26 Mayıs 2014 Pazartesi

Başgil'in Gözüyle 27 Mayıs Darbesi


Ordinaryüs unvanını en çok yakıştırdığım isimlerden birisidir Başgil. Küçük yaşlarda okuduğum az sayfalı “Gençlerle Baş başa” kitabı, adını bana ezberletmiştir. Belki de böyle büyük unvanlı saygın birinin görüş itibariyle kendime yakın hissetmem, bu sıcaklığı sağlamış olabilir.

Neyse, biz konumuza dönelim.

Ali Fuat Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri-görüp yaşadıklarım-“ isimli kitabından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti tarihimizin ilk darbesini anlamaya çalışalım.
 

Kitap, Yağmur Yayınları 2006 senesi, 2. baskısı… Fransızca aslından çeviri.

Kitabın adına hemen bir itirazım olacak. Fransızca aslında kitabın adı “Türkiye’de 1960 Askeri İhtilali”. Çeviri eserde kitabın adı sadece 27 Mayıs İhtilali olarak yapılmış.

Darbelere ihtilal denilmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. İhtilali halk yapar. 1789 Fransız, 1917 Rus ihtilali gibi..

Dolayısıyla katmerli bir darbe olan 27 Mayıs’a ihtilal denilmemelidir. Halkın çoğunluğunca olumlu karşılanması, darbe öncesi ülkenin durumuyla ilgilidir. O müdahaleyi Türk subayları değil de yabancı ülke subayları yapsaydı, halk yine olayların sona ermesi yönünden oh çekerdi.

 

Ali Fuat Başgil, bu eserinde dönemin iki baş aktörü CHP ve DP ekseninden yola çıkarak darbeyi getiren sebepleri analiz ediyor.

Belki de en ilginç analizi, “darbenin derin sebeplerini DP iktidarının yanlışlarından çok, ülkenin iki büyük siyasi partisinin çatışmasında ve onların iki liderinin (İnönü/Bayar) birbirleri arasındaki düşmanlığa varan rekabetlerinde aramak gerektiği” cümlesiydi.

Çünkü 27 Mayıs ve DP denilince hepimizin aklına Celal Bayar’dan çok Adnan Menderes geliyor. Bayar’ın DP yönetiminde ve Menderes hükümetlerindeki etkisinin mutlaka çok iyi anlaşılması gerekiyor.

Bildiğiniz gibi, Bayar, Atatürk’ün son başbakanı idi. Atatürk’ün ölümüyle birlikte ipleri eline geçiren İnönü, Bayar’ı iktidardan uzaklaştırmıştı.

Başgil, bu iki liderin arasındaki rekabet ve mücadele analizinden hareketle CHP ve DP tarihinin iyi anlaşılması gerektiğini söylüyor. Bu sebeple iki partinin de kısa birer tarihçelerini veriyor.

CHP tarihinde dikkatimi çeken, yazarın aynı koltuklardaki Atatürk ile İnönü’ye tamamen farklı kelimeler kullanması oldu. Bu aslında çoğu yazar ve tarihçi için geçerli.

“Atatürk’ü eleştirmek eşittir Atatürk düşmanlığı” anlayışı yıkılmadan İnönü rahat edemeyecek.

 

Yazar, çok partili sisteme geçilmesi ve ardından DP iktidarı dönemi olaylarını ele alıyor. Burada maddeler halinde DP iktidarının sevap ve günahlarını yazıyor.

Yazara göre DP iktidarının olumlu yönleri:

* Köylere sağlıklı içme suları getirilmesi

* Sağlık ocakları inşası ve gezici sağlık ekipleri

* Toprakların tarıma kazandırılması

* Vergi indirimi, ücret arttırışı, gümrük kolaylığı vb avantajlarla tarımın desteklenmesi; traktör vb. araçlarla modern tarıma geçişle üretimin/verimin artması

* Baraj, büyük liman, yol, fabrika yapımları…

* Okul/üniversite açılması

* Memur ile halk arasında karşılıklı güvenin kurulması…

 

Yine yazara göre DP iktidarının yanlışları:

* Parti içi muhalefete takındığı yanlış tutum (61’ler grubu, Millet Partisi, 19’lar vb.)

