11 Haziran 2013 Salı

KAHVE MOLASI - İskender Pala

Bundan bir kaç sene evveline kadar İskender Pala'ya hep mesafeli duruyordum. Benim gözümde İskender Pala, süslü ve ağdalı cümleler kuran, işi gücü sadece divan edebiyatı olan bir isimdi. Bunda büyük abimin payı vardı elbette. Daha ilkokul ve ortaokulda iken abimin okuduğu İskender Pala kitaplarına bakardım. Galiba anlamamanın verdiği kızgınlığı yazara yüklemiştim.

Divan şiirini sevdiren adamı ancak bu önyargımı yıktıktan sonra sevebildim.

Efsane bir ilk oldu benim için. Şubat ayında okuduğum bu romanı yazarın 7 kitabı takip etti. 2013 senesi Haziran ayına gelmişken, İskender Pala'nın 8 kitabını okumuş oldum. Anlaşılan, bu sene İskender Pala'ya çalışmışım.

İşte Kahve Molası yazarın okuduğum sekizinci/son kitabıydı. Okuma şartlarım hiç de kitabın ismine uygun değildi. Günü birlik arkadaşla Ankara'ya gittik bu son Cumartesi. Arabada gidiş ve dönüşte ve bir de bir saatlik AVM molasında kitabı bitirmiş oldum.


Elimde kırmızı kalemim... Araba viraj yaptıkça altını çizdiğim satırlar karalamaya döndü neredeyse...

Kitabı kesinlikle tavsiye ediyorum. Kültür ve tarih sohbeti tadındaki bu eseri sıkılmadan okuyacak ve seveceksiniz. Heybemize dolduracağımız çok değerli bilgiler var sayfalarında...

İşte kitaptan altı çizilesi paylaşımlar...

* "Tarihin arka sokaklarında dolaştığım uzun yıllar boyunca pek çok insanla karşılaştım. İtiraf etmeliyim ki ne sefere giderken üzümünü kopardığı asmaya akçe kesesini bağlayan atama rastlayabildim, ne de harem havuzunun çevresinde yarı çıplak cariye kovalayan sultana."

Ahh şu tarihi olduğu gibi bırakabilsek keşke... Bugünü ve geleceği zaten kirletiyoruz, bari tarihe insaf dairesinde yaklaşabilsek...
Efsanelerin ve yalanların olmadığı sadece gerçeklerin olduğu bir tarih... Ne güzel olurdu değil mi?

* "Toprak altındaki bedeni ölü ama gönlü diri kişi, yüreği ölmüş ama vücudu diri kişiden daha iyi değil midir?"

Ne kadar doğru, değil mi? Cismin gider dünyadan da adım hep yaşar.

* "Sultan 2.Murat, oğlu 2.Mehmet'e tahtı emanet ettikten sonra huzuruna izinle girer, karşısında el pençe divan durarak "Hünkarım!" yahut "Devletlüm!" hitabıyla, o da izin verilirse, konuşabilirmiş."

Sergilenen tavra bakın! Henüz 14 yaşında bir delikanlı ve üstelik oğlun... Burada saygı kişiden öte makama gösteriliyor. Çünkü o makamdaki kişi devleti temsil ediyor. Bugün devletin idarecisine mesela başbakanına takınılan tavrı bir kıyaslayalım bununla.

* "Dili arılaştırma adı altında kelimeleri değiştirmek isteyenlerin bazıları, aslında kelimeleri değil, o kelimelerin arka planını oluşturan düşünce sistemini, anlayış ve dünya görüşünü hedef edinmektedirler."

Çok doğru... Mesela "güle güle" geldi, "Allahısmarladık" gitti. Sadece kelime mi değişti sizce?

* Esperanto Dilini duymuş muydunuz? 1880'li yıllarda Polonyalı Yahudi Zamenhof tarafından geliştirilen bir dil. Amaç, tüm insanların birbirini anlayabileceği bir ortak dil oluşturabilmek. Bizi ilgilendiren kısım ise bu fikri hayata geçirmek isteyen ilk kişinin bir Türk olması: Ekmekçizade Mehmet Muhiddin Efendi ve Balibilen dili...

* "Evladım! Rızkını iyilerle paylaş. Çünkü iyiler arkadaşsız yemek yemezler."

* "Şeriatta şu senindir, bu benim
    Tarikatta hem senindir, hem benim
    Hakikatte ne senindir, ne benim"

* İstanbul Fatih'teki Kıztaşı dikilitaşının Bizans'ta bir kız yahut kadının namusundan şüphelenilecek olunduğunda bu sütunun altına götürüldüğü ve dikilatışın üzerinde heykeli bulunan Afrodit'in namus konusunda karar vermesinin beklendiğini biliyor muydunuz?

* "Tohum, büyüyüp gelişmek için önce toprağa düşmek zorunda. Öyle ya, her mütevazı olanı Allah'ın rahmeti büyütür."

* Turist taşıyan otobüs dinlenme molası verir. Muavin garsona 35 turist ile kendisi ve şoförü kastederek seslenir: "35 kahve, 2 nescafe"

* Adım= at-ı-m (ayağı bir defa öne doğru atmak)

* "Geçmişten birikim almadıktan sonra geleceğe ne bırakabiliriz?"

* "Kültür kılıca hep galip gelmiştir. Milletleri yıkan, savaştaki değil, kültürdeki mağlubiyettir."

* "Ana dilini güzel konuşup yazmayı edebiyat sanıyorlar."

Bu algının olduğu toplumda edebiyat tabi ki gelişemez.

