlice/enine boyuna düşünmek, düşünüp taşınmak, tekrar/bir daha düşünmek
- I need a few minutes to think it over.
  (Tekrar/bir daha düşünmek için bir kaç dakika istiyorum.)
- I've thought it over and have made up my mind; I'm going to take the job in Leeds.
  (İyice düşündüm ve kararımı verdim; Leeds'deki işi kabul edeceğim.)
- Let me think over your request for a day or so.
  (Teklifinizi bir iki gün iyice düşüneyim/düşüneceğim.)
- Think over what I said and let me know tomorrow what your decision is.
  (Söylediklerimi iyice düşün ve yarın bana kararını bildir/söyle.)
- I'll think it over and give you an answer next week.
  (Bunu iyice/dikkatlice/enine boyuna düşünüp haftaya size bir cevap/cevabımı veririm.)

* to read between the lines
= satır aralarını okumak, denmek/söylenmek isteneni anlamak, gizli/saklı manaları bulmak/çıkarmak,
  ima edileni anlamak, altında yatan anlamı anlamak/çıkarmak, içyüzünü anlamak
- After listening to what she said, if you read between the lines, you can begin to see what she really means.
  (Onun söylediklerini dinledikten sonra/dinleyince, satır aralarını okuduğunuzda, onun gerçekte ne söylediğini anlamaya başlayabilirsiniz.)
- Don't believe every thing you read literally. Learn to read between the lines.
  (Okuduğun herşeyi kelimesi kelimesine/genel anlamıyla kabullenme. Satır aralarını okumayı/onların altındaki gizli manaları bulmayı/çıkarmayı öğren.)
- I got a letter from Robyn and she isn't happy. She didn't say anything but I could tell by reading between the lines that something's wrong.
  (Robyn'den mutlu olmadığına dair bir mektup aldım/geldi. Herşeyi yazmamış/anlatmamış ama satır aralarını okuduğumda şunu diyebilirim ki bir sorunu var.)
- A good writer doesn't tell the reader everything directly but leaves it up to the reader to figure things out for themselves by reading between the lines.
  (İyi bir yazar okuyucuya herşeyi doğrudan anlatmaz/yazmaz/sunmaz ama bazı şeyleri satır aralarını okuyup kendilerinin bulup anlaması için bırakır.)

* gonna
= going to ifadesinin informal/günlük konuşma kısaltması
- What we gonna do now? (= What are we going to do now?)
  (Ne yapacağız şimdi?)

4 Kasım 2014 Salı

İngilizce Deyimler ve İfadeler 36

English Expressions & Phrases


have/get cold feet (about)

= lack the confidence or courage to do something
    to be timorous or afraid; have second thoughts
    loss of courage; fear
    to lose your desire or nerve to do something
    to get nervous and change your mind

= korkmak, çekinmek, gözü yememek, tırsmak, cesareti olmamak
    korkup vazgeçmek/kaçmak
    düşünceden/karardan soğumak, şüpheye düşmek, tereddütte olmak, kararında/niyetinde tereddüt etmeye başlamak



* I was going to tell him but I got cold feet.
  (Ona söyleyecektim/anlatacaktım ama korktum/çekindim.)

* Ella was coming too, but she had cold feet.
  (Ella da geliyordu/gelecekti ama korkup/çekinip gelmekten vazgeçti.)

* It's normal for young people to get cold feet before their wedding.
  (Gençlerin düğünlerinden önce korkmaları/kararlarından şüpheye düşmeleri normal/doğal bir şeydir.)

* I'm getting cold feet about this nickname I picked.
  (Seçtiğim rumuz/takma isimden gitgide soğuyorum.)

* Mary knew Todd had bought her engagement ring and was planning to propose on Valentine's Day. She just hoped he wouldn't get cold feet before then.
  (Mary, Todd'un nişan yüzüğü aldığını ve sevgililer gününde evlenme teklifinde bulunmayı planladığını biliyordu/haberi vardı. Sadece öncesinde umarım korkmaz diye ümit ediyordu.)