* Malatya suikastı sonrası Milliyetçiler Derneğinin kapatılması… Bu acemi tedbir yüzünden DP, üniversite çevrelerinde destekten kendini mahrum bıraktığı gibi, bu çevreler komünist ve CHP yanlıların etkisinde kalmıştı.

* Millet Partisinin kapatılması… Her ne kadar muhalif bir parti de olsa MP, CHP ile DP arasında bir nevi tampon vazifesi görüyordu.

* 1954 sonrası başlayan kuraklığın getirdiği ekonomik krizi iyi yönetememek, yedek parçaları hiç düşünülmeden ithal edilen traktörlerin yol açtığı sıkıntılar gibi ileriyi düşünmeden yapılan plansız yatırımlar…

* İstanbul gibi büyük şehirlerde başlatılan imar hareketlerinde yapılan istimlakların vatandaşı mağdur etmesi…

* CHP mallarının hazineye devri…

* Kıbrıs meselesinin iyi yönetilmeyip 6-7 Eylül olayları gibi istenmeyen hadiselerin meydana gelmesine sebep olunması…

* Kırşehir ilinin ilçeye çevrilmesi

 

DP iktidarının olumlu ve olumsuz icraatlarını ifade ettikten sonra, yazar, 27 Mayıs darbesinin sorumluları olarak şunları göstermektedir:

1- DP iktidarının düştüğü hata ve aşırılıklar

(Halka çok fazla güvenip rehavete kapılmaları, muhalif görüş ve eleştirilere tahammülsüz olmaları)

2- Muhalefetin sinsi manevraları

3- Aydınların ihaneti

4- Açık artırmaya çıkmış basın

 
Kitabın ikinci bölümü ise, eserin geçirdiği hukuki soruşturma ve davaları anlatıyor.

Kitabın 180 sayfalık ilk bölümü, gerçekten üzerinde bolca düşünerek okunulması gereken bir içeriğe sahip. O dönemim olaylarını okuduğunuzda bugünkü hadiselerle ne kadar benzerlikler taşıdığını görünce şaşıracaksınız.

Şaşırmamak için herkesin okuması gereken bir kitap.

Bugünün Menderes’i okumalı.

Bugünün muhalefeti okumalı.

Bugünün aydını okumalı.

Bugünün gazetecisi, yazarı okumalı.

Asılan başbakanlarının haberini kahvede dinleyenlerin çocukları bizler iyi okumalıyız.

Ali Fuat Başgil, halka çok güvenip gerekli tedbirleri almayan Menderes’in saflığını ifade ederek şöyle yazmıştı bu kitabında:

“Ahh Menderes! Ha halka güvenmişsin, ha karınca sürüsüne”

 

Bugün darbecileri korkutan şey, darbe yapacakları iktidar değil de, halk olmasın sakın.

Halk şunu çok iyi anladı:

Darbeciler ülkelerini sevdikleri için darbe yapmazlar; darbe yapabildikleri için ülkelerini severler.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Ölümler İşe Yararsa, Ölmeyeceğiz

Soma’daki maden faciası…

Her geçen saat, ölü sayısı artıyor.

Gerçekten facia çok büyük. Yüreklerimizden büyük acılar bunlar. Birlik olmak, işte bu yüzden güzel.
 

Tartışmalar şimdiden başladı. Ölülerin sorumlusunu arıyoruz, iyi niyetle, kötü niyetle.

Niyet farklılığının varlığı, arayışa gölge düşürmez.
 

Mutlaka bir şeyler yapılmalı. Ama öyle geçici, yürekleri okşayıcı bir şey değil.