* "Tenkit aslında müessire (eser sahibi) değil esere yönelik olması gerekirken, bizde maalesef bunun tam tersi anlaşılır."

* "Arkadaş mı daha iyidir yoksa kardeş mi? - Kardeş dost olsa daha iyidir."

* "İnsanın bazen dinlediklerini de duydukları gibi algılaması bir erdemdir."

10 Haziran 2013 Pazartesi

Yapılmadan Yıkmaya Çalıştığımız Köprü

İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprünün temel atma töreninde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün köprüye verilecek ismi açıkladığı andan itibaren bir tartışma aldı başını gidiyor:

"Neden Yavuz Sultan Selim Köprüsü?"

 
Deniliyor ki Yavuz Sultan Selim ismi bir yerlere mesaj verilmek amacıyla bilinçli olarak tercih edildi. Bu isimle hem İran’a, hem Suriye’ye ve hem de İslam âlemine mesaj veriliyordu. (Yavuz Sultan Selim İran’ı mağlup etmiş, Suriye’yi fethetmiş ve hilafeti de Osmanlı’ya getirmişti.)
 

Bununla birlikte bir gerçek var ki köprünün ismi Alevi vatandaşlarımızı rahatsız ediyor.

Yavuz Sultan Selim’in alevi katliamı yapıp yapmadığı bir tarih meselesidir. Ben bu meselenin toplum kısmıyla ilgiliyim. Çünkü alevi dostlarım, komşularım var. Çünkü benim ülkemde aleviler yaşıyor.

Yavuz Sultan Selim ve alevi katliamı meselesinde toplumuzdaki genel inanışları şöyle özetleyebiliriz:

- Yavuz bir Sünni olarak planlı/programlı bir şekilde alevi katliamı yapmıştır.

- Yavuz, Sünni-alevi çatışmasından değil, otoriteye isyan ettikleri için alevi katliamı yapmıştır. Bu sebeple, isyan edenler Sünni olsaydı da aynı hadiseler yaşanacaktı.

- Hayır kesinlikle iddia edildiği gibi bir hadise yaşanmamıştır.
 

Bu ülkenin alevi vatandaşları bu tarihi iddiayı gerçek kabul edip buna inanıyor olabilirler. Bunu ve bu ismin alevi vatandaşlarımızı neden rahatsız ettiğini ve üzdüğünü anlamamız gerekiyor. Bu açıdan bakarsak köprüye başka bir ismin mesela Mimar Sinan isminin verilmesi düşünülebilir.
 

Buraya kadar her şey normal…

Normal olmayan ve ürkütücü olan, alevi vatandaşlarımızın bu ismin sünnilerce kasıtlı olarak seçildiğine inanılmasıdır. Eğer bu inanç mevcut ise, asıl düşünmemiz gereken mesele budur.

Gönüller ayrı ise, bu ülkenin her yerini köprülerle doldursak ne ola?

 
Öte yandan, köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesinin Alevi vatandaşlarımızı rahatsız ettiğini düşündüğümüz gibi, Aleviler de beraber yaşadıkları halkın büyük çoğunluğunca sevilen bir Osmanlı padişahı olan Yavuz Sultan Selim hakkında sarf edilen sözlerden incindiklerini düşünmelidirler.

Ve biri lütfen açıklasın, neden yakın tarihimizde Dersim gibi bir acının yaşanmasına sebep olan kişilere ve zihniyete gösterilen tepki, köprünün ismine gösterilen tepkinin onda biri kadar olmuyor? Havaalanına Sabiha Gökçen isminin verilmesi bu kadar tepki aldı mı bu ülkede?


Bu halkın büyük bir çoğunluğu Yavuz Sultan Selim’i seviyor. Onu bu topraklara, millete ve islama büyük hizmet etmiş bir padişah olarak görüyor. Bu yüzden çocuklara Yavuz Selim ismi konuluyor. Ve hatta bir baba bir oğluna Hasan/Hüseyin ismini verirken diğer oğluna hiç düşünmeden Yavuz Selim ismini verebiliyor.

Siz hiç Yezid, Muaviye isminin verildiğini duydunuz mu?

Muaviye ve Yezid’deki ortak algının Yavuz selim isminde olmaması kimin suçu? Demek ki burada bir art niyetin aranması doğru değil.
 

Ayrıca ismini Yavuz Sultan Selim koymak için köprü yapılmadığına göre, köprüyü yani projeyi daha önemsememiz gerekmez mi?

Ne dersiniz, bu isim köprü ve otoyol yapımıyla meydana gelecek çevre sorunlarını gözden uzak tutmak için tercih edilmiş olamaz mı?
 

Bu arada sevinmemiz gereken bir gelişmeyi de göz ardı etmeyelim:

Eskiden köprüye karşı çıkılırdı, şimdi ise isme itiraz geliyor.

9 Haziran 2013 Pazar

Gezi Parkında Unutulmuş İki Soru

Her şey ağaca sarılan elleri çözmek için ellerin uzanmasıyla başladı. (?)

Sorulacak çok soru var. Bu aslında güzel bir şey. Soracak sorumuz varsa, cevap almaya/bulmaya layıkız demektir.

Gezi parkında ve daha sonra neredeyse tüm yurda yayılan eylemlerde kimler vardı? Bunun cevabını verebilirsek, meselenin ne olduğu üzerine daha sağlıklı sorular sorabiliriz.