* Sometimes the bride or groom might not show up to their wedding because they’ve gotten cold feet.
  (Bazen gelin ya da damat korkup düşünceleri değiştiği için düğünlerinde ortadan kaybolurlar.)

* Lisa wanted to jump off the high diving board, but she got cold feet once she got up there.
  (Lisa en yüksek tramplenden atlamak istiyordu, fakat oraya çıktığında korkup vazgeçti.)

* The investors got cold feet and called the deal off.
  (Yatırımcılar korkup vazgeçerek anlaşmayı iptal/fesih ettiler)

* We're getting married next Saturday - that's if Trevor doesn't get cold feet! 
  (Önümüzdeki Cumartesi evleniyoruz, tabi Trevor korkup vazgeçmezse!)

* I'm worried she may be getting cold feet about our trip to Patagonia.
  (Patagonya seyahatimizden vazgeçeceğinden endişe ediyorum.)

* I was planning on asking the new kid on the block out on a date, but I got cold feet at the last moment and decided not to.
  (Bizim bloktaki yeni çocuğa çıkma teklif etmeyi planlıyordum/düşünüyordum fakat son anda kararımda tereddüt etmeye başladım ve çıkma teklif etmemeye karar verdim.)

* We’re a bit disappointed with Salima, because she seemed excited about starting a business with us and then suddenly she got cold feet.
  (Salima bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı/şaşırttı, çünkü bizimle bir iş kurmaya istekli/iş kurma konusuna heyecanlı görünüyordu ama sonra birden bire vazgeçti.)

* I hope Mary doesn't get cold feet about singing in public tonight. It's her first time, and she's very nervous.
  (Umarım Mary bu gece insanların önünde şarkı söyleme kararından vazgeçmez. Bu onun ilk seferi olacak ve çok gergin hissediyor.)

* I was going to try bungee jumping but I got cold feet.
  (Bungee jumpingi deneyecektim ama korkup vazgeçtim.)

* He couldn't step on the stage, he got cold feet.
  (Sahneye ayak basamadı/çıkamadı, korkup vazgeçti.)

* I was going to marry you, but I got cold feet.
  (Seninle evlenecektim ama korktum.)

* She got cold feet when asked to sing a solo.
  (Tek başına şarkı söylenmesi istendiğinde/teklif edildiğinde korktu/çekindi/cesaret edemedi.)

* He agreed to go bungee jumping with his friends, but he got cold feet when they arrived at the jump.
  (Arkadaşlarıyla bungee jumping yapmayı kabul etmişti/yapmaya razı olmuştu, ama atlama yerine gelince korkup vazgeçti/korktu/atlamaya cesaret edemedi.)

***

eslculips

3 Kasım 2014 Pazartesi

Şarkı Şarkı Şakır Şakır İngilizce 20

Learning English With Songs


Go West / Pet Shop Boys


Come on, come on, come on, come on

(haydi, haydi...)
(Together) We will go our way
(birlikte) (kendi yolumuza gideceğiz)
(Together) We will leave someday
(birlikte) (birgün/günün birinde yola çıkacağız/buralardan ayrılacağız/buraları terk edeceğiz)
(Together) Your hand in my hand
(birlikte) (el ele tutuşup.)
(Together) We will make our plans
(birlikte) (planlarımızı yapacağız)
(Together) We will fly so high
(birlikte) (çok yükseklere uçacağız)
(Together) Tell all our friends good-bye
(birlikte) (bütün arkadaşlarımıza veda edeceğiz)
(Together) We will start life new
(birlikte) (yeni bir hayata başlayacağız)
(Together) This is what we'll do
(birlikte) (yapacağımız şey işte bu)