Kalıcı ve gerekirse acı verici…
 

Soma’yı unutmayalım. Evet unutmayalım.

Çünkü felaketleri çabuk unutan bir toplumuz.
 

Unutmamak demek, devamlı dilde olması demek değildir.

Afyon’daki cephane patlamasını unutmadık mı?

Uludere’yi unutmadık mı?

İstersek her gün bunlar dilimizde olsun, eğer sorumluları ortaya çıkaramadıysak, mevcut ve potansiyel sorumlular bu sorumluların akıbetini görmedilerse, tekrarını önlemeye yönelik gerekli tedbirleri alıp hayata geçirmediysek, bal gibi unuttuk bu felaketleri.
 

O yüzden Soma’yı bu sefer gerçekten unutmayalım.

Devletin bu faciada hayatını kaybeden şu kadar işçinin şu kadar yakınına sahip çıkması, dünyalar kadar tazminat ödemesi, çocuklarının eğitimlerini karşılaması, çocuğunu askerden muaf tutması, ailesinin vergi borçlarını silmesi..

Bunların hiçbiri devleti devlet yapmaz.

Devleti devlet yapan şey, bu ölen işçilerin kader arkadaşlarına sahip çıkmasıdır.

Maden işçilerinin çalışma ve yaşam koşulları temelinden başlayarak gözden geçirilmeli, çağdaş dünyada bu işin gereksinimi neyse tüm asgari koşullarla birlikte sağlanmalıdır.

 
Soma milat olsun. Öyle bir milat olsun ki, ölen işçilerin yakınları gerçekten “vatan sağ olsun” desin yaşanan değişimi görüp.

Bu ölülerimiz bir işe yarasın artık.

Ölülerimizi gömmeyelim. Onlarla yeni bir maden ocağı zihniyeti inşa edelim.

Eski zihniyetimizi gömelim, ölülerimizi değil.

“Geliri giderini karşılamıyor” diye kapatılan çok maden ocağı duymuşsunuzdur. Peki hiç “geliri bu kadar can riskine değmez” diye kapatılan bir maden ocağı duydunuz mu?

Gerçek bu. Kar amaçlı işletmede insan hayatına yönelik alınan tüm tedbirler maliyet hanesine yazılır.

Oysa insan hayatından daha değerli ne var ki?

İnsan hayatı bir yana yazılmalı, diğer bütün şeyler karşı haneye…

Çıkaracağımız madeni elde edeceğimiz gelirle değil, riske edeceğimiz canla ölçelim.
 

Madenden ne çıkaracağız? Kömür mü?

Kömürünü satıp kar elde etmek için açtığın maden ocağı ile, enerji/ısınma ihtiyacın nedeniyle açtığın maden ocağı aynı olamaz.
Amaç, öncelikleri belirler.
 

İşte devlet, devletliğini burada göstermeli.

İşletme sahibine öyle bir bedel sunmalı ki, o kişi hayal ettiği geliri/karı çok istiyorsa ölmeli ama öldürememeli.
 

Soma’da ölümler bize şunu söylüyor:

Hiçbir ölüm boşuna değildir.
 

Ölülerimiz işe yarasın, ölmeyelim.

Soma'dan Büyük Bizim Gizli Faciamız


Soma’daki kömür madeninden geldi o acı haber. Sayıları yüzlerle ifade edilen işçi yer altında kalmıştı.

İstanbul’daki ben ne yapabilirdim?

Balığın karnında hayatı mümkün kılan bir Allah’a inanıyordum. Açtım ellerimi, kurtuluşları için dua ettim.

Sonra ölen işçi sayıları gelmeye başladı. Kayıplarını teşhis eden eşler, evlatlar, anne babalar…

Manzara yürek yakıcıydı… Bu acıyı tahmin edebilmek, anlayabilmek için bir yakınını böyle bir kazada kaybetmeye ne gerek var ki!