Gezi parkında ağaçlar kesilmesin diye çadırında nöbet tutan çevreye duyarlı gönüllüler vardı. Ben bahçemde büyük bir hevesle diktiğim dört meyve ağacına –meyve vermeye başladılar halbuki- gerekli özeni gösteremesem de bu hassasiyeti çok iyi anlayabiliyorum. Öyle ki çevre problemleri için kendini zincirleyen eylemcilere hiç şaşkın şaşkın bakmamışımdır. Bir balina için hiç gözyaşı dökmedim ama balina katliamı için çırpınan insanlarla arama mesafe koymadım asla.

Ben bunu anlayabiliyorken, İstanbul gibi koca bir şehrin yöneticileri anlamamışlar mıdır? İtiraf edemesek de gözlerimiz mecbur bırakıyor bizleri, bu yerel yönetim İstanbul’a yeşillik adına çok büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Öyleyse bu insanlar böyle bir müdahaleye neden maruz kaldı?

Polis emir alır. Emri söylendiği veya anladığı şekilde uygular. İki ihtimal var: Polis ne dendiyse aynen ona göre hareket etti. Polis söyleneni yanlış anladı veya “sabahın köründe bizi ne hallere soktunuz, alın size” diyerek kişisel siniriyle hareket etti. Toplu sinir?  Zor… bu ihtimal zayıflıyor.

Polise emir verenler nasıl bir sadist ruha sahip ki böyle bir müdahale yaşanıyor? Bu mümkün müdür? Herkes tanıdığı vali ve emniyet müdürüne göre bu sorunun cevabını versin. İnsaf sahipleri bu ihtimalin de zayıf olacağını söyleyecektir.

Peki, komplo olamaz mı? Bizler her meselede devlet içinde devlet aramayı seviyoruz. Bu meselede niye bu ihtimal uzak tutuluyor?

Mesela cemaat… Hani hep deniliyor ya, cemaat emniyette çok güçlü… F tipi yapılanma vs… Ve duymuyor muyuz ve şahit olmuyor muyuz; cemaat ile hükümet bir çekişme içinde. Hakan Fidan krizi bunun en bariz örneği değil mi? Belki koparılmak istenen ağaç değildir, “fidan”dır.

Bu soruya cevaplarımızı hızlı hızlı vermeyelim. Olay sonrası cemaatin takındığı tavrı da göz önünde bulunduralım. Her olayın arkasında Ergenekonvari yapılanmayı gösteren cemaat neden bu olayda farklı tavır takındı?

Vurma-kırmalar ve yakmalar haricinde sokaktaki halk haklıydı, Erdoğan ise suçluydu. Çünkü aşırı otoriter bir tutum içine girmişti. Gücünü paylaşmıyordu.
Gücünü kimle paylaşmıyordu?
Kadrolaşmada tek kaynak olmayı isteyen cemaat ile başbakanın bu konuda çatışma içinde oldukları epeydir konuşulmuyor muydu?

Ülkem zarar görüyorsa, her ihtimalin düşünülmesinde fayda var.

Belki aradığımız cevap, sormak istemediğimiz sorudadır.

 
Kimler vardı sorusuna devam edelim.

Polisin aşırı şiddetini gören (nerede gördüler?) insanlar buna doğal bir tepki olarak gezi parkına koştular. Bu nedenle sokağa dökülen insanlar olayı nereden gördüler çünkü medya hala anlaşılmayan bir nedenle olayı görmemezlikten gelmişti.  
 
Alın size bir ikinci soru:
Bu kadar büyük bir medya anlaşma olmadan böyle bir olaya karşı nasıl ortak bir tepki gösterebilir? Eğer olay ani geliştiyse, bu ortak tepkinin doğal olarak zuhur ettiğini söyleyebilmek epey zor değil mi?
O zaman olay ani, plansız gelişmemiş olabilir diyebilir miyiz?
 

Gezi parkında kimler vardı sorusunu sordukça cevap yerine sorular geliyor.

Eylemci gruptan daha iki sınıfı düşünmüşken cevabı zor iki soru elimizde kaldı.

Bu iki soru cevapsızken, başka soru sormaya gerek var mı?

8 Haziran 2013 Cumartesi

Heyy Facebook Arkadaşım! Arkadaşım Olur musun?

Facebook ....... isimli profil, yaş 20, arkadaş sayısı 2768...
 
Hep şunu sorardım kendi kendime:
"Bir insanın binlerce arkadaşı nasıl olabilir?"
Ben iki yüzü geçmemesine dikkat ettiğim arkadaş listemle bu sorunun cevabını kendime çoktan vermiştim zaten.
 
Ve bir gün bir olay meydana geliyor... Ben yarı yarıya saflara bölünen bir arkadaş listemin olduğunu görüyorum.
Benim bu safın hangisinde yer aldığımın ne önemi var ki?
 
İnsanların ciddi ciddi yaralandığı ve hatta ölümlerin kaçınılmaz olarak yaşanacağının belli olduğu bir hadisede bir önceki gün yediğimiz yemeğin fotoğrafını, sevdiğimiz şarkının linkini paylaşan bizlerin şaşılacak derecede değiştiğimizi görüyorum. Ve asıl şaşılacak şey, kimse buna şaşmıyordu.
 
Sorumsuzca paylaşımlar... Bulunmadığın ortama ait resimler, videolar yayınlamalar... Sözün nereye gideceğini düşünmeden karalanan yazılar...
 
Oysa facebook duvarında "ne düşünüyorsun" yazıyor. Yani "düşünmeden yazma" diyor, "düşün öyle yaz" diyor. "Ben buradayım, acele etme, bin düşün bir yaz" diyor yani.
 