(Go West) Life is peaceful there
(Batı'ya git) (hayat/yaşam orada rahat/huzurlu/dingin/sakin)
(Go West) In the open air
(Batı'ya git) (açık havada)
(Go West) Where the skies are blue
(Batı'ya git) (gökyüzünün mavi olduğu)
(Go West) This is what we're gonna do
(Batı'ya gitmek) (yapacağımız şey işte bu)
***
(Go West, this is what we're gonna do, Go West)
(Batı'ya gitmek, yapacağımız şey işte bu, Batı'ya gitmek)

(Together) We will love the beach
(birlikte) (sahile bayılacağız/sahil çok hoşumuza gidecek)
(Together) We will learn and teach
(birlikte) (öğrenip öğreteceğiz)
(Together) Change our pace of life
(birlikte) (yaşam tempomuzu değiştireceğiz)
(Together) We will work and strive
(birlikte) (çalışıp çabalayacağız)
(I love you) I know you love me
(seni seviyorum) (beni sevdiğini biliyorum)
(I want you) How could I disagree?
(seni istiyorum) (aksini nasıl söyleyebilirim ki?)
(So that's why) I make no protest
(işte bu yüzden) (karşı çıkmıyorum/itiraz etmiyorum)
(When you say) You will do the rest
(dediğinde/söylediğinde) (gerisini yapacağını/bundan sonrasını ben halledeceğim)

(Go West) Life is peaceful there
(Go West) In the open air
(Go West) Baby you and me
(Batı'ya gitmek) (sevgilim sen ve ben)
(Go West) This is our destiny
(Batı'ya gitmek) (bu bizim kaderimiz)
(Go West) Sun in wintertime
(Batı'ya git) (kışları güneşli/sıcak)
(Go West) We will do just fine
(Batı'ya git) (gayet iyi olacağız/rahat edeceğiz)
(Go West) Where the skies are blue
(Go West, this is what we're gonna do)

There where the air is free
(orası özgürce yaşanılan/dolaşılan yer)
we'll be (We'll be) what we want to be
(olacağız, olmak istediğimiz şey olacağız)
Now if we make a stand
(şimdi mücadele edersek)
we'll find (We'll find) our promised land
(cennetimizi buluruz/cennetimize kavuşuruz)

(I know that) There are many ways
(biliyorum) (bir çok yolu olduğunu)
(To live there) In the sun or shade
(orada yaşamanın) (güneşte veya gölgede)
(Together) We will find a place
(birlikte) (bir yer bulacağız)
(To settle) Where there's so much space
(yerleşmek için) (çok fazla odanın/geniş geniş odaların olduğu)
(Without rush) And the pace back East
(sıkış tıkış olmadan) (ve memleketimiz Doğu'nun temposu olmadan)
(The hustling) Rustling just to feed
(koşuşturmak olmadan) (gayret etmek olmadan sırf/sadece beslenmek için)
(I know I'm) Ready to leave too
(biliyorum) (gitmek için ben de hazırım)
(So that's what) We are gonna do
(işte bu) (Yapacağımız şey)

(What we're gonna do is
Go West) Life is peaceful there
(Go West) There in the open air
(Go West) Where the skies are blue
(Go West) This is what we're gonna do
(Life is peaceful there) Go West
(In the open air) Go West
(Baby, you and me) Go West
(This is our destiny)
Come on, come on, come on, come on

(Go West) Sun in wintertime
(Go West) We will feel just fine
(Go West) Where the skies are blue
(Go West) This is what we're gonna do
(Come on, come on, come on, come on)
(Go West)

---------- --

* to make a stand
= direnmek, direnerek savaşmak/mücadele etmek, karşı durmak
- He refused to accept it anymore and he decided to make a stand.
  (Daha fazla kabullenmeyi reddedip direnmeye/karşı koymaya karar verdi.)
- We have to make a stand.
  (Direnmeliyiz/karşı koymalıyız.)