Üzüldüm, içim yandı. Elimde olmadan… İnsan olduğum için…

Aylar öncesinde bir resim görmüştüm internette. Babası maden ocağında çalışan bir çocuğun okulda yaptığı resimdi bu. Kafa lambasının aydınlattığı kısımda işçi baba, evini, ailesini görüyordu.

Yerin o kadar altına babasının niye indiğini biliyordu bu küçük çocuk.

 


Bu resmi bulup defalarca baktım… Baktım… Baktım…

 

Sonra sosyal medya…

Şuna inandım ki, insanlardan nefret etmek istiyorsanız, böyle durumlarda twitter’a, facebook’a takılın biraz.

Adam Soma’ya yüzlerce km uzaklıkta ama elinden her şey geliyor.

O kadar meşgul ki dua etmeye vakti/niyeti yok. Dua etmeyi bilmiyor diyelim, edilen dualara amin demeye vakti/niyeti yok.

Fırsat bulmuş, iktidara saldırıyor. Siyasi kini/nefreti öyle bir halde ki, en insanî duyguları bile yaşayamıyor.

Benim aklıma dua etmek ve o çocuğun çizdiği resmi bulmak geldi sadece, bunların aklına neler geliyor, neler…

Ben mi akılsızım, benim mi aklım kıt?
 

Sıralamalarımız olmayacak mı? Cenaze/taziye zamanı kavga edilir mi?

Elbette ortada büyük bir trajedi var, en ufak kusuru olanlar dahi araştırılıp ortaya çıkarılmalı.

Bunun mücadelesi verilmeli mutlaka.

Ama bunun zamanı var. Bir ay sonra değil, bir sene sonra değil, ama bugün de değil.

Ne yazık ki “fırsat fırsattır, hükümete vuralım” mantığı galip geliyor.

Dün şehir asker cenazelerinin onlara sağladığı konuşma/saldırma fırsatını bugün maden işçileri cenazesinden buluyorlar.
 

Gidişatımız iyi değil. Bunu görmek için sosyolog olmaya gerek yok.

Toplumumuz binlerce maden ocağından daha tehlikeli halde.

O işçiler ailelerine helal rızık peşindeyken can verdiler patlamada.

Biz ise pisipisine gideceğiz büyük patlamada.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Haşim Kılıç'ı Anlamak

Anayasa Mahkemesi başkanımız Haşim Kılıç son günlerdeki kılıç gibi çıkışlarını niye yapıyor?
Bu kılıç kınından niye çıktı?
Malumunuz, cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor.
Ülkemizde "adayım" demenin farklı yolları var. Genelde mesaj verilerek adaylık başvurusunda bulunuluyor.
Devlet Bahçeli'nin meşhur üçgeniyle Haşim Kılıç'ın çıkışları daha bir anlam buldu.

Yani anlayacağınız, Haşim Kılıç gözünü Çankaya'ya dikmiş olabilir.
Ya da bir diğer ihtimal, iç ve dış politikada, medyada daha iyi tanınmak istiyor. Koltuğunun eski sahiplerinden Ahmet Necdet Sezer'in durumuna düşmek istemiyor da olabilir.
Hatırlayalım:

Cumhurbaşkanı Demirel, ABD Başkanı Clinton ve heyeti onuruna köşkte yemek verecektir. Anayasa mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer de davetlidir ve protokol gereği ABD Dışişleri bakanı Madeline Albright ile yan yana oturacaktır.
Fakat Sezer o kadar az tanınmaktadır ki, Albright onunla birlikte oturmayı istemez.
Sonuçta Sezer'in yeri değişir. Sezer yeni yerini beğenmez ve protesto edip yemekten ayrılır.

Şimdi Cumhurbaşkanı Gül, Obama onuruna yemek verse, bu sefer Haşim Kılıç, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile yan yana oturmak ister mi, istemez mi?