Tarih 06/06/2013... Facebook duvarımda bin düşünerek, defalarca silerek şu satırları paylaşıyorum:
 
"Arkadaşlar!
Hepimiz bir sınavdan geçiyoruz.
Lütfen sağduyu...
Tayyip Erdoğan, sen, ben veya bir başkası... Geçici bunlar... Kalıcı olan bu vatan...
Benim iki çocuğum var, bunlar Tayyip Erdoğan'ı görmeyecek, ben onlara bu vatanı, bu toprakları bırakacağım...
Geçici olanı yaralayalım/öldürelim derken kalıcı olana zarar veriyoruz.

Neye tarafsın? Taraf olduğun şey seni o kadar bağlamış ki doğrulara değil, tarafına bakıyorsun sadece...
İşte o yüzden tarafından, senin gibi düşünenlerden paylaşım yapabiliyorsun..

Mesela ölen göstericiyi duvarında paylaşırken ölen polisi görmüyorsun.
Mesela ölen polisi görürken, ölen göstericiyi görmüyorsun.
Mesela polis copunu, biber gazını, darbını paylaşırken, atılan taşları, yakılan araçları görmüyorsun.
Mesela atılan taşları, yakılan araçları görürken, polisin şiddetini görmüyorsun.
Mesela Taksim'de "mevlid simidini" görürken, başörtülülere, namaza gidenlere hakareti, camide içki içenleri görmüyorsun.
Mesela İslama/dine hakareti görürken, eylemdeki dindarları, kandil duyarlılığını görmüyorsun.
Mesela çapulcuyu duyuyorsun, O.Ç. Tayyip küfürlerini duymuyorsun.
Mesela O.Ç. Tayyip küfürlerini duyuyorsun, çapulcuyu duymuyorsun.

Fark edelim artık... Ölüyoruz...
Hiç bir şey duyamayacak hale gelmeden önce duyalım her şeyi... Kendimiz duyalım, kendimiz görelim, kendimiz düşünelim...

Gelin facebook arkadaşlığını değiştirelim... Bu mecrayı güzel kullanalım...
Birlikte düşünelim... Tartışarak düşünelim... Birbirimizi ikna etmek için değil, birbirimizi anlamak için tartışalım...
Açalım bir sayfa... Madde madde yazalım ve üstünde konuşalım... herkes samimi şekilde düşüncelerini yazsın... 
Farklı düşünceden korkmayalım. Benim her düşünceden arkadaşım olmalı, bu benim zenginliğim... Ama benim arkadaşlarım kesinlikle insan olmalı...
Var mısınız?"
......
 
Galiba Facebook arkadaşlarımızla arkadaş olabilirsek, sorunlarımızı çözmek için umutlanabiliriz.
 
 
 
 
 
 

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Arnavutluk-Karadağ-Hırvatistan Gezisi Final Raporu

YOL

7 günde 2115 km'si uçak, 1345 km'si araba olmak üzere toplam 3460 km yol kat ettik. İşte bu da izlediğimiz rotanın haritası tıklayınız

İstanbul-Tiran                   765 km
Tiran-Berat                       130 km
Berat-İşkodra                    230 km
İşkodra-Budva                    90 km
Budva-Rijeka Crnojevica   40 km
Rijeka- Cetinje                   20 km
Cetince-Lovcen                  15 km
Lovcen-Kotor                     30 km
Kotor-Split                        350 km
Split-Zadar                        140 km
Zadar-Zagreb                    300 km
Zagreb-İstanbul               1350 km


toplam= 2115 km uçak+ 1345 km araba = 3460 km

* Arnavutluk yolları gerçekten kötü. Özellikle Berat yolu rezalet. Fakat Durres-İşkodra yolu fena değildi. Karadağ ve Hırvatistan yolları iyiydi.
* Zaman kısıtlı olduğu için taksi tuttuk. Bu rotanın neredeyse tamamını toplu ulaşımla halledebilirsiniz.

HARCAMA
Üç kişilik harcama sonucunda kişi başı 7 günde 695 Euro harcadık. Bunun 375 Euro'su yol/taksi ücreti...
Bu seyahat bize adam başı uçak, vize vs toplam 2500 TL'ye mal oldu.

son söz
* Seyahat işi sabır işi... Yol arkadaşınızı iyi seçin. Benim yol arkadaşlarım çok şükür çok iyi idiler. Horlama sorunu hariç...
* Mutlaka planlı olun. Bu yedi günde İstanbul'da neyi planladıysam hepsini yerine getirdik. Planlı olmasak bu vakte bu programı sığdıramazdık.
* Bu üç ülkeye bir daha gitmek isterim. Pişman olduğum yer olmadı. Size tavsiyem, tek ülkeyi detaylı gezin. Mesela üç gün Arnavutluk, üç gün Karadağ, dört-beş gün Hırvatistan...

Herhangi bir sorunuz olursa lütfen çekinmeden bana yazınız.
Teşekkürler

21 Mayıs 2013 Salı

7 Gün 3 Ülke (ARNAVUTLUK-KARADAĞ-HIRVATİSTAN) 6.Bölüm


7.Gün Plitvicka-Zagreb
     (13 May 2013)

Uykusuz gecenin ardından gün oluyor. Murat ve Enes performanslarına devam ediyorlar. Saat 6… kahvaltı için poğaça-börek almaya gidiyorum ve bu sayede sabah sporumu da yapmış oluyorum.