2 Kasım 2014 Pazar

İngilizce Deyimler ve İfadeler 35

English Expressions & Phrases


take a chance

= to risk; to try something risky
    take a risk; endanger oneself
    do something that might result in danger or failure
    take advantage of an opportunity that is potentially risky
    take a risk in the hope of a favorable outcome
    try something where failure or bad fortune is likely
    take a flyer

= risk almak, riske girmek, riski/tehlikeyi göze almak
    şansını denemek



* A: Tom, the lion might wake up!
  (Tom, aslan uyanabilir/kalkabilir.)
  B: I know but I'm going to take a chance.
  (Biliyorum/farkındayım ama risk alacağım/riske gireceğim/şansımı deneyeceğim.)

* Come on, take a chance. You may lose, but it's worth trying.
  (Hadi, şansını dene. belki kaybedebilirsin/kaybedersin ama denemeye değer.)

* I'm not reckless, but I don't mind taking a risk now and then.
  (Gözü kara biri değilimdir, ama arada bir/bazen riske girerim/riski göze alırım.)

* The bank was prepared to take a chance and lend him 40% of the purchase price.
  (Banka risk alıp ona alış fiyatının %40'nı faizle borç/kredi vermeye hazırdı.)

* I can't take a chance like that.
  (Böyle bir riski göze alamam/böyle bir riske giremem.)

* Yes, it's possible I won't win, but I'll take a chance.
  (Evet, kazanamama/kaybetme ihtimalim var, ama riske gireceğim/şansımı deneyeceğim.)

* I was miles from home, it was dark, and I had been told to be very careful, but when the car stopped, I took a chance and got inside.
  (Evden kilometrelerce/çok uzaktaydım, hava kararmıştı, bana çok dikkatli olmam söylenmişti, fakat bir araba durduğunda, riski göze alıp arabaya bindim.) 

* I'm taking a chance telling you this, but....)
  (Sana bunu söyleyerek/anlatarak riske giriyorum, ama...)

* He took a chance by supporting the unknown artist.
  (Tanınmamış/adı duyulmamış bir sanatçıyı destekleyerek riske girmişti.)

* The mountain was icy and dangerous, but we took a chance and climbed up.
  (Dağ buzlu ve tehlikeliydi ama tehlikeyi göze alıp tırmandık.)

* We spent $10.000 on advertising. We took a chance, but it didn't work.It didn't increase sales.
  (Reklama on bin dolar harcadık. Risk aldık ama işe yaramadı. Satışları arttırmadı.)

* I dont want to go cause I will get in trouble, but you never know, you have to take a chance.
  (Başım belaya girebilir/başıma kötü birşey gelebilir diye gitmek istemiyorum, ama asla bilemezsin, şansını denemek/risk almak zorundasın.)

* Take a chance in this new game.
  (Bu yeni oyunda şansınızı deneyin.)

* It is just not worth taking any chances.
  (Risk almaya/riske girmeye değmez.)

* It was probably safe, but she was taking no chances.
  (Muhtemelen güvenliydi/bir tehlikesi yoktu ama hiç riske girmiyordu.)

* The rope might break, but that's a chance we'll have to take.
  (İp kopabilir ama bu göze almak zorunda olduğumuz/göze almamız gereken bir risk.)

* After losing $20,000 on my last business venture, I'm not taking any chances this time.
  (Son ticari girişimimde yirmi bin dolar kaybettikten sonra/kaybedince, bu aralar hiçbir riske/riskli işlere girmiyorum.)

* I'm going to take a chance and buy gold. It's a gamble, but....
  (Riske girip altın alacağım. Rizikolu/riskli bir iş bu ama...)

* When installing electrical equipment don't take any chances. A mistake could kill.
  (Elektirkli cihaz kurulumunda hiçbir riske girmeyin. Bir hata ölüme sebep olabilir.)

* The car might break down but that's a chance we'll have to take.
  (Araba bozulabilir ama bu riske girmek/bu riski göze almak zorundayız.)