Murat ve Enes’i uyandırdıktan sonra saat 7’e doğru Josefin geliyor. Hostelimizin yanındaki kafede çay içip aldığımız poğaça-börekleri yiyoruz. Artık yola çıkma zamanı. Hedefimiz Plitvicka Milli Parkı

Yol boyunca dayanamayıp uyuyorum. Murat arabada hala uyuyor ve performansını devam ettiriyor. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Milli parka geliyoruz.

Zagreb ile Zadar arasında kalan Milli Park, birbirinden güzel 16 göl ve onları birbirine bağlayan şelalelerden oluşuyor. 1949′ta milli park haline getirilmiş. Hırvatistan’ın en eski milli parkı olma özelliği taşıyor. 1979′ta UNESCO’nun dünya doğal miras listesine alınmış.

Plitvice’yi tek ve bulunamaz yapan, yılın her döneminde göllerin, farklı mineral katman kalınlıklarına bağlı olarak yeşilin ve mavinin başka başka tonlarına bürünmeleri imiş. Bu parkı eşsiz kılan asıl nokta, on altı gölün birbirlerine küçük şelalelerle bağlanarak oluşturduğu büyüleyici görüntüler…

2 nolu giriş kapısında Josefin bizi bırakıyor. Önce bilet alıyoruz. Kişi başı 110 Kuna yani 40 TL’den daha az… Farklı yürüyüş rotaları yapmışlar ve bunları harflendirmişler. Bir nevi çamaşır makinesi programları gibi. Biz F rotasını seçiyoruz. Bu rota 3-4 saat arasında sürüyor.

Tabelalar çok düzenli ve yönlendirici. Harfini takip ederek rotadan sapmamış oluyorsun. Parkın içine adım attığınız andan itibaren müthiş bir doğa sizleri karşılıyor. Yeşilin her tonu ve çağlayan su…

 Önce tekneye binerek 150 metrelik mesafeye karşıya geçiyoruz. Oradan da başka tekmeyle aktarma yaparak şelaleler bölgesine geliyoruz. Tekneden inip tahtadan yapılmış yürüyüş yolunda yaklaşık yarım saat yürüyor ve büyük şelale mevkiine geliyoruz. Dilimiz tutuluyor. Enfes bir manzara…. Murat ve Enes aşağıda kalırken ben gözetleme terasına doğru merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Kesinlikle değiyor. Çok güzel açıdan şelaleleri ve gölü gözlemliyorum.

Rotamızı yürüyüş ile devam ettirip son olarak vagonlu araçlarla final noktasına geliyoruz. Tekrar Josefin’le 2 nolu kapıda buluştuğumuzda her birimiz doğada dolu dolu geçirdiğimiz dört saatin mutluluğu ile gülümsüyorduk…














 

Anı olarak milli parkın tişörtlerinden alıp yola koyuluyoruz. Josefin’in bildiği güzel bir restoranda yemek yiyoruz. Toplam hesap 50 Euro…

Saat 16:00 gibi Zagreb’e varıyoruz. Kesinlikle başkente vardığınızı anlıyorsunuz. Cep telefonundan haritada hostelimizi (Hostel Zagreb Mali Mrak) bulmamıza rağmen Josefin’in garipliğinden hostele varmamız 20 dakika gecikiyor.

Eşyalarımızı odamıza yerleştiriyoruz. Odamızda iki katlı bir ranza ve bir kişilik yatak var. Tuvalet-banyo dışarıda ortak. Kahvaltısız kişi başı 110 kuna…

İstikamet şehrin merkezi Trg Bana Jelacica meydanı… Ilıca caddesini takip ederek yürüyüşle meydana 15-20 dakikada varıyoruz. Murat ve Enes söyleniyorlar tramvaya binmediğimiz için. Oysa yürüyerek gezilir. Taşıtla bir yerden bir yere gidilir.

Şehir ve meydan çok canlı. At üstünde asker Jelacic’in heykelini fotoğraflıyoruz. Jelacic, 19. yy’da Macarlara karşı isyan hareketi başlatmış, savaşmış bir vali ve bir halk kahramanı. Heykel, Tito döneminde Hırvat milliyetçiliği ile bağlantılı olduğundan yerinden kaldırılıp gömülmüş. Ancak 1990 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra yeni hükümetin ilk işi heykeli yerinden çıkarıp meydana dikmek olmuş. Ayrıca kendisi bir dönem ülkesini Osmanlı tehdidinden de korumuş.

Bu meydan Zagreb’lilerin aynı zamanda buluşma yeri. Buluşmalar yine meydandaki beyaz saat kulesini işaret ederek "saat kulesinin altı" ya da heykeli yer göstererek "atın kuyruğunun altı" şeklinde oluyormuş.

Heykelin hemen yanında ise bir havuza akan Mandusevac Fountain/çeşmesi var. Bu su kaynağı 19 yy'a kadar Zagreb’in içme suyunu teşkil ediyormuş. Hikâyeye göre zamanla bu çeşme cadıların buluşma noktası olmuş. Şehrin isminin bu su ile ilgili de bir hikayesi var: Bir bahar günü savaştan dönen yorgun ve susamış komutana "Manda" adında bir kız  buradan "kaşık dolusu su" getirir. Kaşık dolusu su Hırvat dilinde "zagrabiti" demektir. Bundan sonra bahara kızın adından kaynaklanan  "mandusevac" şehre de kaşık dolusu sudan kaynaklanan "Zagreb" denmiş.

Meydan eski şehri aşağı ve yukarı bölge -Gornji grad (Upper Town), Donji grad (Lower town)- diye ikiye bölüyor. Aşağı bölgede daha çok 19. yy, yukarı bölgede ise 17. yy’dan kalma yapılar yoğunlukta.

Çeşmeden yukarıya doğru yürüyoruz. Görmemek mümkün olmayan, devasa boyutuyla insanı etkileyen St. Stephen (Zagreb) Katedrali karşımıza çıkıyor. 1094 yapımlı fakat 1899 yılında yeniden yapılmış olan bu katedralin iki gotik kulesi (105’er metre) bulunuyor.

Bu katedralin özelliği, içinde eski Slav alfabesi Glagoljica (İngilizce’de Glagolitic) ile yazılmış ve tüm bir duvarı kaplayan yazıt. Glagoljica, 850’li yıllarda iki keşiş tarafından İncil’i Slav dillerine çevirmek için icat edilmiş bir alfabe.

İkiz kuleleri ile karakterize Katedral şehrin en önemi sembolü. Katedral olarak anılmakla birlikte tam adı "The Catedral of the Assumption of the Blessed Virgin Mary"…

Katedral kadar önündeki sütun ve çeşme de bizi etkiliyor. Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu… Zagreb Katedrali’nin tam önündeki meydanda yer alan sütun, üzerindeki altın renkli Bakire Meryem ve melek heykelleriyle ünlü. Melek heykellerinin hemen altında ise şırıl şırıl suların aktığı bir çeşme bulunuyor.

Bu bölgeye Kaptol deniyor. Tekrar Jelacica meydanına yürüyüp güneş batmadan heykeli fotoğraflıyoruz. Hedefimiz tarihi füniküler… Bu füniküler tam yüz yıllık. 66 m uzunluğundaki füniküler alt ve üst şehri birbirine bağlaması ile dünyanın en kısa kablolu füniküleri unvanına da sahip... Alt-üst yükseklik farkı sadece 30 metre ve bu yolu 55 saniyede kat ediyor. Tek biniş ücreti 5 kuna.

Fünikülerle çıktığımız tepede hemen şehri yüksekten izlemek için Lotrscak Kula (Kule)’ye çıkıyoruz. Ücret kişi başı 10 Kuna… Manzara çok güzel… Tüm Zagreb’i doya doya izliyoruz. Özellikle de renkli kiremitleriyle meşhur St. Mark Kilisesi (Crkva sv. Marka) Kilisenin çatısında seramikten yapılmış ülkenin üç bölgesini temsil eden eski Hırvat ve Zagreb bayrakları bulunuyor.














 

Kule’den inip Ilıca caddesinde yürürken kalabalığını görüp vardır bir hikmeti diyerek niyetlendiğimiz dondurmacıda dondurma ve tatlı ziyafeti yapıyoruz. Bunları eritmemiz lazım. Ilıca caddesini yürüyerek hostelimize dönüyoruz.

Bu gece tedbirliyim. Murat uyumadan uyuyacağım ve öyle de yapıyorum.

Yarın sabah 10’da uçağımız var. Dönüş günü…

7 Gün 3 Ülke (ARNAVUTLUK-KARADAĞ-HIRVATİSTAN) 5.Bölüm


6.Gün Split-Trogir–Sibenik-ZADAR

(12 May 2013)

En geç bugün uyandım. Saat 7… Murat kalkmıyor. Akşam o biraz hava almak için şehri turladı. Enes’le ben bir saat kadar şehri gezeceğiz.

Split… Başkent Zagreb’den sonra ülkenin ikinci büyük kenti… Liman kenti… Birçok ünlü Hırvat sporcunun Split doğumlu olması nedeniyle, şehre “Dünyanın en sportif şehri” de deniliyor. Sembolü Dalmaçyalı köpeği ve eşek... Zagreb’le başta spor ve ekonomik olmak üzere her konuda büyük bir rekabet içinde Split... Aynı ülkede olup birbirinden bu kadar nefret eden iki şehir ve şehir halkı bulmak zor...

Elimizde notlarımız ve şehir haritamız doğruca Gurgura Ninskog heykelinin önünde bulunan Strossmayerov parkına gidiyoruz. Park güzel çeşmesiyle huzur veriyor. Heykel ise restore halinde olduğu için tamamen kapatılmış. Sadece ayak parmakları açık bırakılmış. Bu heykelin ismi ve hikayesi şöyle:

 Knin şehrinden gelen Aziz Yorgo heykeli,  Grgur Ninski isimli piskoposun anısına yapılan devasa bir heykel... Bu devasa heykeldeki kişi dini hizmetlerde Latince yerine Hırvatça kullanılmaya başlanmasının öncüsü olduğundan çok saygı görüyor. Heykelin ayak başparmağına dokunmanın iyi şans getirildiğine inanılıyor. Zaten heykelin başparmağı da dokunulmaktan parlamış.

Biz de heykelin ayak parmaklarına dokunup hemen arkasındaki sokaktaki kapıdan stari grada yani eski şehre giriş yapıyoruz. Dioklecijanova isimli dar caddeyi geçerek Peristil ve Dünya Kültür Mirası listesindeki Diocletian Sarayı’na ulaşıyoruz. Şehre, Roma İmparatoru Diocletianus’un yaşamak için yaptırdığı saray kompleksinin bulunduğu alan imzasını atmış durumda. Etrafı eski şehri meydana getiriyor. Tıpkı oğlu Konstantin’in İstanbul’a adını vermesi gibi… Split (Solin)de doğan ve Roma'yı ilk defa ikiye bölerek (doğu-batı) tetrarşi dönemini getiren Roma imparatoru Diocletianus, Diokletian sarayını Split'te yaptırmış. ( 2. Diokletian sarayı İzmit'te yapılmış ve Doğu Roma'nın ilk başkenti seçilmişti).

Daha evvel imparator Diocletian’ın Mozolesi olan yerde bugün St. Domnius Katedrali var. Katedral ve bitişiğindeki kule gerçekten olağanüstü. Fotoğraf çekerken kendimizen geçiyoruz. Hedefimiz kuleye çıkmak… Kuleye çıkıp tüm şehri izliyoruz. (kişi başı 15 kuna, yani 5 TL)

Aşağıya inip Peristyle’yı yani katedralin önündeki sütunlu alanı geziyoruz. Merdivenlerle sarayın altına, mahzene iniyoruz. Şimdi çarşı olarak kullanılıyor. Tekrar Peristyle’a çıkıp oradan Hrvojeva caddesine geçiyoruz. Satıcılardan tişört alıyoruz. Tabi ki Haiduk Split tişörtleri… Espri olsun diye satıcıya Enes’in Dinamo Zagreb taraftarı olduğunu söylediğimde kadının suratı ekşiyor. Belki de bu yüzden hiç indirim yapmıyor. Baskılı tişört 45-50 kuna…








 

Tekrar parkın üstündeki caddeye çıkıp Enes’le kahvaltı yapıyoruz. Baya acıkmışız. İkişer tabak peynir ve omlet yiyoruz. Hesap 130 Kuna yani 40 TL civarı…

Hosteldeyiz. Murat’ı uyandırmak kolay olmuyor ama suyun kaldırma kuvvetinden yararlanıyoruz. Saat 10… Slavin ve biz hazırız.

Yoldayız. İlk durağımız, Split’ten yaklaşık 30 km uzaklıktaki Trogir… Aslında burası adayken şehre iki köprü ile iki taraftan bağlanıyor ve yarımada halini alıyor.

Gerçekten söylenecek kelime yok. Trogir muhteşem… Bu seyahatte gördüğüm en güzel güzellik… Burada yaşamak isterim… Unesco boşuna tüm şehri dünya mirası listesine almamış.

Slavin bizi St. John the Baptist kilisesinin yakınında bırakıyor. Kiliseyi fotoğrafladıktan sonra Kuzey Kapısından şehre giriş yapıyoruz ve doğruca St.Lawrence katedralinin bulunduğu meydana (Loggia) geliyoruz. Katedral ve meydan oldukça etkileyici… 14. yy tarihli saat kulesi de meydanın diğer bir incisi…

Meydanda bir süre vakit geçirdikten sonra Güney kapısı istikametinde dar sokakları takip ediyorum. Bu arada Enes ve Murat meydanda kalıyor. Güney kapısından sahile çıkış yapıyorum. Şehir bir başka güzel… Camerlengo kalesine doğru yürüyorum. Kaleye giriş 20 kuna. Çok güzel manzaraya sahip kale ve yüksekten tüm şehri gözlemleyebiliyorsunuz.











 

Meydanda Murat ve Enes’le buluşup arabaya gidiyoruz. Yine yollar. Yeni durağımız Sibenik (Şibenik diye okunuyor)… Hırvatların tarihte kurdukları ilk şehir…

Yolda Sveti Stefan misali güzel bir şehir olan Primosten şehrinin yol üstünden fotoğraflıyoruz. Bir daha gelmek nasip olursa, burayı programa almak lazım diye not alıyorum.

Sibenik’e vardığımızda Slavin bizi şehir merkezinde indiriyor. Poljana diğer adıyla eski Tito meydanından aşağıya sahile doğru parkın içinden iniyoruz. Aşağıda Kral Petar’ın heykeli karşılıyor bizi. Sahilde boat fuarı var. Zamanımız yok, kıyıdan eski şehre doğru adımlıyoruz. St.Jakob katedraline çıkan merdivenlerden eski şehre ve geniş meydana doğru giriş yapıyoruz. Oldukça etkileyici bir manzara… Sırf bu alan için bile bu şehre gelinir. Eski taş yapılar, görkemli binalar… Görsel şölenin keyfini çıkartıyoruz. St. Barbara kilisesini ve saat kulesini gözlemledikten sonra şehrin dar sokaklarına adım atıyoruz. Pazar gününün sakinliği… Dükkanlar kapalı… Şehri bitirip Slavin’le parkta buluşuyoruz.








 

Şimdi hedefte bu akşam konaklayacağımız Zadar var. Güzel manzaralar eşliğinde yolculuğumuzu sürdürüyoruz. Hostelimiz Zadar’a gelmeden 5 km mesafedeki Bibinje tatil beldesi.. 5-10 dakikalık uğraştan sonra kalacağımız Sime Simunic Apartment’I buluyoruz. Çatı katı bize ait. Tam bir daire. Kahvaltısız kişi başı 10 Euro…

Eşyalarımızı bırakıp aşağıda bizi bekleyen Slavin’le beraber Zadar’a yol alıyoruz. Slavin bizi tam Kral Tomislav caddesindeki köprü başında indiriyor. Slavin’le vedalaşıp kapıdan eski şehre giriş yapıyoruz. Eski şehir derin bir hendek ile anakaradan ayrılmış ve günümüzde yarımada halini almış.

Giriş kapısının yanındaki merdivenden yukarı çıkarak üst yola ulaşıyoruz. Kara Kapısı yönünde yürüyüp Kraliçe Jelena Madijevke meydanına ulaşıyoruz. Burada Beş su kuyularını görüyoruz. Bu kuyular 16’ncı yüzyılda, Venedikliler tarafından yapılmış ve şehrin su ihtiyacını karşılayan kuyular. Osmanlı kuşatmalarına dayanmak için yaptırılmıştır. Osmanlı tehdidi sona erdiğinde ise, bu bölgede bir park yapılarak, kuyular koruma altına alınmış. Bugün ise şehir halkının buluşma yeri haline gelmiş. Alanda ayrıca St.Simeon kilisesi de mevcut…

Yönümüzü Kara kapısına çeviriyoruz. 1543 yılında, deniz kapısını da yapan, Veronalı mimar Michele Sanmicheli tarafından yapılmış. Kapının üstünde: St.Mark Venedik Aslanı ve şehrin koruyucu azizi olan St.Chrysogonus’un rölyefi var. Kendisi, bu rölyefte, at üstünde görülüyor.

Kara kapısını fotoğrafladıktan sonra şehre tekrar giriş yapıyoruz. Karşımıza City Centinel çıkıyor. Saat kulesinin olduğu bu yapı şimdi kitapçı olarak işletiliyor. Aynı yönde yürümeye devam ediyoruz. St. Mary kilisesini gördükten sonra etkileyici güzelliğiyle St. Donatus kilisesi karşımıza çıkıyor. Kilisenin yakınındaki Roman Forumunu görüyoruz. İlerlemeye devam edip St. Anastacia kilisesini gördükten sonra hedefimiz Dalgaların orgu ve Greeting to the sun

Zadar’ı Zadar yapan bu iki güzellik, yapay ve yarımadanın ucunda… "Sea Organ" Dalgaların Orgu… Dalgaların kıyıya vurmasından yararlanılarak denize inen basamaklara yerleştirilmiş borularla elde edilen müzik sesi.. Adanın ucuna iskelenin altında kalacak şekilde bir org (kilise orgu gibi düşünün) tasarlanarak yerleştirilmiş. Bu org dalgaların hareketi ile melodiler oluşturmakta. Özellikle Zadar'ın güzel günbatımı ile birleşince çok hoş bir atmosfer ortaya çıkıyor. Tam bu saatlerde tüm turistler bu bölgeye toplanıyor. Bu müzik eşliğinde gün batımını seyrettikten sonra da buradan ayrılmayın çünkü bir başka güzellik bu defa güneş batınca sizi burada bekliyor olacak. Tam bu bölgedeki yaklaşık 30 m çapındaki solar enerji ile çalışan "Greeting to the Sun" adı verilen 300 çok katlı ve çok renkli ışıklı cam zemin gün boyu güneşten aldığı enerji ile gün batımından sonra dalgaların sesi ile uyumlu olarak renk oyunları yaparak ışık gösterisi sunuyor. Bu zemin üzerinde tüm turistler gibi bir fotoğraf çektirmeden ayrılanı sınırdan çıkartmıyorlar :)

Sadece bu iki yer bile Zadar'ı görmeniz için yeterli bir neden çünkü dünyada bu yapıların bir eşi yok.

Dalgaların orgunu duyabilmek için uzanıp kulaklarımızı deliklere iyice yaklaştırdık. Elbette bildiğiniz org değil ama evet bir ses çıkıyor :)

Güneş panelinde insanlar toplanmaya başlamıştı. Daha güneşin batmasına iki saat var. Bu arada yemek yiyelim diyoruz ve köprüye doğru sahil tarafından yürümeye başlıyoruz.

Önümüze taksiciler çıkıyor. Yarınki programı halletsek fena olmaz. Genç bir taksici ile pazarlık yapıyoruz. Programımız şöyle: Sabah 7’de bizi kaldığımız Bibinje’den alacak. Doğruca Plitvicka Milli parkına gideceğiz. Orada 3-4 saat vakit geçirdikten sonra bizi Zagreb’e bırakacak. Pazarlık sonucu 240 Euro’ya anlaşıyoruz. Adı Josefin…

Taksi işi de tamam… Artık pizza zamanı… İtalyan hâkimiyetinin yaşandığı bu topraklarda pizza yemezsek olmaz. Üç farklı büyük pizza söyleyerek midemize bayram yaptırıyoruz. Toplam hesap 30 Euro…

Güneşin batışına yarım saat kala tekrar yürümeye başlıyoruz. Yediğimizi eritmemiz lazım. Manzara gerçekten muhteşem… İnsanlar toplanmış bu güzel anın tadını çıkartıyorlar. Biz de onlara katılıyoruz.
















 

Bir saat kadar vakit geçirdikten sonra artık dinlenme zamanı. Yarın sabah erkenciyiz. Josefin’i telefonla arıyoruz ve bizi Bibinje’ye bırakıyor. Böylece sabah gelirken bizi aramakla vakit kaybetmeyecek.

Ve gece… kabusum oluyor. Murat’ın hiç affı yok. Beraber yatıyoruz. Ama ben yatamıyorum. O ne horlama Allah’ım… Ona acıdığımdan kızamıyorum. Enes de öbür yataktan karşılık veriyor arada bir. Tek farkı bu zaten. Murat aralıksız, Enes dinlene dinlene horluyor.

Tv açıyorum, kitap okuyorum. Kitabımı bitirmek dışında bir faydası olmuyor bu uykusuzluğun. Sıfır uykuyla sabah ediyorum.

Bugün zor olacak.